Hayal Kırıklıkları, Anlamsızlık ve Bir Parça Mutluluk

Hayatın anlamını bulmak, yaşamak için çok önemli midir? Bütün bir yaşamı sadece “öylesine” yaşayamaz mıyız? Hafif rüzgar yüze vururken yavaş yavaş içilen şekersiz kahvenin verdiği haz, arkadaşlarla yenilen hoş sohbetli bir akşam yemeği, güzel bir manzaranın karşısına oturup sevgiliye şiir yazmak, sonunun nereye vardığı bilinmeyen yollarda kaybolmak yeterli değil midir yaşamak için? İlla ki bir anlama ihtiyacımız var mıdır yoksa sürekli kendimize anlık anlamlar yüklüyor muyuz bilmiyorum. Ama her halükârda bir şekilde yaşıyoruz. Bence esas önemli olan nasıl yaşadığımız, neler biriktirdiğimiz.

Henüz yirmi yıllık kısa bir hayat tecrübem olmasına rağmen, Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi; yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Anlık kararlarla yapılan şeylerin sonuçları her zaman insana daha çok keyif veriyor. Genel olarak anlık yaşamanın getirileri olduğu gibi götürüleri de oluyor haliyle. Biraz “uçuk kaçık” oluyorsunuz sanırım. Ne zaman ne yapacağı belli olmazlar kategorisine sokuluyorsunuz arkadaşlarınız tarafından. Fakat insan ne şekilde mutlu oluyorsa öyle yaşamalı, değil mi? Bu duygu gençliğin verdiği bir kan kaynaması durumu mu bilmiyorum fakat mesele anı biriktirmekse, bu yöntem gayet güzel. Sanırım bu yöntemi tam anlamıyla uygulayabilmek için hayat felsefesini “en kötü ihtimalle sonunda ölüm var” olarak belirlemek gerek.

Toplumda herkesin iyi-kötü bir hayat düzeni var ve bütün bu düzeni geride bırakıp gitmek en hakikatli kaçış olur zannımca. Hayatı bir oyun olarak görüp kaybetmekten korkmadan kaçmak gerek. Sevdiğim kadınla bir arabaya binip bir daha geri dönmemek üzere kendimi yollara atmak en büyük hayalim sanırım. Kim hayatında bir kez dahi olsun bunu istememiştir ki? Ve kaçımız bunu gerçekten yapabiliriz ki? Sanırım bunu yapma ihtimalimiz sıfıra çok yakın. Yanlış anımsamıyorsam Freud, bunu şöyle açıklıyor; insan sorumluluk almaktan kaçar. Bu sebeple toplumsal hayatın içerisindeki rollerimize kendimizi adapte edebiliyoruz. Gerçekten istediğimiz şeyleri, arzularımızı, tutkularımızı toplum kabul etmiyorsa yapamıyoruz. Bunun sebebini sorumluluk almak olarak açıklıyor. İnsan, istemediği bir okulda okuyabilir, bunun sorumlusunu bilinçaltında ailesine veya onu bu duruma sürükleyen sisteme yükler. Fakat kaçıp gitmenin sorumluluğu sadece bireyin kendisine ait olacağı için korkar ve bilinçaltı bunu reddeder. Eğer sadece bizi burada tutup sabitleyen şey bilinçaltımızsa gerçekten çok aciz varlıklarız. Sanırım bu durum en çok benim için geçerli. Gerçekten istediğim şeyin bir okul okumak, düzenli bir hayata sahip olmak olmadığını biliyorum, kaçıp gitmek istiyorum çoğu zaman fakat yapamıyorum. İnsan öylesine bırakıp gidemiyor. Ama buna rağmen yine de hayatımızın büyük, özel bir anlamı olmasına gerek yok bence. Bir okulda okuyorum, düzenli bir hayatım var ve anlık şeylerin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Yarın sabah günümün çoğunu okulda geçireceğim yine. Fakat akşam odama çekildiğimde, elimde bir sigara ve sert bir şekersiz kahve yine zevk verecek. Bilmiyorum bu kötünün iyisi mi yoksa hayat bundan mı ibaret ama mutsuz da sayılmam. Bunları düşündükçe aklıma Into the Wild filmi geliyor. Filmdeki karakter de, hukuk eğitimini tamamladıktan sonra elinde bulunan tüm maddi şeyleri arkasında bırakarak toplumdan uzak bir şekilde –bizim tabirimizle- medeniyetten uzak bir şekilde yaşıyor. Acaba gerçek medeniyet bizimkisi mi yoksa filmdeki yaşam mı? Bunların kararını vermek bir kenara dursun, toplum içinde yaşarken de kendimizi toplumun genel-geçer kurallarından soyutlayabilir miyiz? Jack Kerouac’ın yirmi yaşındayken kaleme aldığı Deniz Benim Kardeşim eseri, toplum içerisinde özgürlüğe düşkünlüğü anlatıyor. Dünya bunca büyük, hayat bunca kısayken, bu düzene itiraz eden kahramanların öyküsünü anlatıyor. Hayatın anlamını bir şeye atfedemeyen, fakat bunu da öyle çok büyük bir sorun haline getirmeyen, yalnızca ara ara melankolik fakat genel olarak umursamaz ruh halindeki gençlerin yaşamlarına dahil oluyoruz. Kimi zaman bir dağın tepesinde dikilip bilinmezliğe meydan okumayı, hayatlarının en büyük anlamı haline getiriyorlar. İzbe barlarda içilen biraların şişesindeki yansımada hayal kırıklıklarıyla bütünleşmiş hayatlarının içine giriyoruz. Belki ilk bakışta bir depresyonun, bir bunalımın izdüşümü olarak yorumlanabilir ama gerçek mutluluğu yakalamış olduklarına inanıyorum. Gerçek mutluluk neden sadece bir düzenin parçası olmak olsun ki? Hayatın anlamını büyük bir şeylere yoramayan bizler için belki de tek gerçek budur.

Ve üzülerek söylüyorum ki; insanların gerçek mutluluğu arayışları bana oldukça komik geliyor. Sanki hiç kesintisiz bir mutluluğun peşindeler gibi. Fakat “en gerçek mutluluk” bile, mutsuzlukların ve hayal kırıklıklarının ardından gelen küçücük bir umuda verdiğimiz isimdir. O yüzden mutluluğu ve hayatı çok ciddiye almadan sadece yaşamak gerekir çoğu zaman. Bizi biz yapan da budur sanırım.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir