Güz Kırıklıkları

Bir sabah, her sabah olduğu gibi saat altıda kalktım, yavaşça yataktan doğruldum ve odamın ışık ihtiyacını karşılayan tek pencereye doğru yöneldim. Hava aydınlanmış olmalıydı –her sabah uyandığımda aydınlık olurdu- fakat bir gariplik vardı , cama yaklaşınca fark ettim. Gökyüzü sanki mora boyanmış gibiydi. Yapraklarını dökmek üzere olan ağaçların arasından görünen mor gökyüzü bir şeyleri anlatmaya çalışır gibiydi. Bu mide bulandırıcı rengi gökyüzünde görmemek için kalın perdeleri çeker çekmez üstümü giyinmeye koyuldum, servisi kaçırmamak için acele etmem gerekiyordu. Nasıl olsa hayat devam ediyordu.

Servisten iner inmez hemen bir sigara yaktım ve olabildiğince yere bakarak yürümeye başladım. Her gün defalarca yürüdüğüm yol sanki uzamış gibiydi, bitmek bilmiyordu. Attığım her adımda içime biraz daha çektiğim sigaramın da sonuna gelmek üzereydim. Her şey gibi onun da sonu gelmişti. Neden sonra binaya vardım, içeri girip girmemek konusunda birkaç saniyeliğine tereddüt yaşadım, sonra hemen binaya giriverdim. Nasıl olsa hayat devam ediyordu.

Her sabah tost aldığım, binanın en alt katındaki kantine doğru ilerledim. Merdivenleri yavaş yavaş indim ve önceden hazırladığım üç buçuk lirayı görevliye uzatıp bir kaşarlı tost aldım. Belki de bu kaşarlı tost olayı hayatımın en büyük rutini olabilirdi. Aylardır her sabah kahvaltım Recai Abi’nin ellerinden kaşarlı tost olmuştu. Bu büyük ritüeli bozmak istemedim. Recai Abi, tostu hazırlayıp verdiğinde, her sabah oturduğum sandalyeye doğru yöneldim. Oturdum. Birkaç dakika sadece oturdum. Bu sabah içimden hiç yemek yemek gelmiyordu ve tostu masaya bıraktım. Her sabah ortalama olarak yedi dakika boyunca o sandalyede otururdum, yedi dakika kadar bekledikten sonra kalktım. Dersin başlamasına çok az kalmıştı, derse gitmeliydim. Nasıl olsa hayat devam ediyordu.

Dersin olduğu üçüncü kata, sonsuza uzanan bir labirent gibi görünen merdiven basamaklarından çıkarken, bir an için onu gördüm gibi geldi. Bir saniyeliğine kalbim çıkacak gibi oldu, başım döndü ve dengemi yitirdim. O olmadığını, olamayacağını biliyordum, yine de kendime hakim olamadım işte. Sonra kendimi toparladım ve sınıfa doğru devam ettim. Her sabah çıktığım bu merdivenler de sanki uzamış gibiydi, ama her şeyin bir sonu olduğu gibi merdivenlerin de son basamağına vardım, çok uzun sürmedi. Dersin olduğu sınıfa girdim, henüz insanların çoğu gelmemişti. Öğretmen masasının yanındaki pencereye takıldı bir an gözüm, gökyüzünü gördüm. Kızıl yapraklarını döken ağacın ardında gittikçe soğuklaşan, mor bir gökyüzü vardı. Gökyüzü hiç soğuklaşır mıydı? Midemi bulandırdı yine ve gözlerimi bu iğrenç renkten ayırıp sırama doğru yöneldim. Sınıfı, bu soluk havadan ötürü, sayısını sayamadığım –saymaya çalışmak midemi bulandırıyordu- çoklukta floresan lambalar aydınlatıyordu. Aralarından iki tanesi bozuktu ve maviye çalan bir renkte yanıp yanıp sönüyorlardı. Floresan bozulunca mavi mi olurdu? Mavi ışık göz kapaklarımdan içeri süzülüyor ve kafam karışıyordu. Ve aradan biraz daha zaman geçtikten sonra öğretmen sınıfa girip dersi anlatmaya başladı. Sınıf sanki bir anda tıklım tıklım olmuştu ya da ben farkında değildim. Konumuz “gaiplik” idi. Terk edip gidenleri anlatıyordu. Anlatsındı, nasıl olsa hayat devam ediyordu.

Gözlerimi açtığımda sınıf boştu, saatime baktım fakat her şey çok bulanıktı, akrep ve yelkovanın hareketlerine anlam veremedim. Oturduğum –ya da bir nevi uzandığım- sıradan kalktım ve pencereye doğru yöneldim. Gökyüzünü görebilirsem belki saati tahmin edebilirdim. Sınıfın içi mavi, gökyüzüyse mordu. Eşyalarımı almaya uğraşmadan sınıfın kapısına yöneldim ve kulpu indirip ittirerek dışarı çıkmayı denedim fakat nafile. Kapı açılmıyordu, açamıyordum. İçeriden çıkamıyordum. Hapsolduğum 208 numaralı sınıf mıydı yoksa kendi belleğim miydi bilmiyorum. İçinden çıkamıyordum.

Hayat devam etmiyordu. Daha fazla değil. Ne yaptığımın, neyin gerçek neyin hayal olduğunun ayrımına varamıyordum. Gerçeğe dair bildiğim tek şey; avuç avuç toprak attım üstüne, böğürerek ağladım kefenine bakarken, sol kolumdaki yara sızladı, delireceğim sandım. Ve sanırım sonra da delirdim. Hiç bitmeyen, gökyüzü mor, yaprakları kızıl, ışıkları mavi, mide bulandırıcı ve içinde son olmayan bir güz başlıyor gibiydi. Ruhum giyotine yatmış, fakat bedenim hala hayattaydı.

 

 

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir