Yaşama Uğraşı (Paris Ve Londra’da Beş Parasız / George Orwell)

Sürekli hayatımızı, çevremizdeki insanların hayatlarıyla kıyaslayıp kendi hayatımızın en kötüsü olduğuna inanmaya çalışıyoruz. Hiç ihtiyacımız olmayan yüzlerce şeyi satın alıyoruz ve bu bize en fazla on dakika süren bir mutluluk sağlıyor. Sonra tekrar bu döngüye kendimizi kaptırıyoruz. Hiç ihtiyacımız olmadığı hâlde ayakkabı koleksiyonumuza bir tane daha ekliyoruz. İhtiyaçlarımızı karşılayan akıllı telefonumuzun yeni modeli çıktığında, hiç vakit kaybetmeden yeni modeliyle değiştiriyoruz. Gereğinden fazla gıda alışverişi yapıp, çoğu şeyin dolapta tarihinin geçmesini bekliyoruz ve fark ettiğimizde çöpe atarken üzülmüyoruz. En basitinden evimizi yüzlerce hatta binlerce gereksiz eşyayla dolduruyoruz. Bir düşünün evinizde bulunan kaç eşyayı son bir ay içerisinde kullandınız? Eminim ki gerçekten kullanmadığınız yüzlerce eşyayı evinizde saklıyorsunuz, hatta hemen gözünüzün önünde bulunduruyorsunuz. Peki neden böyle yaşıyoruz? Neden buna rağmen hâlâ çok kötü bir hayat yaşadığımızı iddia ediyoruz? Esasında kötü durumda olanlar bizler miyiz? İstediği son model ayakkabıyı, akıllı telefonu, bilgisayarı alamayan bizler, gerçekten kötü bir hayat mı yaşıyoruz?

Ülke gündemimizden örnek vermek gerekirse, son bir sene içerisinde neredeyse iki milyon Suriyeli, Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Savaş yüzünden insanlar hiç dillerini, kültürlerini bilmedikleri, iletişim kuramadıkları bir ülkeye göç ettiler. Her gün sokaklarda dilenen bir sürü Suriyeliyi görebiliyoruz. Evsiz, parasız ve aç bir şekilde bütün gün bir şekilde yardım bekliyorlar. Ülke, kendi vatandaşına iş sağlayamazken, Suriyelilere iş sağlamasını zaten bekleyemeyiz. Fakat kendi hayatımızı bu kadar kötülemeden önce bir an için durup etrafımıza bakmalıyız. Bu insanlar karınlarını doyuramıyor, güven içinde barınamıyor ve büyük ihtimalle bir kısmı sokakta yaşıyor, belki de ayda bir kez sıcak su altında duş alma ihtimali buluyor. Suriyeli örneğini sadece gündemimizin bir parçası olduğu için verdim. Dünya’nın hemen her yerinde bunun gibi binlerce örnek var. Bu insanlar hayatlarını yaşamıyor, sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Bazı insanlar ise böyle zor durumdaki insanlar üzerinden kazanç sağlamaya çalışıyorlar. Karın tokluğuna günde 17-18 saat çalıştırılan, umut tacirlerine elindeki iki kuruş parasını kaptıran, dilendirilen ve sömürülen insanlar. Bize çok yakın olmalarına rağmen neden çok uzaktalar gibi davranıyoruz? Dört duvar arasındaki sıcak evimizde, yeni modeli çıkmasına rağmen alamadığımız akıllı telefonun hayalini kurarken, bu insanlar sokaklarda, soğukta bir somun ekmeğin hayalini kuruyorlar.

George Orwell, hayatının bir döneminde yaşadığı sefillik günlerini “Paris’te ve Londra’da Beş Parasız” isimli eserinde öyle gerçekçi bir dille anlatıyor ki, kendinizi sokakta aç ve susuz bir şekilde, nereye gideceğinizi bilmez bir hâlde hissediyorsunuz kitabın sayfalarını çevirirken. Özellikle sıcak yatağınızda, başınızı yastığınıza koymuş ve battaniyeye sarılmış bir şekilde kitabı okuyorsanız, yüzünüzden kocaman bir gülümseme asla eksik olmuyor. İnsan ne kadar şanslı olduğunu ve elindekilerin değerini bir kez daha anlıyor. Aynı zamanda Orwell, evsizler ve berduşlar hakkında birçok tespitte
bulunuyor. Karşılaşmak yerine yolumuzu değiştirdiğimiz dilenci sınıfına giren insanların da en az bizler kadar önemli hayatları olduğunu vurguluyor. Fakat açlığı, yoksulluğu; ne korkunç bir trajedi haline getirmiş, ne de fakirlerin yaşamındaki o muhteşem manevi değerlere vurgu yaparak romantize etmiş. Bence bu açıdan tam ve eksiksiz bir Orwell klasiği.

“1984” ve “Hayvan Çiftliği” eserlerini okuduktan sonra bu eserinin otobiyografik bir nitelikte olduğunu
duyunca bir solukta okudum ve Orwell, her zamanki gibi bana çok şey kattı. Siz kitabı açıp ilk sayfayı bitirdikten sonra akıcı dili ve samimi üslubuyla sizi içine çekiyor. Kesinlikle tavsiye ediyorum.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir