Ceza Hukuku Genel Hükümler Özet

Ceza Hukuku Genel Hükümlere ilişkin genel bir not niteliğindedir. Aşağıda genel başlıkları verilen konuların hepsini özetlemektedir. Sitemizde buradaki çoğu konunun daha detaylı halini bulabilirsiniz. Arama kutusuna spesifik olarak aradığınız konunun başlığını yazarsanız daha detaylı ve tam haline ulaşabilirsiniz. Aşağıda verilen konular, özette sırasıyla incelenmiştir.

Suçun İncelenmesinde İzlenen Metotlar

Suçun İkili ve Üçlü Ayrımı

Suçun Ön Şartları

DAVRANIŞ

Maddi Unsuru Oluşturan Unsurlar

Genel Olarak Davranış

Hareket

İhmal

Davranışa Göre Suçların Ayrım

SONUÇ

Doğalcı Anlayış

Hukuki Anlayış

Sonuca Göre Suçların Ayrımı

NEDENSELLİK BAĞI

Nedensellik Sorunu

Doğal Nedensellik Anlayışı

Uygun Nedensellik Anlayışı

İnsani Nedensellik Anlayışı

İhmalin Nedenselliği

HUKUKA UYGUNLUK NEDENLERİ

Genel Olarak

Görevin Yerine Getirilmesi

Meşru Savunma

Zorunluluk Durumu


 

 

Ceza Hukuku Sistemleri

  • Suç teorisi benimsenen ceza hukuku sisteminin tipine göre farklılık gösterir. Ceza hukuku tarihi, özelliğini, esas itibariyle objektif ceza hukuku, sübjektif ceza hukuku ve değişik ara oluşumlar şeklinde ortaya çıkan karma ceza hukuku arasındaki karlıştıklardan almaktadır.
  • Salt objektif ceza hukuku, esas itibariyle belirli varlıkları (maddi veya gayri maddi) korumak amacını güden bir normlar sistemidir. Varlıkların objektif zararı üzerine kuruludur. Suçu anlamak içim, suçu oluşturan fiilin hedefi olan varlığın nazara alınması gerekir.
  • Salt objektif ceza hukuku sistemi;
    • Ceza hukukunun merkezine davranışı, davranıştan ortaya çıkan sonucu ve nedensellik bağını yerleştirir.
    • İsnat edilenbilir olanlarla olmayanlar arasında ve kast, taksir ve objektif sorumluluk arasında bir ayrım yapmaksızın sadece davranışla sonuç arasındaki nedensellik bağını esas alır.
    • Kusurluluğun derecelerini ve failin kişiliğini değerlendirmeden, sadece korunan varlığın uğradığı gerçek zararı göz önünde bulundurur.
    • Teşebbüsü, zincirleme suç kurumunu ve psişik iştirak kurumunu tanımaz.
    • Maddi iştirake önem verir.
    • Emir şeklindeki normun esasını oluşturduğu gerekçesiyle kıyası kabul eder.
    • Suçları zarar gören varlıkların önemine göre tasnif eder.
  • Salt sübjektif ceza hukuku ise, salt objektif ceza hukukuna karşıt özelliklere sahiptir. Ancak cezalandırıcı veya önleyici bir işleve sahip olmasına göre farklılıklar gösterir.
  • Cezalandırıcı ceza hukuku;
    • Emir normu olarak işlev görür ve bu nedenle irade üzerine yoğunlaşır.
    • Merkezine suçun varlığı yönünden asli nitelikte olmayan kusurluluğu yerleştirir ve bunun sonucu olarak hukuki varlığı korumanın konusu kabul eder.
    • İsnat edilebilir olanlar ile olmayanlar arasında ve emre uymak istemeyenler ile emre özensizlik nedeniyle uyamayanlar arasında ayrım yapar.
    • Kast, taksir, hata, sapma gibi hukuki kategoriler ortaya koyar.
    • Sonuçtan bağımsız olarak kötü iradeyi nazara alır.
    • Tamamlanmış suça eşitlenmiş teşebbüs ve maddi iştirake eşitlenmiş manevi iştirak kurumlarını ve zincirleme suç ile suça etki eden nedenleri ortaya koyar.
    • Müeyyideye tamamen cezalandırıcı bir nitelik tanır.
    • İsnat edilebilir olanlara cezaya ek olarak güvenlik tedbirlerini ve isnat edilebilir olmayanlar yönünden de herhangi bir güvenlik tedbirini kabul etmez.
    • Kıyas yasağını kabul eder ve emir olarak anlaşılan norma bu mahiyetine uygun sınırlar getirir.

 

 

  • Önleyici ceza hukuku ise;
  • Esas itibariyle garanti edici normlar sistemi olarak işlev yerine getirir.
  • Süjenin tehlikeliliğine dayanır.
  • Müeyyideye failin sosyal yönden ortaya koyduğu tehlikelilik nedeniyle başvurur.
  • Müeyyidelere sadece faili zararsız hale getirmek ve mümkünse onu sosyal hayata yeniden kazandırmak gibi amaçlar yükler.
  • Bu amaçaların sorucu olarak yasamayı, tedbirleri, zarar gören varlığın önemine göre suçluların tipolojisine yönlendirmek suretiyle suçluların kişiliğine uygun hale getirir.
  • Zararlı fiilleri, suça etki eden nedenleri, teşebbüsü ve iştiraki sadece var olan suç eğiliminin belirtileri olarak kabul eder.
  • Kıyasa ve tehlikeliliğin yokluğuna dayalı hukuka uygunluk nedenlerine yer verir.
  • Objektif veya sübjektif ceza hukuku sistemlerinden hangisinin daha iyi olduğuna a priori ve tam bir kesinlikle karar verilemez; çünkü bu seçim, değişik zamanlarda izlenen özel amaçlara bağlıdır.
  • Bu iki sistem de sadece düşünce alanında var olan soyut ceza hukuku tipleridir. Somut ve tam olarak gerçekleştikleri söylenemez.
  • Objektif ceza hukukuna en çok antik Germen Ceza Hukuku, sübjektif ceza hukukuna en çok Nazi Almanyası Ceza Hukuku yaklaşmıştır.
  • Tarihte ve günümüzde de karma ceza hukuku sistemleri vardır. Karma ceza hukuku sistemlerinde, objektif ve sübjektif gerekler yumuşatılmakta ve birbirleriyle bağdaşır hale getirilmektedir. Norm, garanti ve emir şeklinde ikili bir işlev üstlenir.
  • Karma sistemler;
    • Dış dünyada meydana gelen ihlal edici fiili ve dahili karar vermeyi eşit şekilde içeren bir seri müesseseyi ortaya koyar.
    • Zarar verici insan hareketini kaba güçlerin hareketinden ayırmayan objektif sistemlerin tek yanlılığını giderir.
    • Devletin cezalandırma faaliyetinin esas sebebini gözardı eden sübjektif sistemlerin tek yanlılığını da giderir.
  • Türk ceza hukuku sistemi de karma bir sistemdir. Objektif ve sübjektif talepler, pek çok normda birbirleriyle kaynaşmaktadır.

Suçun Ne Olduğu Sorunu

A)Suçun Biçimsel Anlayışı

  • Suçun biri biçimsel, diğeri öze ilişkin(maddi) iki anlayışı vardır.
  • Suçun biçimsel anlayışı, kaynağını ceza kanunundan alır. Ceza kanunu ile suç arasında çözülmesi mümkün olmayan bir bağ vardır; çünkü suç, ceza kanunu tarafından öngörülen emir veya yasağın ihlalinden ibarettir.
  • Suç, hukuk düzeninin ceza tehdidi ile yasakladığı bir fiil olarak tanımlanır. Bu soyut olarak nazara alınan suçtur.
  • Suç, kanunda yer alan soyut suç tanımına uygun bir fiildir. Bu da somut olarak nazara alınan suçtur.
  • Suçun biçimsel anlayışının doğru anlaşılabilmesi için fiili yasaklarken öngörülen müeyyidenin gerçek anlamda ceza olması gerektiği belirtilmelidir.

B)Suçun Öze İlişkin(Maddi) Anlayışı

  • Suçun öze ilişkin anlayışının yararlı olabilmesi için, bu anlayış, genelleştirme işlemine başvurularak doğrudan müsbet hukuktan çıkarılmalıdır.
  • Özü yönünden suçu, ahlaki düzeni ağır şekilde ihlal eden ve bu nedenle devlet tarafından hoşgörü ile karşılanamayan bir fiil olarak anlayan doktrin hukuki gerçeklere uygun değildir; çünkü yürürlükteki hukukun gayri ahlaki sayılmayan pek çok fiili ceza tehdidi altına aldığını gözardı etmektedir.
  • Özü yönünden suçu, her zaman ve her yerde ortalama bir dürüstlük ve merhamet duygularının toplum için zararlı olan hareketlerle ihlali olarak tanımlayan doktrin de hukukui gerçeklere uygun değildir; çünkü yürürlükteki hukukun suç saydığı fiillerin sadece merhamet ve dürüstlük duygularını değil, başka duyguları da ihlal ettiğini, ayrıca hukuk düzeninin cezalandırdığı bütün davranışların ortalama ahlak anlayışına aykırı olmadığını gözardı etmektedir.
  • Aynı şekilde, özü yönünden suçun hukuk normları koymaya yetkili kişilerin görüşü gereği, toplumun varlığını ve korunmasını imkansız kılan veya ağır biçimde tehlikeye sokan davranışlar olduğuna dair anlayış da hatalıdır; çünkü sadece bu tanım sadece ağır suçlara uygun düşmektedir, hafif suçlar yönünden aynı sonuca varmak mümkün değildir. Örneğin; başkasına ait malı tahrip etme, sosyal hayatı imkansız kılmaz veya ciddi bir tehlikeye sokmaz.
  • Suçu daima toplumun varlığı ve korunması yönünden bir tehdit olarak anlamak da doğru değildir; çünkü hukuk düzeninde geliştirici işleve sahip ceza normları da vardır.
  • Doğru bir anlayışa göre, suçun öze ilişkin anlayışını hukuki gerçeğe uygun bir biçimde ortaya koyabilmek, ancak devletin ülkede yaşayanları kendisine itaat ettirmek için ne zaman ceza müeyyidesine başvurduğunu göz önünde bulundurmakla mümkündür.
  • Ceza hukukçularının ortak görüşü, cezanın müeyyidelerin en ağırı olduğu şeklindedir. Ceza, sadece uygulanan kişi yönünden değil, onu uygulayan devlet yönünden de bir kötülüktür. Ceza, devlete önemli yükümlülükler getirir. Bu nedenledir ki, ceza, sapı olmayan kılıca benzetilir; çünkü kullananı da yaralar. Bu nedenle, özgürlükçü bir ceza hukuku, zorunda kalmadıkça cezaya başvurmaz.
  • Ceza müeyyidesine başvurmanın sınırlarını, insanın temel haklarını doğrudan veya dolaylı koruma zorunluluğu belirler.
  • Kanun koyucunun, sadece toplumu çok fazla ilgilendiren kurallara uyulmasını sağlamak için cezaya başvurduğu söylenemez. Ceza hukukunun esas itibariyle yardımcı veya tamamlayıcı olma özelliği gereği, diğer müeyyidelerin yetersiz veya uygulanamaz olduğunda da ceza müeyyidesine başvurmak gerekmektedir. Diğer müeyyidelerin yetersizliği veya imkansızlığı; devleti, cezaya başvurmaya zorlamaktadır.
  • Özü yönünden suç, kanun koyucunun değerlendirmesine göre devletin amaçları ile çatışan ve müeyyide olarak cezayı gerektiren bir insan davranışıdır.

Suç ve Diğer Hukuka Aykırı Fiiler

  • Doktrinde suç ile haksız fiil arasındaki ayrım çok tartışılmış, bu konuda öze ilişkin bir ölçüt bulmak için pek çok teşebbüste bulunulmuş; ancak kabul edilir sonuçlara ulaşılamamıştır.
  • Haksız fiilin kusursuz bir hukuka aykırı fiil olmasına karşılık suçun daima kasıtlı veya taksirli olduğu, haksız fiilin malvarlığına ilişkin menfaatleri ihlal etmesine karşılık suçun malvarlığa ilişkin olmayan menfaatleri ihlal ettiği, haksız fiilin temir edilebilir bir zarara neden olmasına karşılık suçun tamir edilemez bir zarar neden olduğu gibi ölçütlere itibar edilemeyeceği açıktır. Haksız fiil de kusurlu bir fiildir. Ayrıca malvarlığına menfaatleri ihlal eden suçlar vardır. Ek olarak haksız fiilden kaynaklanan zarar tamir edilemeyebilir; ama suçtan kaynaklanan zarar da tamir edilebilir.
  • Çok taraftar toplayan başka bir görüş ise, sosyal endişeyi esas alır ve kamusal huzurun bozulmasına dayanır. Bu görüşe göre, haksız fiil sadece bireysel zararlara sebep olabiliyorken; suç, sosyal endişeye, kamusal huzurun bozulmasına sebep olur. Bu da kabul edilemez; çünkü sosyal endişe uyandırmayabilen veya bir haksız fiilden daha az sosyal endişe uyandıran bazı önemsiz suçlar da vardır.
  • Başka bir akım ise, suçun, sosyal topluluğun menfaatlerini daha ağır bir şekilde ihlal ettiğini ve kurulu düzen yönünden daha büyük bir tehlike oluşturduğunu kabul eder, yani iki tip hukuka aykırı fiil arasında niceliksel bir farkın olduğunu savunur. Suçların çoğunun böyle bir karaktere sahip olduğu inkar edilemezse de bu ölçüt tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır; çünkü aksini yansıtan durumlar da vardır.
  • Suç ile haksız fiili birbirinden ayıran öze ilişkin bir farkılılık bulunamayınca; farklılığın bulunmadığına dair bir görüş doktrinde oluşmuştur. Suç, ceza ile müeyyide altına alınmış bir hukuka aykırı fiil iken; haksız fiil, kendisi için medeni müeyyide görülen bir hukuka aykırı fiildir. Yani, bir şeyin suç mu haksız fiil mi olduğunu, bunlar için öngörülen hukuki müeyyidenin mahiyetinden anlarız. Söz konusu ayrımın tamamen kanun koyucunun keyfine terk edildiği anlamına gelmez.
  • Suç ile idari müeyyidelerle müeyyide altına alınmış hukuka aykırı fiiller arasındaki ayrım konusundaki çabalar da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Böylece, iki türk hukuka aykırı fiil arasında sadece niceliksel bir ayrımın yapılabileceğini savunan görüşün haklılığı ortaya çıkmıştır.

Suçun Faili

  • Her suçun bir faili vardır. Her suç, insan tarafından işlenir. Ceza hukuku anlamında, hukuka aykırı fiili işleyen kimse suçun failidir.
  • Kanunda öngörülen suçların büyük bir çoğunluğu herhangi bir insan tarafından işlenebilirken; bazı suçlar ancak belli kişiler tarafından işlenebilmektedir. Kanun, suçun varlığı için failin belirli bir hukuki veya fiili durumda bulunmasını şart koşmaktadır. (zimmet suçunun varlığı için failin kamu görevlisi olması)
  • Herkes tarafından işlenemeyen suçlara, özgü(mahsus) suçlar denir.
  • Bir suun özgü suç mu herkes tarafından işlenebilecek bir suç mu olduğunu anlamak için kanunun “ her kim” veya “kimse” ifadesinden daha çok, suçu öngören normun büyük bir dikkatle incelenmesi gerekir. “kimse” ifadesi kullanılmasına rağmen özgü suç olan, suçlar vardır.
  • Özgü suçu oluşturan fiillerden bazıları, belli fiili veya hukuki niteliklere sahip olmayanlar tarafından işlendiğinde; daha ağır veya daha hafif bir başka suçu oluşturmaktadır. (kamu görevlisi tarafından işlenen zimmet suçu, kamu görevlisi olmayanlar tarafından işlendiğinde görevi kötüye kullanma suçu) Bu tür fiillerden bazıları, belli fiili veya hukuki niteliklere sahip olmayan kişiler tarafından işlendiğinde; herhangi bir suç söz konusu olmamaktadır. (evli birinin bir kez daha evlenmesi birden çok evlilik suçunu oluşturuyorken, bekar birinin evlenmesi suç oluşturmaz.)
  • Faile göre yapılan bir başka ayrım da tek failli ve çok failli suçlar ayrımıdır.

Suçun Hukuki Konusu

  • Suçun ihlal ediciliği, kaynağını hukuki konudan alır. Her suçta bir hukuki konu vardır. Suçun hukuki konusu, suçu öngören norm tarafından korunan ve suç tarafından ihlal edilen hukuki varlık veya menfaattir. Hukuken korunan varlıklara ve menfaatlere, hukuki varlık ve hukuki menfaat denir. Bu varlıklar veya menfaatler, maddi veya manevi nitelikte olabilir. Bu varlıklar veya menfaatler, kamusal, toplumsal veya bireysel de olabilir. Hukuki varlıklar ve menfaatler, ceza hukukunun köşe taşlarından biridir.
  • Suç, biçimsel yönden bir hukuk normuna aykırılıtan, özü itibariyle ise aynı normun korumak istediği varlık veya menfaatin ihlalinden ibarettir.
  • Hukuki konu, cezai korumayı hak eden hukuki varlık veya menfaatlerin kanun koyucu tarafından seçim, bu korumanın sınırlarının ve ağırlığının, dolayısıyla suç politikasının belirlenmesi yönünden olduğu gibi, suçların tasnifi ve kanunun yorumu yönünden de önemli bir işleve sahiptir.

Suçun Maddi Konusu

  • Yaygın anlayışa göre suçun maddi konusu, üzerinde suçun işlendiği doğal varlık, insan veya şeydir.
  • Maddi konu, kanunui tip yönünden ya kurucu unsur olarak veya suça etki eden neden olarak önem ifade edebilir.
  • Doğal varlığı olmayan tüzel kişiler, dini varlıklar suçun maddi konusunu oluşturamaz. İnsan cesedi de maddi konu olabilir.
  • Bazı suçların maddi konusu nitelikli insandır. Bu suçlarda kanun belli niteliği olan insanı nazara almıştır. (sadece cumhurbaşkanına karşı işlenebilecek suçlar) Fiil, kanunun öngördüğü belli nitelikten yoksun bir insan üzerinde işlenirse; ya suç oluşturmaz veya başka bir suçu oluşturur.
  • Suçun maddi konusu, nitelikli bir şey ya da hayvan olabilir. Cisim olmayan şeyler, maddi konu olamaz.
  • Aksi görüşe rağmen, pek çok suçun maddi konusu yoktur. Kural olarak sonucu olmayan suçlar, aynı zamanda maddi konusu da olmayan suçlardır. Bunların objektif olarak tamamlanmaları için, kanundaki davranışın gerçekleştirilmesi yeterlidir. (bazı sırf hareket suçları ve sırf ihmal suçları)
  • Bunlar, suçun hukuki konusu ile maddi konusunun farklı kavramlar olduğunu ortaya koymaktadır. Hukuki konuyu oluşturan varlık veya menfaatler, maddi ya da manevi nitelikte olabiliyorken; maddi konuyu sadece doğal varlıklar, yani maddi veya fiziki yapıya sahip olan varlıklar oluşturabilir. (hırsızlıkta maddi konu taşınır mal, hukuki konu zilyetlik) (öldürmede maddi konu insan vücudu, hukuki konu hayat) (yaralamada maddi konu insan vücudu, hukuki konu vücut bütünlüğü)

Suçun Mağduru (Pasif Süjesi)

  • Her suçun bir mağduru veya pasif süjesi olduğu kuşkusuzdur. Bir insan bir suçun hem aktif süjesi hem pasif süjesi olamaz. (kendi kendini sakatlama başkasını etkilemezse suç değildir) (bir insanın kendini askerliğe yaramayacak hale getirmesi suçtur; çünkü askerlik hizmeti yapmasına ilişkin devlet menfaati ihlal edilmektedir. Pasif süje devlettir.) (bir kimsenin sigorta bedelini almak maksadıyla kendi evini tahrip etmesi de suçtur; çünkü sigorta şirketinin malvarlığı ihlal edilmektedir. Pasif süje sigorta şirketidir.)
  • Pasif süjeyi belirlemek kolay değildir; çünkü suçu oluşturan fiiller, birden çok kişiye zarar verebilir. (hırsızlıkta bir malın zilyedinden başka, o kişinin alacaklısı da zarar görür.)
  • Pasif süjeyi belirlemek adına pek çok yazar “doğrudan zarar” ölçütüne başvurmaktadır. Yani suçu oluşturan faaliyetin doğrudan sonuçlarına katlanan kişiyi pasif süje olarak kabul etmektedir. Ancak bu ölçüt pek tatmin edici değildir; çünkü hem pasif süje ile suçun maddi konusunun karıştırılmasına sebep olabilir hem de davranışın sonuçlarından hangilerinin doğrudan hangisinin dolaylı olduğunu belirlemek kolay değildir.
  • Pasif süjeyi belirlemek için hukuki korumanın esas konusunu oluşturan varlık veya menfaat belirlenmelidir. Suçu oluşturan hareketten çeşitli menfaatler zarar görebilir; ancak suçun varlığı için bunlardan birinin ihlal edilmesi zorunludur. Pasif süje, ceza normu tarafından ihlal edilen, yani suçun hukuki konusunu oluşturan hukuki varlık veya menfaatin sahibi veya hamilidir. (hırsızlıkta pasif süje çalınanın alacaklısı değil, çalınan şeyin zilyedidir.)
  • Her suç dolaylı olarak, belirli varlık veya menfaatleri ihlal etmek suretiyle, cezai korumanın konusunu oluşturan genel menfaati de ihlal eder. Bu genel menfaat devlete ait olduğundan, her suçun biri devamlı ve genel, diğeri özel olmak üzere iki pasif süjesi vardır. Devlet, her suçun devamlı pasif süjesidir. Ancak suçun pasif süjesi denilince, o varlık veya menfaatin sahibi, doğrudan saldırıya uğrayan birey, aile, toplum,devlet veya devletler topluluğu anlaşılır.
  • Psiko-fizik varlık olarak nazara alınan insan, pasif süje olabilir. Malvarlığına ilişkin suçlar gibi, bazı suçların mahiyeti izin verdiğinde, tüzel kişiler de pasif süje olabilir; çünkü tüzel kişiler bağımsız bir varlıktır ve özgü varlık veya menfaatlere sahiptir.
  • Tüzel kişiliğe sahip olmayan kollektif organizmalar, yani aile, toplum gibi, yönünden sorun çıkmaktadır. Bu organizmaların pasif süje olup olamayacağı tartışmalıdır. Bazı yazarlar pasif süje olamayacaklarını ileri sürer ve bu topluluklara karşı işlenen suçlara pasif süjesi belirsiz olan suçlar olarak tanımlamışlardır. (çevreye karşı suçlar, genel ahlaka karşı suçlar) Bu suçlarda ihlal edilen menfaat, gayri muayyen bir topluluğa aittir ve gayri muayyen sayıda bireyi hedef alır.
  • Suçun pasif süjesi sorunu, varlıkları veya menfaatleri hukuki yönden bir kişiye bağlamak sorunu değildir; çünkü devlet her suçun devamlı pasif süjesidir. Sorun, varlık veya menfaatlerin belirli sosyal grupların etrafında toplanması sorunudur. Kendilerine özgü ihtiyaçkaru tatmin eden varlık veya menfaatlerin hamili olan, aile ve toplum gibi sosyal topluluklar da suçun pasif süjesi olabilir.
  • Suçun maddi konusu ile pasif süje de birbirinden ayrılmalıdır. Maddi konu birey olunca bu iki kavram örtüşebilir. (insan öldürme ve yaralama suçları) Ancak pasif süje, maddi konuyu oluşturan kişiden başka bir kişi de olabilir. (kendini askerliğe yaramaz hale getirme suçunda maddi konu failin kendisidir, pasif süjesi ise devlettir.)
  • Kural olarak örtüşseler bile suçun pasif süjesi ile suçtan zarar göreni birbirinden ayırmak gerekir. Suçtan zarar gören, bir tazminat isteyebilir. Suçtan zarar gören suçun pasif süjesi olmayabilir. (insan öldürme suçunda pasif süje ölen, suçtan zarar görenler ise ölenin yakınlarıdır.)
  • İhlal edilen varlık veya menfaatin sahibi veya hamili birden fazla ise pasif süje de birden fazla olabilir. (birden çok kişiye ait olan bir konutun dokunulmazlığının ihlali)

Hukuka Aykırılık

  • Suç, cezai nitelikteki hukuk düzeninin bir kuralının ihlalinden ibarte bulunduğuna göre, suçun temel özelliği hukukla çatışmasıdır. Bu çatışma veya aykırılık, hukuka aykırılık olarak adlandırılır.
  • Hukuka aykırılık, çok yaygın bir doktrin tarafından savunulduğunun aksine, suçun kurucu unsuru değildir; daha fazla bir şeydir, suçun özüdür, hatta kendisidir. Suç, ceza normunun ihlali olduğuna ve suçun özü bu ilişkiden ibaret bulunduğuna göre, hukuka aykırılığı suçu oluşturan unsurlardan biri olarak kabul etmek mümkün değildir.
  • Hukuka aykırılığı tespit ederken, ceza hukuku düzeni, yasaklanan fiilleri mümkün olduğu ölçüde kesin bir biçimde ortaya koyma yoluna gitmiştir. Kanun koyucu, yasakladığı fiillerin her birinin özelliklerin belirler, yani bunları vatandaşın neyin yasak neyin serbest olduğunu bilebilmesini sağlayacak biçimde tanımlar. Suç yaratan her norm, bir suçun soyut tipini veya modelini ortaya koyar.
  • Kanun koyucu, sosyal hayat ilişkilerinin karmaşıklı ve çeşitli menfaatlerin birbiriyle kesişmesi gibi nedenlerele, kural olarak yasaklanmış bazı davranışlara bazen izin verebilir, hatta emredebilir. Fiil, ceza normunda tanımlanan bütün unsurları taşımasına rağmen cezalandırılmaz. (bir şahsın ölümüne neden olmak normalde yasak iken, meşru savunma durumunda o kişi ceza almaz) Bu durumlarda, hukuka uygunluk nedenlerinden söz edilir.
  • Hukuk düzeni tarafından izlenen sistem bu olunca, bir fiilin suç teşkil edebilmesi için, kanunun öngördüğü suç ipotezlerinden birine uyması yeterli değildir; ayrıca hukuka uygunluk nedenlerinin bulunmaması da gerekmektedir.
  • Bir anlayış, hukuka aykırılığı, biçimsel ve maddi olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Buna göre hareket kanunun bir emrini veya yasağını ihlal ettiği için biçimsel olarak, hukuken korunan bir varlık veya menfaate zarar verdiği veya tehlikeye soktuğu için maddi olarak aykırıdır. Maddi hukuka aykırılık anlayışı, daha etkili bir sosyal savunma sağlasa da aşırı politik bir alet haline gelebileceği için çok tehlikelidir.
  • Hukuk aykırılık tektir ve fiiil ile hukuk düzeninin normları arasındaki çatışmadan kaynaklanır. Ancak hukuka aykırılık, biçimsel bir özellik taşımasının yanında, içerikten de yoksun değildir; maddi veya öze ilişkin bir özellik de taşır. Hukuka aykırılığın içeriği, hukuken korunan varlık veya menfaatin ihlalinden ibarettir.

Suçta Zarar

  • Suçta daima bir sosyal zarar vardır. Bu zarar, fiil ile devletin menfaatleri arasındaki çatışmada yer alır. Söz konusu zarar, fiili suç haline getirmenin amacının, nedenini ortaya koyar.
  • Suçta bir de doğrudan zarar adı verilen ve suçun özünü oluşturan, bu itibarla suçun varlığı için zorunlu olan bir zarar söz konusudurç Bu zarar hukuken korunan kamusal veya özel nitelikteki bir varlığın veya menfaatin ihlalinden doğar. Bu ihlal, her suçta mutlaka vardır.
  • Zararsız veya tehlikesiz suçtan söz etmek, tam bir çelişkidir. Kanun koyucunun, bunları kaprisli bir diktatör olarak yapmadığı açıktır. Kanun koyucu, bazı davranışları toplumun refahı veya ulaşmak istediği hedefler yönünden zararlı veya tehlikeli kabul ettiği için yasaklamaktadır.
  • Modern ceza hukuku, davranışın sadece gerçekleşmiş olan zararlı etkilerini değil, gerçekleşebilecek etkilerini yani tehlike şeklindeki etkilerini de göz önüne almaktadır. Bu itibarlahuki varlık veya menfaatin ihlali, zarar veya tehlikeye koyma şeklinde çıkabilir.
  • Zarar, korunan varlık veya menfaatin gerçek bir zarara uğratılması şeklinde somutlaşır ve korunan varlık veya menfaatin imhasından(insanın ölmesi), azalmasından(insanın yaralanması) veya kaybından(şey üzerindeki yetki kaybından) ibaret olabilir.
  • Tehlikeye koyma ise sadece tehdit edilen varlık veya menfaatin potansiyel zarar olarak somutlaşır. (içecek veya yiyeceklere zehirli madde katma suçu) Tehlike, modern ceza hukuku için hem vazgeçilemez hem de esasının belirlenmesi konusundaki ölçütleri çok tartışmalı olan son derece güç bir kavramdır.
  • Modern anlayışa göre, davranışın gerçekleştirildiği andaki şartlar nazara alınarak yapılan değerlendirmede, dönemin en ileri bilim ve tecrübesine göre zararlı sonuç muhtemel olarak öngörülebilir olduğunda tehlikeden söz edilir. Tehlike, hukuka aykırı ve zarrarlı bir sonucun gerçekleşmesi ihtimalinden ibarettir.
  • Tehlikeden söz edilebilmesi için basit bir mümkün olması yeterli değildir. Aksi halde hukuka aykırı bir sonuca yönelik her davranışı tehlikeli kabul etmek gibi bir yanlışa düşülür. Basit bir mümkün olmadan daha çok, yani bir muhtemel olma gereklidir. Ancak bu muhtemel olmanın bir derecesi yoktur, herhangi bir derece olması yeterlidir.

Suçun İncelenmesinde İzlenen Metotlar

  • Suçun incelenmesinde ve anlaşılmasında, tahlilci(analitik) metot ve bütüncü(sentetik) metot olarak iki metot izlenmiştir.
  • Suçu unsurlarına ayırarark inceleme, suçun biçimsel anlayışının ve bu anlayışın altındaki “kanunsuz suç olmaz” şeklindeki garanti edici ilkenin ve hukuki belirginlik ve güvenin gereğidir.
  • Kanun tarafından yasaklananın ne olduğu, somut fiilin ona uygun olup olmadığını, bvu fiilin cezalandırılıp cezalandırılamayacağını doğru bir biçimde tespit edebilmek için; kanunui tipin kurucu unsurlarının ortaya konulması gerekmektedir. Ancak doktrin, suçu analitik metotla incelerken çok ileri gitmiştir ve konuya açıklık getirmeyen bir kısım soyutlamalar ortaya koymuştur. Bu aşırılık, suçu çeşitli unsurlara ayırmakla kalmayıp, bunlardan her birini bağımsız bir varlığa sahip bir şey olarak kabul etmeye kadar vardırdı.
  • Bu tür analitik bir incelemeye tepki olarak, suçun birleştirici anlayışı gelişti. Bu anlayışa göre, suç bölünemez bir bütündür ve farklı görünümlere sahip olabilirse de kendisini oluşturan unsurlara bölünemez.
  • Suçun bir bütün olarak incelenmesi, sezgilere ve rasyonel olmayan anlayışlara doğru yönelteceğinden; izlenmesi gereken metot, daima onu unsurlarına ayırarark inceleme metotudur. Bu, bilimsel-sistematik gereklerin sonucudur. Ayrıca objektif niteliği sebebiyle, pratik ve didaktik açıdan da daha uygundur.
  • Suçun analizinin hedefi yine kendisi olmamalıdır. Bu tür bir inceleme, suçun hukuki-kültürel bütünlüğü yönünden anlaşılmasının aracı olmalı; sonunda bilinçli bir senteze varbilmek için suçu bir bütün olarak kavrayabilmek için gerekli olan ayrımlarlar yetinilmelidir.
  • Suçu unsurlarına ayırarark incelemede, her şeyden önce asli unsurları arızi unsurlardan ayırmak gerekir. Suçun esasaını oluşturan unsurlar asli unsurlardır, bunlara kurucu unsurlar da denir. Arızi unsurlar ise varlıkları veya yoklukları suçun gerçekleştirilmesine etki etmeyen; ancak suçun veya daha çok cezanın ağırlığını etkileyen unsurlardır, bunlara suça etki eden nedenler de denir.
  • Asli unsurlar da genel ve özel olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün suçlara ait olan yani her suçta rastlanan unsurlar, genel kurucu unsurlardır. Buna karşılık çeşitli suç tiplerini oluşturan, yani her bir suçta özel bir fizyonomi yeren unsurlar, özel kurucu unsurlardır.

 

 

Suçun İkili ve Üçlü Ayrımı

  • Suçun analitik biçimde incelenmesi iki teorinin doğmasına sebep olmuştur. İkili ayrım adı verilen geleneksel teoriye göre suç, kusurlu irade ile işlenben bir fiildir. Suçun biri maddi(objektif) biri manevi(sübjektif) olmak üzere iki genel kurucu unsuru vardır. Üçlü ayrım adı verilen teoriye göre ise; suç, hukuka aykırı ve kusurlu bir insan fiildir. Suçun, biri tipik fiil, biri hukuka aykırılık ve diğeri de kusurluluk olmak üzere üç genel kurucu unsuru vardır.
  • Üçlü ayrımın, suçun unsurlarının sistemleştirilmesi konsundaki büyük çabalarına rağmen, hukuka aykırılığı suçun kurucu unsuru olarak kabul etmesi isabetli sayılamaz; çünkü hukuka aykırılık, suçun unsuru değil özüdür. Fiil ve kusurluluk doğal dünyaya ait fenomenlerken, hukuka aykırılık bir yargıdır; bu yüzden bir araya gelmeleri ve aralarında bir koordinasyon sağlanması mümkün değildir.
  • İkili ayrımı benimsemek daha doğrudur; her suçta daima bir maddi fiil, insan tarafından gerçekleştirilen bir davranış vardır.
  • Suçta daima psişik mahiyette bir unsur da vardır. Bu maddi fiilin kaynağını oluşturan iradedir, iradenin davranışıdır.
  • İkili ayrım ayrıca sağlam bir mantıki temel dayanmaktadır. İnsan madde ve ruhtan oluştuğuna göre, bir insan fiili olan suçta da biri maddi diğeri manevi iki unsuru belirlemek mümkündür. Bu dualizm, eşyanın doğasında vardır.

Suçun Ön Şartları

  • Suçun esaslı unsurlarının yanında suçun ön şartları olduğu ileri sürülmüştür; ancak bu şartların neler olduğu konusunda bir görüş birliği bulunmamaktadır.
  • Bir anlayışa göre, suöun genel ön şartı, kural ve müeyyide unsurarını içeren ceza normudur; ancak bu anlayış, hukuki müessese olarak suç ile fiili müessese olarak suçu karışmaktadır. Analitik inceleme yönünden suç, fiili müessese olarak değil hukuki müessese olarak inceleme konusu yapılmaktadır.
  • Bir başka anlayış ise, faili ve suç fiilinin ihlal ettiği hukuki varlığı suçun genel ön şartı olarak kabul eder, hatta pasif süjeyi ekleyenler de vardır. Bu görüşler, kabul edilebilir değildir; çünkü aktif süje, pasif süje ve ihlal edilen hukuki varlığın, suç genel teorisinde kendilerine özgü yerleri vardır ve ön şart adı altında yeni bir kategoriye gerek yoktur.
  • Üçüncü bir anlayış ise isnat edilebilirliği suçun genel ön şartı olarak öne sürer; ancak isnat edilebilirlik faile ceza verilebilmesi için aranan bir şart olduğundan suöun ön şartı olarak kabul edilemez.
  • Doktrinde bir de fiilin ön şartlarından söz edilmektedir. Bazı suçların varlığı yönünden gerekli olan ve suç fiilinden önce gelen, hatta ondan bağımsız olan fiili veya hukuki unsurlar kastedilmektedir. (hırsızlık suçu yönünden şeyin başkasına ait olması) Fiilin ön şartları şeklindeki bir kategori kabul edilebilir; ancak bunun fiilin ön şartları yerine davranışın ön şartları şeklinde ifade edilmesi daha doğrudur; çünkü bu unsurlar, suçların yapısına dahildirler, dolayısıyla asli unsurdurlar. (çoçuk düşürme suçu yönünden gebelik durumu)

DAVRANIŞ

Maddi Unsuru Oluşturan Unsurlar

  • Suç, her şeyden önce bir fiilden ibarettir.
  • Fiil, maddi yönden çeşitli unsurların varlığını gerektirir. Objektif olarak nazara alınan suç fiili, iki grup unsuru içermektedir.
  • Birinci grup pozitif unsurlar, yani bulunması gereken unsurlardır. Bunlar davranış, kanunun gerekli gördüğü hallerde sonuç ve bu ikisi arasındaki nedensellik ilişkisidir.
  • İkinci grup negatif unsurlar, bulunmaması gereken unsurlardır. Hukuka uygunluk sebeplerinin bulunmaması, yani suçun meşru savunma, zorunluluk durumu ve benzeri durumların kabulüne imkan vermeyen bir durumda gerçekleşmesidir.
  • Hukuka aykırı fiilin, yani suçun varlığı için her şeyden önce yapma veya yapmama biçiminde bir davranışa gerek vardır. Bu davranış olmadan suç düşünülemez.
  • İnsan davranışı, suçun maddi unsurunu tek başına oluşturamaz. Davranışın bir sonucu da olması gerekir, yani dış dünyada bir değişiklik meydana gelmelidir. Buna suçun sonucu veya sonuç denir. (adam öldürme suçunda insanın ölmesi gibi)
  • Davranış ve sonuç birbirinden bağımsız iki farklı kavramdır. Bunlar arasında bir bağın, nedensellik ilişkisinin bulunması gerekir. Bu bağ olmadan, dış olayın veya değişikliğin yapılan davranışın sonucu olarak kabul edilemez.
  • Suçun maddi unsurunu oluşturan, pozitif, yani bulunması gerekli olan unsurlar davranış, sonuç ve nedensellik bağıdır.

Genel Olarak Davranış

  • Sadece dış dünyada ortaya çıkan insan davranışları değil; düşünce, arzu gibi bilinç altında gerçekleşen davranışlar da insan davranışıdır; ancak insanın iç dünyasına olan ilişkin davranışlar, ceza hukukunun konusunu oluşturmaz; çünkü suç, daima dış dünyada gerçekleşen bir olaydır. Ceza hukuku yönünden davranış, sadece dış dünyada açığan çıkan bir insan davranışıdır.
  • Davrannış yapma ve yapmama biçiminde olabilir. Yapma halinde hareket, yapmama halinde ise ihmal söz konusudur. İhmal, hareketin antitezidir; ancak ihmal de insanın dışa yansıyan bir davranışıdır.
  • Davranışsız suç olabileceğini, sadece bireysel bir durumdan ibaret bulunan suçların varlığı ileri sürülmüştür. Bu tür suçlara sırf şüphe suçları veya durum suçları adları verilmektedir. (eski ceza kanununda bulunan bir kimsenin üzerinde kendi haliyle mütenasip olmayan para ve eşya bulunma suçu)
  • Ceza hukukçuların büyük çoğunluğunun düşüncesine uygun olarak, davranışsız suçların varlığı kabul edilemez. Günümüz hukuku yönünden normun ihlalinden dolayısıyla suçtan bahsedebilmek için, bir insan davranışı zorunludur. (yukarıdaki örnekteki para taşıma olayında da eşyanın zilyeti olmak veya taşımak vardır ve bunlar da davranıştır.)

Hareket

  • Tabiatçı anlamda hareket, insan vücudunun norm tarafından korunan varlık veya menfaati ihlal etmeye elverişli bir faaliyetinden ibarettir. Kasların bu faaliyeti, iradenn açığa çıkışını ifade eder.
  • El, kol ve bacak hareketleri belli başlı hareket tipleridir, hareket sık sık sözle de somutlaşır. Konuşmak dahi belirli bir kas faaliyetinin sonucudur.
  • Hareket çok defa vücudun tek bir faaliyetinden oluşmaz; aksine vücudun çeşitli faaliyetlerinin bir bütünü olarak ortaya çıkar. Bu durumda ne zaman tek bir hareket ne zaman birden çok hareket olduğu tartışmalıdır; bunun sebebi tek bir suçun mu birden çok suçun mu olduğunu belirlemek yönünden önemlidir.
  • İnsan, sadece belli hedeflere ulaşmak için faaliyette bulunduğu zaman nazara alınmalıdır. Hareket etmek, bilinçli hedefler için faaliyette bulunmayı ifade eder. Bu nedenle hareket, kural olarak, belli bir hedefe yönelmiş bir insan faaliyetidir. Harekete bir bütün olma özelliğini veren bilinçli bir harekete yönelmiş olmasıdır. Hedefin tekliği, buna yönelmiş bulunan dış faaliyetleri birleştiri ve tek bir hareket haline getirir. (öldürmek amacıyla birden çok bıçak darbesi saplayan kişi, tek bir hareket yapmıştır.)
  • Ancak hedefin veya amacın tek olmasın, her zaman hareketin tek olmasını da gerektirmez. (bir kimsenin itibarını zedelemek için çeşitli vesilelerle o kişi hakkında iftiralarda bulunulması) Hareketin tek olması için hedefin tek olması yeterli değildir. Birden çok faaliyet, aralarında önemli sayılabilecek bir zaman aralığı olmaksızın, birbirini izlemelidir.

İhmal

  • İhmali davranışı fiziki-tabiatçı esasa dayandırma çabasıyla, ihmali davranışın hiçbir şey yapmamak değil, yapılması gereken yerine yapılan hareketten ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Bu anlayış, itirazlarla karşılaşmıştır. Bir hareketi ihmal eden kişi, bir başka hareket yapmamış da olabilir. (kişi uyumaya devam etmek suretiyle tamamen hareketsiz de kalabilir) Ayrıca yapılması gereken yerine yapılan hareketten hangisinin yapılması gerekenin yerini alacağını belirlemek de mümkün değildir. Ek olarak, yapılması gereken hareket yerine yapılan hareketin hukuk yönünden tamamen önemsiz ve suçla alakasız da olabilir. (bir kimsenin gelirini kanuni sürede bildirmemesi halinde yargıç onun o zaman sürecinde ne yaptığını araştırmaz)
  • Günümüz doktrini, ihmalin normatif bir esasa sahip olduğu konusunda görüş birliğine varmıştır. İhmalin gerçek esası, bireyin yapmak zorunda olduğu hareketi yapmamasından ibarettir. Ancak bütün ihmali davranışlar değil, sadece hukuk kuralları ile çatışan ihmali davranışlar hukuku ilgilendirmektedir.

Davranışa Göre Suçların Ayrım

  • Yapma biçimindek veya aktif bir davranışla gerçekleştirilen suçlar hareket suçlarıdır. Yapmama biçimindeki veya ihmali bir davranışla gerçekleştirilen suçlar ihmal suçlarıdır. Bazı suçlar sırf hareketle, bazı suçlar sırf ihmalle gerçekleştirilebiliyorken; bazı suçlar hareketle de ihmalle de gerçekleştirilebilir. (insan öldürme suçu hem ateş etmekle gerçekleştirilebilir hem de çoçuğu beslememek-hastayı tedavi etmemek gibi bir ihmalle de gerçekleştirilebilir.)
  • Suçlar, bir de bağlı hareketli suçlar ve serbest hareketli suçlar olarak ikiye ayrılır. Bağlı hareketli suçlar, tipik hareketin belirli şekilde veya belirli vasıtalarla işlenmesini öngördüğü suçlardır. (hırsızlıkta şeyin zilyetliğinin onu bulunduğu yerden almak suretiyle ele geçirilmesi) Serbest hareketli suçlar ise hareketin tipik sonuç yönünden nedensel bir değer taşımasının, yani onu meydana getirmeye elverişli olmasının yeterli kabul edildiği suçlardır. (insan öldürme suçu, öldürmeye elverişli herhangi bir hareket ve vasıta ile işlenebilir.)
  • İhmali suçlar alanında da sırf ihmal suçları ile ihmal suretiyle icra suçlarını birbirinden ayırmak gerekir. Sırf ihmal suçları, yapılması gereken hareketin yapılmamasıyla oluşur. (suçu ihbar etmeme suçu) Kanun burada, bizatihi ihmalin özel tipini cezalandırmaktadır. İhmal suretiyle icra suçlarında ise ihmalin maddi bir sonuca neden olması gerekir. (annenin çoçuğunu emzirmemesi nedeniyle çocuğun ölmesi) Burada ise kanun, bizatihi ihmali değil, sonucu önlememeyi cezalandırmaktadır.

SONUÇ

Doğalcı Anlayış

  • Sonuç, hareket veya ihmalden kaynaklanan bir olaydır. Bu kavramın anlamı ile davranış ile olan bağı konusunda iki anlayış çatışma halindedir: Doğalcı sonuç anlayışı ve hukuki sonuç anlayışı
  • Çoğunluğun benimsediği görüşe göre sonuç, davranışın doğal bir etkisidir, yani dış dünyada meydana gelen ve nedensellik bağıyla insan davranışına bağlı olan bir değişikliktir. Sonuç, davranışın dışında, ondan farklı ve net olarak ayrılan, ancak onunla bağlantısı bulunan bir olgudur. Bu doğal etki, fiziki, fizyolojik veya psikolojik olabilir.
  • İnsan davranışlarının etkileri, çok çeşitlidir; ama insan davranışının tüm sonuçları değil, sadece bazıları hukuku ilgilendirir. Teknik anlamda sonuç, insan davranışının dış dünyada meydana getirdiği ve hukuk düzeninin cezai sonuçlar bağlamak suretiyle nazara aldığı doğal değişikliktir. Sadece suçun kurucu unsuru olan dış değişiklik değil, cezayı ağırlaştırıcı nedeni oluşturan dış değişiklik de bu anlamda sonuçtur. (terk sonucu yaralanma veya ölüm)
  • Suçların büyük çoğunluğunun tipik sonucu tektir. Buna karşılık birden çok tipik sonucu içeren suçlar da vardır. (dolandırıcılık suçunda aldatılanın hatası, bu kişinin veya başkasının zararı, failin veya başkasının menfaati tipik sonuçlardır.)
  • Sonucun doğalcı anlayışı esas alındığında, bunun her suçta daima bulunması gereken bir unsur olmadığını kabul etmek gerecektir; çünkü bazı suç tiplerinin gerçekleşebilmesi için kanun sadece belirli bir davranışı yeterli görmekte ve dış dünyada bir değişiklik meydana gelmesini aramamaktadır. (ceza infaz kurumundan kaçma suçu)
  • Sonuç, davranışın ürünü olduğu için davranıştan sonra meydana gelir. Sonuç ile davranışın aynı anda olduğu izlenimine kapınılan hallerde bile minimum bile olsa bir zaman aralığı vardır. Davranış ile sonuç arasında geçen zamanın önemi yoktur. (adam öldürme suçunun oluşabilmesi için, ölüm sonucunun davranıştan hemen sonra veya birkaç gün sonra gerçekleşmesi önemli değildir.)
  • Sonucun davranıştan başka bir zamanda gerçekleşmesi halinde sonucu gecikmiş suçlar, sonucun davranıştan başka bir yerde gerçekleşmesi halinde ise mesafe suçları söz konusudur. (başka bir ülkeden göndereilen patlayıcının neden olduğu yaralanma)

Hukuki Anlayış

  • Bu anlayışa göre sonuç, davranışın ihlal edici etkisinden, yani normun koruduğu menfaatin veya varlığın ihlalinden ibarettir. Bu anlayış yönünden, ihlalin davranışı izlemesi şart değildir. Korunan menfaatin ihlali, bazı suçlarda davranıştan sonra gerçekleşmekte ise de bazı suçlarda davranışla hemzamandır. Bu durum, sırf davranış suçlarında böyledir.
  • Suç korunan menfaatin veya varlığın ihlali olduğuna göre; hukuki anlamda sonuç, sırf davranış suçları da dahil her suçta vardır. Sırf davranış suçlarında bile davranış ile korunan menfaat veya varlığın ihlali arasında mantıki bir nedensellik bağını tespit etmek mümkündür. Bu itibarla söz konusu anlayışa göre davranış suçu ve sonuç suçu ayrımı anlamsızdır.
  • Nedensellik bağı, suça teşebbüs, ihmal suretiyle icra suçları gibi çeşitli sorunlar yönünden hukukun insan davranışlarının doğal sonuçlarını nazara almak zorunda olduğu gözönünde bulundurulduğunda, hukuki sonuç anlayışı kabul edilemez.

Sonuca Göre Suçların Ayrımı

  • Bir kısım suçlar sadece belli bir hareketin veya ihmalin gerçekleştirilmesiyle tamamlanırlar. Bunlara sırf davranış suçları denir. (askeri yasak bölgelere girme, konut dokunulmazlığının ihlali) Diğer bir kısım suçların tamamlanması için kanun hareketin veya ihmalin belirli bir dış etki doğurmasını şart koşmaktadır. Bunlara sonuç suçları denir. (adam öldürme, yaralama)
  • İki suç türünün yapısı oldukça farklıdır. Sırf davranış suçlarında tipik ipotez bir ihmalden veya hareketten ibarettir. Sonuç suçlarında ise tipik ipotez, bir insan davranışından ve bunun doğal bir sonucundan oluşur.
  • Sonuçla ilgili yapılan bir başka ayrım da zarar suçu ve tehlike suçu ayrımıdır. Bu ayrım, suç fiilinin özünü oluşturan hukuki ihlali, yani hukuken korunan menfaatin veya varlığın ihlalini esas almaktadır. Bu ayrımın, kesin bir biçimde ortaya konulabilmesi için suçu oluşturan hareketin doğrudan sonucunu nazara almak gerekir; çünkü bir hareket, çok defa, hem tehlikeye hem de zarar neden olur.
  • Bu itibarla suçun tamamlandığı an esasa alınarak, suçu oluşturan fiilin korunan varlık veya menfaati sadece tehlikeye mi soktuğu yoksa ona zarar mı verdiği belirlenmelidir. Tamamlanmış sayılmaları için korunana varlık veya menfaatin imha edilmesi veya azaltılması gereken suçlar zarar suçlarıdır. (insan öldürme suçu)
  • Tamamlanmış sayılmaları için korunan varlık veya menfaatin sadece tehdit edilmiş olması yeterli sayılan suçlar tehlike suçlarıdır. (inşaat veya yıkımla ilgili emniyet kurallarına uymama suçu, hayvanı tehlike yaratabilecek şekilde serbest bırakma suçu)
  • Bu ayrım, sadece maddi varlıkları ihlal eden suçlarda güvenilir bir biçimde uygulanabilir. Korunan varlık gayri maddi ise zararı tehlikeden ayırmak oldukça güçtür.
  • Bir başka ayrım da tehlike suçları arasında yapılan somut tehlike suçları ve soyut tehlike suçları ayrımıdır. Somut tehlike suçlarından söz edilebilmesi için tehlikenin gerçekten var olması gerekir. Bu tehlike, her somut olayda, bunun somut varlığına göre belirlenmelidir.
  • Soyut tehlke suçlarında ise; ortak tecrübeye göre tehlikeli kabul edilen davranışta örülü olarak var olan tehlikedir ve bu hallerde yargıç sadece davranışın tipe uygunluğunu tespit edebilir; çünkü davranışın gerçekleştirildiği sırada zararlı sonucun gerçekleşmesi için gerekli olan şartların mevcut olup olmadığını kontrol etmek mümkün değildir. (alenen cinsel ilişkide bulunma suçu yönünden başka kişilerin hayasızca hareketler yapıldığı sırada oraya gelip gelemeyeceği bilinemez.)
  • Bazıları varsayılan tehlike suçlarından söz etse de bunlar da aslında soyut tehlike suçlarından başka bir şey değildir.

NEDENSELLİK BAĞI

Nedensellik Sorunu

  • Dış dünyada meydana gelen değişikliğin bir insana bağlanabilmesi için; bu değişiklik, insan davranışından kaynaklanmalıdır; başka bir deyişle bu ikisi arasında bir nedensellik bağı bulunmalıdır.
  • Nedensellik ilişkisi sorunu, sonucu birden çok şartın meydana getirmesi ve insanın dış dünyada oluşan değişikliklerin bütün şartlarını gerçekleştirmemesi, aksine onun davranışlarına daima başka şartların da katılması olayından kaynaklanmaktadır.
  • Doktrinde bu konuda, çok değişik görüşler olsa da bunlardan en önemli üç tanesi; doğal nedensellik anlayışı, uygun nedensellik anlayışı ve insani nedensellik anlayışıdır.

Doğal Nedensellik Anlayışı

  • Alman hukukçusu Von Buri tarafından ortaya atılan bu anlayış, nedenselliği mantıki-doğalcı bir anlamda kabul eder. Bir sonucu meydana getirmek için gerekli ve yeterli olan şartların bütünü o sonucun nedenidir. Sonucun çeşitli şartları arasında o snuca neden olma yönünden hiçbir fark yoktur; bütün şartlar birbirine eşittir. Nedensellik bağının varlığı için insanın sonuca ilişkin herhangi bir şartı yani sonucun ortaya çıkması için zorunlu olan bir unsuru gerçekleştirmesi yeterlidir. Yapılan davranış zihnen ortadan kaldırıldığında sonuç gerçekleşmeyecekse, o davranış sonucun zorunlu şartıdır.
  • Bu anlayış eleştirilmiştir; çünkü bir kere sonucun gerçekleşebilmesi için varlığı zorunlu lan bütün şartları sonucun nedeni saydığından cezai sorumluluğun sınırlarını, hukuk ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak biçimde çok genişletmektedir. (ateş ederek adam öldürme olayında, ateş etme davranışı kadar silah satma, silahı yapma, silahı icat etme ve barutu bulmayı da sonucun zorunlu şartı kabul etmektedir ve bu davranışlarla ölüm sonucu arasında bir nedensellik bağı kurmaktadır.)
  • Bu anlayışın savunucuları ise; bu itirazı, bir kimsenin cezai önden sorumlu tutulabilmesi için davranış ile sonuç arasında nedensel bir bağın olması yeterli değildir ve failin kusurlu olması gerekir diyerek cevaplandırmışlardır. (ateş öldürme olayında barutu bulan, silahı icat eden, silahı yapan ve hatta adam öldürmede kullanılacağını bilmiyorsa silahı satan sorumlu olmayacaktır.)
  • Bu cevabın tatmin olduğu söylenemez; çünkü objektif sorumluluk hallerinde, söz konusu anlayışın cezai sorumluluğun sınırlarını genişletme özelliği varlığını sürdürmektedir. Doğal nedensellik anlayışı, örneğin sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlara uygulandığında garip sonuçlar çıkmaktadır. ( A, B’yi yaralamak kastıyla yaralasa, tedavi için hastaneye götürülen B, orada kimyasal bir maddenin sonucu ölse, A’yı ölüm sonucundan sorumlu tutmak gerekecektir.)
  • Bu anlayış, manevi sorumluluk esasına göre ceza verilen durumlarda da kabulü güç sonuçlara neden olur. (öldürmek kastıyla açılan ateş sonucu çok hafif yaralanan kişi, tedavi için gittiği hastanenin yanması sonucu ölse; yaralayanı ölüm sonucundan sorumlu tutmak gerekir.)

Uygun Nedensellik Anlayışı

  • Alman Von Kries tarafından ortaya konulan bu anlayış; sonucun zorunlu şartı olmaktan başka, yapıldığı andaki şartlara göre sonucu meydana getirmeye uygun ve onunla orantılı kabul edilen insan davranışını neden sayar. Uygunluk, sonuca neden olmalinden ibaret bulunduğundan ve burada soyut, yani müşterek tecrübeye dayanan bir uygunluk söz konusu olduğundan, bir insan davranışı, sadece yapıldığı sırada olayların büyük çoğunluğuna göre muhtemel kabul edilmesi gereken sonuçların nedenidir; buna karşılık olayların genelinde gerçekleşmeyen, bir başkal deyişle olağandışı veya atipik sonuçların nedeni sayılmaz.
  • Bu anlayış, cezai sorumluluğu aşırı derecede daraltmaktadır. Genellikle belli bir tip davranışın muhtemel olmayan, olağandışı sonucu kabul edilmesi gerekse bile somut durum ve failin özel bilgisi yönünden muhtemel veya hemen hemen kesin olarak kabul edilebilen sonuçları hukuki nedensellik dışına çıkarmaktadır; çünkü bu davranışlar, soyut olarak adam öldürmeye uygun değildirler. (bir kişinin, kendisinin bulduğu ve sadece kendisinin bildiği yeni bir öldürücü maddeyi birine içirmesi veya şeker hastası olan bir şahsa şeker verilmesi ölümün nedeni olarak kabul edilmemektedir.)

İnsani Nedensellik Anlayışı

  • Doğal ve uygun nedensellk anlayışlarındaki aşırılık yerine ortalama bir çözüm koymak amacıyla insani nedensellik anlayışı ileri sürülmüştür. Antolisei tarafından formüle edilen ve Mantovani tarafından geliştirilen bu anlayışa göre; bilinç ve irade ile donatılmış bir varlık olan insan, bilme yeteneği aracılığıyla belli nedenlerden ileri gelen sonuçları öngörebilirken, irade aracılığıyla nedensellik sürecine müdahale edebilir ve hareketsiz güçleri harekete geçirmek, harekete geçmiş güçleri durdurmak veya serbestçe gelişimine izin vermek suretiyle bu süreci istenilen biçimde yönlendirebilir.
  • Bütün bunlar insanın bilme ve isteme yetenekleriyle olaylara hükmedebileceği bir egemenlik alanı olduğunu ortaya koyar. Buna karşılık insanın hükmedemeyeceği sonuçlar; onun değil, doğanın kör güçlerinin eseri kabul edilir. Ancak uygun nedesellik anlayışından farklı olarak, bütün atipik sonuçların insanın kontrolü dışında kaldığı söylenemez.
  • Olayların çoğunda ortaya çıkmayan bir kısım sonuçlar da önceden hesaplanabilir ve önlenebilir sonuçlar olabilir. Buna karşılık, sadece çok az bir gerçekleşme ihtimaline sahip olan sonuçlar, yani istisnai sonuçlar, insan kontrolünün dışındadır.
  • Bir insan davranışının ortaya çıkan bir sonucun nedeni sayılabilmesi için; bu davranışın o sonucun zorunlu şartı olması, yani bu davranış olmadan o sonucun gerçekleşmemesi gerekir. Ayrıca sonucun istisnai etkenlerden ileri gelmemiş olması, yani olayın yaşandığı andaki dönemin en ileri bilim ve tecrübesine göre ön görülebilir olması aranır.
  • Davranış sonucun zorunlu şartı değilse, nedensellik söz konusu olamaz. Ayrıca meşru davranışın yararsız olduğu durumlarda,yani tedbirsiz davranış zihnen ortadan kaldırıldığı halde sonucun ortadan kaldırılamadığı durumlarda, tedbirsiz davranış sonucun zorunlu şartı değildir. (lokal anstezi sırasında novokain yerine kokain kullanılan hastanın, novokain kullanılsaydı dahi genel fiziki güçsüzlüğünden dolayı ölmesi sonucunu doğuran bu olayda doktorun durumu)
  • Yapılan davranış ortaya çıkan sonucun zorunlu şartı olsa bile; bu sonuç, dönemin en ileri bilim ve tecrübeye göre o davranışın olağan sonucu olarak öngörülebilir değilse, davranış sonucun nedeni sayılmaz. (A’nın B’yi yaralaması üzerine hastaneye giden B’nin hastanede yangın çıkması sonucu ölmesi)
  • Aynı durum, davranışın sonucu gerçekleştirmeye uygun olması durumunda da geçerlidir. Ancak bu konuda doğru bir sonuca varabilmek için somut duruma bakmak lazım.( Karlarla kaplı bir dağ başında yaralama, ölüm sonucunun nedenidir. Ancak, tıbbi müdahalenin olağan olarak öngörülebildiği yerde, yaralı, yanlış teşhis sonucu ölürse, bu teşhis istisnai etken olarak kabul edilmelidir.)
  • Sonucun istisnai oluşu, davranıştan önce var olan veya davranışla hemzaman olan etkenlerin müdahalesinden de kaynaklanabilir. Ancak bunun için, söz konusu etkenlerin gözönünde bulundurulması, yani dönemin en ileri bilim ve tecrübesine göre olağan görmeye imkan vermemelidir. ( belli bir ilacın verilmesini ancak çok nadir olarak ölümcül kılan bir allerjik yapıya sahip olan kimsenin durumunda nedensellik bağı yoktur.)
  • Bununla beraber, önceden var olan veya davranışla hemzaman olarn etkenlerek dayanılarak bir sonucun istisnai olarak nitelendirilmesine imkan veren haller daha azdır. ( ağır derecede allerjik bir yapıya sahio olan kişinin ölümü ile bu kişiye allerjik etkisi olan bir ilacın verilmesi arasında nedensellik bağı vardır.)

İhmalin Nedenselliği

  • İnsani nedensellik açısından ihmal de, bazı şartlarla sonucun nedeni olabilir. Bunun için ihmal, sonucun zorunlu şartı olmalıdır. Yapılması gereken hareketin sonuc önlemesi olağan ise, bu hareketi yapmama, yani ihmal o sonucun zorunlu şartıdır.
  • Sonuç, yapılması gereken hareketin yapılmadığı, ihmal edildiği anda, dönemin en ileri bilim ve tecrübesine göre, ihmalin olağan sonucu olarak öngörülebilir olmalıdır. İhmal yönünden de harekette olduğu gibi, sonucun istisnailiği, ihmal anında olağan olarak öngörülemeyen bir sonucun gerçekleşmesini mümkün kılan etkenlerin müdahalesine bağlıdır. (gerekli ilaçların verilmemesi sonucu hastaneye kaldırılan bebeğin hastanede yanarak ölmesi)

HUKUKA UYGUNLUK NEDENLERİ

Genel Olarak

  • Bu nedenler, fiilin hukuka aykırı olmasını önler ve dolayısıyla onun hukuken meşru veya hukuka uygun bir fiil olarak ortaya çıkmasını sağlarlar.
  • Hukuka uygunluk nedenleri, çok defa, hukuk tarafından tanına bir yetkiye dayanır. (haksız bir saldırıya uğrayan kimse, belli şartlar ve sınırlar içerisinde kenidisini normal olarak suç sayılan hareketlerle korumaya yetkili kılınmıştır.)
  • Bazı durumlarda belirli bir davranış, doğrudan hukuk tarafından emredilmektedir. (bir mahkumiyet hükmünün infazı nedeniyle bir kimseyi hürriyetinden yoksun kılan kamu görevlisinin durumunda olduğu gibi)
  • Hukukun tanıdığı bir yetkinin ve yüklediği bir görevin varlığı, hukuk düzeninin kendisiyle çelişkiye düşmezliği ilkesinin gereği, hukuka aykırılığı ve dolayısıyla suçu ortadan kaldırır.
  • Hukuka uygunluk nedenleri, kural olarak ceza kanunu tarafından yasaklanmış olan bir fiilin, bu fiilin işlenmesine yetki veren veya onu emreden bir normun varlığı nedeniyle suç sayılmasını engelleyen özel durumlardır.
  • Hukuka uygunluk nedenleri, objektif bir etkiye sahiptirler, yani sadece var olmaları etkilerini göstermeleri için yeterlidir. Failin düşüncesi veya inancı önem taşımaz. (kanunun hükmünü yerine getiren bir kimse, hukuka aykırı bir fiil işlediği inancında olsa bile suç işlemiş olmaz.)
  • Hukuka uygunluk nedenlerinin etki alanı da tartışmalıdır. Bir anlayış, bu nedenlerin fiilin sadece ceza hukukuna aykırılığını ortadan kaldırdığını, diğer hukuk dalları yönünden fiilin hala hukuka aykırı olarak kalabileceğini öne sürüyorken; daha doğru bir anlayış, bu nedenlerin genel bir etki tanımakta olduğunu ve tüm hukuk düzeni tarafından hukuka uygun hale geldiğini kabul etmektedir.
  • Hukuka uygunluk nedenleri, genel hukuka uygunluk nedenleri ve özel hukuka uygunluk nedenleri olarak ikiye ayrılır. Genel hukuka uygunluk nedenleri, tüm suçlar için ortak olan nedenlerdir; özel hukuka uygunluk nedenleri ise belli bir suç veya suç grubu için kabul edilen nedenlerdir.

Görevin Yerine Getirilmesi

  • Görevin yerine getirilmesi biçimindeki hukuka uygunluk nedeni, hukuk düzeninin kendisiyle çelişkiye düşmezliği ilkesinin tipik ifadesini oluşturmaktadır. Hukuk düzeni, bir yandan belirli bir biçimde davranma görevini yükleyip, bir yandan da bu görevi yerine getireni cezalandırmaz.
  • Bu hukuka uygunluk nedeni, görevin kanundan veya amirin emrinden kaynaklanmasına göre ikiye ayrılır.
  • Kanunun hükmünü yerine getiren kimseye ceza verilmez. ( askerin savaşta adam öldürmesi, celladın ölüm cezasının infazı gereği adam öldürmesi)
  • Bir hukuk normu, belli bir durumda bulunan herkese yine belli bir biçimde davranma yükümlülüğü getiriyorsa, bu hukuka uygunluk sebebei gerkes için söz konusu olacaktır. Ancak hukuk normu, belli bir biçimde davranma yükümlülüğünü belli kişilere yüklüyorsa, sdece bu kişiler hukuka uygunluk nedeninden yararlanabilirler.
  • Hukuk normundan kaynaklanan bir görevi yerine getiren kimsenin fiilinin hukuka uygun sayılabilmesi için; fiili, hukuk normunun belirlediği bütün şartlara uygun bir biçimde gerçekleştirmiş olmalıdır.
  • Görevin emirden kaynaklanması durumunda ise; yetkili bir merciden verilip yerine getirilmesi görev gereği zorunlu olan bir emri uygulayan kişi, sorumlu olmaz.
  • Bu hukuka uygunluk nedeninin ön şartı, emri veren ile emri alan arasında, kamu hukukundan kaynaklanan bir üst-ast veya amir-memur ilişkisi bulunmalıdır. Özel hukuktan kaynaklanan emirler, bu hukuka uygunluk nedenini oluşturmaz.
  • Bu hukuka uygunluk nedeninden bahsedilmek için emrin meşru olması gerekir. Sadece böyle bir emir, emri vereni ve emri yerine getireni sorumluluktan kurtarabilir. Emri veren, hukuk normunun yüklediği bir ödevi yerine getirmekte veya hukuk normunun tanıdığı bir yetkiyi kullanmaktadır. Emri alan ise; bu normun içerdiği iradeyi dolaylı olarak gerçekleştirmektedir.
  • Meşru olması için emrin biçimsel meşruluk şartlarına olduğu kadar, içerği yönünden meşruluk şartlarına da sahip olması gerekir.
  • Şu halde emri alan memur, önce emrin biçimsel meşruluğunu araştıracak. Bu araştırmayı yapmadan, kanuna aykırı ve dolayısıyla gayri meeşru bir emri yerine getiren memur, hukuka uygunluk nedeninden yararlanamaz.
  • Memur, kural olarak, emrin içerik yönünden de hukuka uygunluğunu ve dolayısıyla meşruluğunu araştırmak zorundadır. İçerik yönünde hukuka aykırılık veya gayri meşruluk iki şekilde ortaya çıkar; ya emrin konusu hukuka aykırıdır, ancak suç değildir ya da emrin konusu aynı zamanda suç teşkil etmektedir. Emrin konusu suç değilse; emri alan memur, yerine getirmeden bu aykırılığı, emri verene bildirir ve o emrinde ısrar ederse emri yerine getirir ve emri yerine getiren sorumlu olmaz. Emrin konusu suç teşkil ediyorsa; hem emri yerine getiren hem de emri veren sorumlu olur.
  • Ancak kanunun, emrin içeriğinin meşruluğu üzerinde herhangi bir araştırma yapılmasına rıza göstermemesi mümkündür. Bu durumda bağlayıcı gayri meşru emirlerden söz edilir. Nitekim, devlete ait bazı faaliyetlerin aksamdan yürütülebilmesi için bu faaliyetlerle ilgili bazı emirlerin mutlaka yerine getirilmeleri gerekebilir. (kolluk memuru, infazı gereken tutuklama müzekkeresinin tutuklamayı gerektiren şartlara dayanıp dayanmadığını araştıramaz.)
  • Emrin hukuka uygunluğunun denetlenmesinin kanun tarafından engellendiği hallerde emrin yerine getirilmesinden emri veren sorumlu olur.
  • Memur, aslında meşru olmayan bir emri, fiili hata nedeniyle meşru bir emir zannederek yerine getirdiğinde de sorumluktan kurtulabilir. (ustaca düzenlenmiş sahte bir yakalama müzekkeresne dayanarak bir kimseyi yakalama durumu)

Meşru Savunma

  • Meşru savunma, çok eski dönemlerden beri kabul edilen bir hukuka uygunluk nedenidir; ancak bu nedenin esası konusunda çok çeşitli görüşler vardır.
  • Bir anlayış, meşru savunmayı, haksız saldırının saldırıya uğrayanın iradesi üzerine yaptığı zorlama sonucu failin kusurlu olmamasına dayandırır.
  • Başka bir anlayış ise; saldırıya uğrayanın, devletin derhal müdahale edemediği durumlarda kendisine devredilmiş bulunan polis yetkisini kullanmasına dayadırmaktadır.
  • Meşru savunma, insanda var olan kendini koruma içgüdüsünün hukuken tanınmasından ibarettir. Hukuk düzeni, saldırıya uğrayanın menfaatini kanuna karşı çıkanın menfaatine tercih eder.
  • Meşru savunma, haksız bir saldırıyı ve meşru bir tepkiyi veya savunmayı içerir.
  • Failin kendisini meşru biçimde savunabilmesinin ön şartı, onun haksız bir saldırıya uğramış olmasıdır. Haksız saldırıdan söz edilebilmesi için aranan şartlar: Her şeyden önce bir saldırı olmalıdır, saldırı bir hakka yönelmiş olmalıdır ve saldırı haksız olmalıdır.
  • Gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan saldırının da meşru savunmaya neden olabileceği açıkça öngörülmüştür. Sona ermiş olmasına rağmen tekrarına kesin gözüyle bakılan saldırı da henüz gerçekleşmemiş saldırı da meşru savunma nedenidir.
  • Gerek kişinin kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik saldırı, yani herhangi bir hakka yönelik saldırı da meşru savunmaya imkan vermektedir. Bu bakımdan malvarlığı haklarına yönelik haksız saldırılar da başkasına karşı yapılan saldırılar da meşru savunmaya imkan tanımaktadır.
  • Saldırının suç teşkil etmesi gerekmemektedir; yükümlülük getiren veya yetki veren herhangi bir normun dışına çıkılmış olması yeterlidir. Bu itibarla, bir hakkın veya bir yetkinin veya bir görevin kötüye kullanılması biçimindeki saldırılar da haksızdır. Buna karşılık, hakkın icrası veya görevin yerine getirilmesi veya yetkinin kullanılması sırasında işlenen fiiller, normların aştığı sınırları aşmamak kaydıyla, haksız sayılmaz.
  • Saldırının haksız sayılabilmesi için; saldıranın isnat edilebilir veya cezalandırılabilir olması gerekmez. Bu itibarla, akıl hastalarının ve küçüklerin saldırıları gibi, bazı dokunulmazlıklara sahip kişilerin yaptığı saldırılar da haksız kabul edilir ve meşru savunmaya neden olabilir.
  • Saldırının, saldırıya uğrayanın kendi davranışı ile buna neden olması halinde de haksız sayılıp sayılmayacağı tartışma konusudur. Aksini savunanların varlığına rağmen, bir kimsenin saldırıya neden olması, o kimseyi kendisini korumak hakkından yoksun kılmaz; çünkü tahrik, fiilin haksızlığını hafifletirse de meşrulaştırmaz.
  • Buna karşılık, saldırıyı tahrik eden kimse, karşı tarafı meşru savunma haline sokmuş ise; saldırganın meşru savunma sınırları işlediği fiil, haksız sayılmaz ve dolayısıyla meşru savunmaya imkan verilmez; bir başka deyişle meşru savunmaya karşı meşru savunma olmaz.
  • Savunmanın veya tepkinin meşru sayılabilmesi için de bazı şartlar gerçekleşmelidir: Her şeyden önce savunma saldırganın üzerinde gerçekleştirilmelidir, savunma zorunlu olmalıdır ve savunma saldırı ile orantılı olmalıdır.
  • Meşru savunmada, saldırılanın savunma araçlarını kullanmadaki hatası veya başka nedenlerle; olaya yabancı olan bir kimseye zarar vermesi durumunda bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır.
  • Bu durumda genel ilkelere başvurmak gerekmektedir. Tehlikeli olsa bile hukuken yetki verilen bir savunma faaliyeti söz konusu olduğundan; fail, ancak davranışında özel taksirin varlığının tespit edilebildiği takdirde taksirli suçtan dolayı sorumlu olacaktır. Sonucun öngörülebilir ve önlenebilir olmasına rağmen; eğer saldırıya uğrayan savunma zorunluluğunun özelliğine göre belirlenebilen belli tedbir kurallarına uyarak, hukuk düzeni tarafından haklarını savunmaya yetki vermek suretiyle kabul edilmiş olan risk alanının sınırları içinde hareket etmişse taksir söz konusu olmayacaktır. (saldırıya uğrayanın doğru nişan almış olmasına rağmen saldırganın ani yer değiştirmesi durumunda kişi sorumlu değilken; insanların bulunduğu yerde delicesine ateş eden biri sorumludur.)
  • Bu genel ilkelere başvurma durumu, savunmaya yardım sırasında gerçekleşen isabette sapma ve yardım edenin yardım edilene yönelik saldırıyı bu kişiye zarar vererek önlemesi durumunda da geçerlidir.
  • Süje, saldırıya tepki göstermek veya ona katlanmak seçenekleri ile karşı karşıya kaldığında, yani saldırgana zarar vermeden saldırıdan kurtulmanın mümkün olmaması halinde bu zorunluluk gerçekleşmiştir. Bu zorunluluk, içinde bulunulan ortamın şartlarına, saldırganın ve saldırıya uğrayanın kişisel durumlarına ve saldırının mahiyetine bağlı olup, her somut olayda değerlendirilmesi gerekir.
  • Failin başka bir seçeneğe sahip olduğu, yani bir başka yola başvurarark saldırıya önleyebildiği durumlarda bu zorunluluk gerçekleşmemiştir. (saldırganı ikna etmek, güvenlik güçlerine haber vermek)
  • Kaçabilecek durumda iken kendisini savunan kimsenin meşru savunmadan yararlanıp yararlanamayacağı üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu konuda kişiler arasında ayrımlar yapan çeşitli görüşler olsa da halen çoğunluk bir ayrım yapmaksızın kaçma yükümlülüğünü kabul etmemektedir. Kanun, kimseyi korkak veya alçak bir biçimde davranmaya zorlayamayacağı gibi gereksiz kabadayılıkları da hoş karşılamaz. (saldırganın pusu kurduğu yoldan geçmemek veya geri dönmek gibi şerefli bir biçimde saldırıyı önlemek mümkün ise savunma zorunluluğu yoktur; ancak saldırganın önünden kaçmak failin şerefine leke sürecekse savunma zorunluluğu vardır.)
  • Bu konuda daha sağlıklı ve çağdaş bir çözüme kavuşturabilmek için; sorunu menfaatler dengesine göre çözmek gerekmektedir. Eğer kaçmanın faile veya başkasına vermesi muhtemel olan zarar savunma yaparak saldırgana verdiği zarar eşit ise veya ondan daha ağır ise fail kaçmak zorunda değildir. (saldırgandan kaçıldığında çocuk düşürme tehlikesinin olması veya yoldan geçenleri ezme tehlikesi olması) Buna karşılık böle bir zarar bulunmamasına veya bu zarar daha hafif olmasına rağmen, kaçmayan fail, meşru savunmadan yararlanamaz. (kaçabilecek durumda olan bir kimsenin saldırganı öldürmesi)
  • Savunmanın saldırı ile orantılı olması da savunmanın meşru kabul edilebilmesi için gereklidir. Saldırgana yapılan kötülük, bu kişi tarafından gerçekleştirilmek istenen kötülükten hafif veya ona eşit yahut hoşgörü ile karşılanabilecek oranda ondan ağır olduğunda bu oran var demektir.
  • Bunun için, failin kendisini savunmak zorunda olması ve bu savunmayı verilen zarardan başka bir şekilde yapma imkansızlığı içinde bulunması yeterli değildir; verilen zararın önlenmek istenenden oransız derecede ağır olmaması da gerekir.
  • Doktrinde ve mahkeme kararlarında, savunma ile saldırı arasındaki orana ilişkin hükmün, iki tarafın kullandığı vasıtalar ve saldırının ve savunmanın konusunu oluşturan hukuki varlıklar arasındaki orana dayandırılması savunulsa da bu iki kriter de kesin değildir; aynı vasıta çok değişik zarar potansiyeline sahiptir. Aynı şey, hukuki varlıklar konusunda da geçerlidir, aynı hukuki varlık değişik ağırlıkta ihlal edebilir.
  • Bu karşılaştırma, saldırganın gerçekleştirmek istediği ihlal ile savunmanın gerçekleştireceği ihlalarasında yapılmalıdır. Aynı mahiyette hukuki varlıklar söz konusu olduğunda ihlallerin aynı olup olmadığına bakmak; ihlaller aynın değilse her iki ihlalin ağırlığını karşılaştırmak yeterlidir.
  • Farklı mahiyette hukukş varlıklar söz konusu olduğunda, önce menfaatler dengelenmelidir. Menfaatlerin dengelenmesi, değerler hiyerarşisine dayanılarak belirlenmelidir; ancak mutlak imkansızlık hallerinde kültürel değerlere başvurulabilir.
  • Savunma zorunluluğu gibi oran şartı da somut durumlara ve şartlara göre değerlendirilmelidir.

Zorunluluk Durumu

  • Zorunluluk durumunda, gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez. (iki kişiyi birlikte taşıyamayacak bir tahta parçasına tutunmuş iki deniz kazazedesinden birinin diğerini kendisini kurtarmak için diğer kişiyi denize itmesi)
  • Bu hukuka uygunluk görüşünün esası konusunda da değişik görüşler vardır. Zorunluluk durumunda işlenen fiillerin cezalandırılmamasını; bazıları büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalan kişi yönünden cezanın yararsız ve etkisiz olduğuna; bazıları ise kanunun çatışma halinde olan iki haktan galip gelenine üstünlük tanımasına; bazıları insanda mevcut kendini koruma içgüdüsüne ve bazıları da tehlike durumunda psişik zorlama nedeniyle hareketin iradi sayılamayacağına dayandırmaktadırlar.
  • Zorunluluk durumunun esasını, meşru savunmada olduğu gibi, kendini koruma içgüdüsünün hukuken tanınmasında, bir başka deyişle doğalcı normun, hukuk normu haline getirilmesinde aramak lazımdır. Bunun suça etkisi; hukuka aykırılık olarak kendini gösterir; çünkü böyle durumlarda sosyal zarar yoktur; yani hukuka aykırılığın maddi yönü gelişmemiştir.
  • Gerçekten çatışma halinde olan iki menfaatten birinin zarar görmesi veya yok olması gerektiğine göre; hukuk düzeni, aynı değerde olan bu iki menfaat arasında herhangi bir tercih yapmaz, farklı değerde olduklarında ise önemli olanını tercih eder.
  • Zorunluluk durumunda tehlikeye neden olmayan üçüncü kişilerin zarar görmesinden dolayı; zorunluluk durumu kesin şartlara bağlanmıştır.
  • Zorunluluk durumu, meşru savunma ile büyük benzerlikler göstermesine rağmen; gerek etik ve gerek hukuki yönden ondan ayrılır. Bir kere zorunluluk durumunda, meşru savunmanın aksine; bir saldırganın menfaatine değil, tehlikeye neden olmayan masum bir üçüncü şahsın menfaatine zarar verilmektedir. Ayrıca, zorunluluk durumunda zarar göre kişiye, özel hukuk yönünden hakkaniyete dayanan bir tazminat ödeme yükümlülüğü doğabilmektedir.
  • Zorunluluk durumu, bir tehlike durumunu ve tehlikeyi önlemek isteyen kişinin zorunlu bir davranışını içerir.
  • Zorunluluk durumundan söz edilebilmesi için; zararlı davranışın yapıldığı sırada tehlike durumunun, yani korkulan zararlı sonucun gerçekleşmesi ihtimalinin varlığı gerekir. Ancak saldırıya uğrayaanın hareketi, saldırgana karşı değil; tehlikeye yabancı bir şahsa karşı olmalıdır. (serserilerin saldırısında kurtulma için bir başkasının evine sığınarak konut dokunulmazlığının ihlal edilmesi)
  • Zorunluluk durumunda tehlikenin bir hakka yönelik olması, yani sadece hayata veya vücut bütünlüğüne yahut diğer kişisel varlıklara yönelik değil, malvarlığı haklarına yönelik tehlike de zorunluluk durumuna için yeterlidir.
  • Bu hukuka uygunluk nedeni, bir kimsenin başkalarına ait hakları koruması yönünden de kabul edilmektedir. Tehlikede bulunan iki kişi arasındaki çatışmanın çözümünü yine bu kişilere bırakacak yerde, üçüncü bir kişiye, tehlikede bulunan kişiler arasından seçim yapmak (tek kişiyi taşıyabilecek bir tahta parçasına tutunmaya çalışan iki kişiden birine rastgele ateş etmek) konusunda serbesti tanınarak, fiili durumun veya kötü şansın veya rastlantının zorladığı fedakarlıkların sırasını değiştirmek veya bunlardan sadece biri üzerindeki ağır tehlikeyi diğerinin feda edilmesine dönüştürmek (diğer bir kişinin tutunmasını sağlamak için tahta parçasına tutunmuş olan kazazedeye ateş etmek) için yetkisi verilmektedir.
  • Her türlü hakka yönelik olabileceğinin kabul edilmesi, başkası lehine zorunluluk durumunu daha da tartışmalı hale getirmiştir. Bu durum bazı sorunlara yol açabileceğinden; başkası lehine zorunluluk durumunu ya belli kişilerle ya da daha iyisi, kurtarılan varlığın feda edilenden üstün olduğu durumlarla sınırlandırmak gerekir.
  • Fail, tehlikeye bilerek neden olmamış olmalıdır. Tehlikeye bilerek neden olunduğunun kabulü için; failin, tehlike durumu yaratan davranışı gerçekleştirmesi gerekir. (malvarlığını israf etmiş bir kimsenin, tedavisi için ilaç çalmak zorunda olması bu hukuka uygunluk nedeninden yararlanabilir; çünkü o kişi, hastalığa değil malvarlığının israfına neden olmuştur.) (Aksi tarafta, gemiyi batırıp yegane cankurataran sandalını ele geçiren teröristler için aynı şey söylenemez.)
  • Ayrıca tehlikenin nedeninin, iradi olması da gerekir. Bazı ceza hukukçularına göre; tehlikeye bilerek neden olunduğunun kabulü için; sadece onu doğuran davranışın bilinçli ve iradi olması yeterlidir; ayrıca tehlike sonucunun da iradi olması gerekmez.
  • Şu halde tehlikeye kasıtlı olarak veya bilinçli taksirle neden olan kimse bu hukuka uygunluk nedeninden yararlanamaz. Buna karşılık tehlike durumuna basit taksirle neden olma durumunda, ona bilerek neden olma söz konusu değildir.
  • Zorunluluk durumu için bir hakka yönelik herhangi bir tehlike olması yeterli değildir. Bunun, masum bir üçüncü kişinin zarar görmesine haklı gösterecek ağırlıkta olması gerekir. Yargıç, bunu objektif ölçütlere göre belirleyecektir.
  • Failin işlediği fiil, korunma yönünden zorunlu olmalıdır. Kanun bu hususu, “başka suretle korunmak olanağı bulunmayan” biçiminde ifade etmektedir. Fail, bir zarar katlanmak veya bir zarar vermek seçenekleri ile karşı karşıya kaldığında savunma zorunluluğu gerçekleşmiştir. Bunun için basit bir zorunluluk yetmez, ciddi bir zorunluluk, yani gerçek anlamda bir önlenemezlik gerekir. (kaçarak tehlikeyi önlemek mümkün ise bu hukuka uygunluk nedeninden söz edilemez.)
  • Kanunda açık hüküm bulunmasına rağmen; zorunluluk durumu, tehlikeye göğüs germe yükümlülüğü olan kişiye uygulanmaz; çünkü bir tehlike karşısında kendini korumak için başkasına zarar vermesi kabul edilemez. (askerlerin, gemi kaptanlarının durumu) Ancak bu durumda, sadece ahlaki değil, kanun veya sözleşme ile tespit edilen hukuki bir yükümlülük söz konusu olmalıdır. Bu gibi kimseler yönünden ancak başkası lehine zorunluluk durumu söz konusu olabilir. (kendisini değil, bir yolcuyu kurtarmak için suç sayılan bir fiili işleyen kaptanın durumundaki gibi) Oysa tehlikeye göğüs germek yükümlülüğü olan kişileri kurtarmak için hareket eden üçüncü kişilere de başkası lehine zorunluluk durumu uygulanamaz. (kaptanı kurtarmak için başka bir yolcuya karşı suç sayılan bir fiili işlemek)
  • Ayrıca, zararlı davranışın tehlikenin ağırlığı ile orantılı olması da gerekir. Bu oran, tehlikenin yöneldiği zarar ile failin davranışının oluşturduğu zarar arasındaki oran şeklinde anlamak gerekir. Bu itibarla verilen zarar, tehdit edilen zararar eşit veya ondan daha az olabilir; ancak bunun aksi mümkün değildir.

MANEVİ UNSUR-ÖN AÇIKLAMALAR

Cezai Sorumluluğun Gelişimi

  • Halen ceza hukukunda hakim olan fiilin sübjektifliği ilkesi, suçtan söz edilebilmesi için failin tipe uygun ve zararlı bir fiili gerçekleştirmesinin yeterli olmadığını, ayrıca bu fiilin psikolojik yönden de faile bağlanabilimesi gerektiğini, yani suçu oluşturan fiil ile fail arasında sadece nedensel bir bağın değil, psişik bir bağın da aranacağını ifade eder.
  • Bu husus, cezai sorumluluğun sübjekleştirilmesi sürecinin bir sonucudur. Ceza hukuku tarihi, cezai sorumluluğun çeşitli aşamalardan geçtiğini ortaya koymaktadır. Bu aşamalar; başkasının fiilinden sorumluluk, objektif sorumluluk ve kusurlu sorumluluktur.

Başkasının Fiilinden Sorumluluk

  • Başkasının fiilinden sorumlulukta, kişi, gerçekleşmesine hiçbir nedensel katkıda bulunmadığı, tamamen başkaları tarafından gerçekleştirilen bir fiilden sorumlu tutulmaktadır. Bu tür sorumluluk, henüz ceza hukukunun ortaya çıkmadığı çok eski dönemlere özgü olan ve kişiyi sadece ulus veya kabile biçiminde beliren yegane sosyo-politik gerçekliğin bir unsurundan ibaret sayan bir anlayışın ürünüdür. (Örneğin çocukların işlediği suçlardan babanın veya bunun tam tersi babanın işlediği suçlardan çocukların cezalandırılması gibi)
  • Bu tür sorumluluk, çağımızda da, özellikle insanlığın hastalıklı dönemlerinde, terörist eylemlerle ilgili olarak yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır. (Örneğin rehinelerin kurşuna dizilmesi veya kanlı misillemelerde bulunulması)
  • Anayasa’da ceza sorumluluğunun şahsi olduğu belirtilmiş, ceza kanunu da cezai sorumluluğun şahsi olduğunu aynen belirtmiş ve kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulamayacağını da söylemiştir.

Objektif Sorumluluk

  • Buna karşılık, kişinin kendi fiilinden sadece maddi nedensellik bağına dayanılarak, yani fail ile fiil arasında herhangi bir psişik bağ aranmaksızın sorumlu tutulması halinde objektif sorumluluk söz konusudur. Bu tür sorumlulukta sadece zarar neden olma, cezalandırmayı haklı göstermeye yeterlidir. Fail hareketinin sonuçları yönünden en basit bir hafiflikle kınanması dahi, bu sonuçlardan sorumlu tutulur. Objektif sorumluluk, neden olduğu sonuç yönünden failin psişik tutumu üzerinde, herhangi bir araştırmayı gerektirmez.
  • Çok basit ve insanın iç davranışlarının önemini henüz kavramamış bir hukuk anlayışının ifadesi olan bu tür sorumluluk, ceza hukukunun ilk dönemlerinin ve daha sonra da Cermen halkının hukuk anlayışından etkilenen ceza hukukunun özelliğidir.

 

 

  • Türk Ceza Kanunu’nun da bulunduğu bazı ceza kanunları, objektif sorumluluğunun her türlü kalıntısını ortadan kaldırırken; diğer ceza kanunları bu tür sorumluluğun izlerini taşımaya devam etmektedirler. (Örneğin kastın aşılması suretiyle işlenen suçlar, sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlar)

 

Kusurlu Sorumluluk

  • Kusurlu sorumluluğun kabulü ile kişi, ancak kastla veya en azından taksirle ortaya koyduğu için psikolojik yönden de kendisine ait olan fiilinden sorumlu tutulmaktadır. Bir fiilin suç olarak nitelendirilmesi için; kişinin bunu maddi olarak gerçekleştirmesi yetmez; aynı zamanda kusurlu olarak gerçekleştirmiş olması da aranır.
  • Bu husus, insanın zararlı hareketini, kaba güçlerin zararlı hareketlerinden ayırmayı gerektiren ve çağdaş ceza hukuku düzenlerinin gittikçe daha çok uymaya çalıştıkları ve artık vazgeçilmesi mümkün olmayan bir uygarlık ilkesini oluşturur.
  • Geleneksel hukuki düşüncede kusurluluğun konusu, failin kişiliği değil; daima işlenen belirli bir fiil olmuştur ve dolayısıyla kınama yargısının konusu da kişinin oluş biçimi değil, onun yaptığıdır. İşlenen fiil yönünden kusurluluk ilkesi, 1800li yılların liberal ceza hukukunun temel taşlarından biri haline geldi. Bu ilke, kınama yargısının failin kişiliğini de kapsayacak biçimde genişletilmesini ve böylece kanunilik ilkesi ile garanti altına alınmış olan hukuki belirginliğin ve güvenliğin ihlal edilmesini önlemek için, hareket ile fail arasında net bir ayrım yapmakta ve sadece hareketin hukuki tartışma alanına ait olduğunu kabul etmektedir.

Kusurluluğun Esası

  • Suçun manevi unsuru, uzun bir süredir kusurluluk deyimi ile ifade edilmektedir. Hareketin ve ihmalin mutlaka bilinçli ve iradi olmasını gerektiren bu unsur iki biçimde ortaya çıkar. Bunlar kast ve taksirdir.
  • Kast ve taksiri birleştirici bir üst kavram olan kusurluluk kavramının, içkin mahiyeti son derece tartışmalıdır.
  • Psikolojik anlayış adı verilen geleneksel anlayışa göre; kusurluluk, fail ile fiil arasındaki psişik bağdan ibarettir. Kusurluluğun, tabiatçı-psikolojik esasını ortaya koyma başarısını gösteren bu anlayışın eterli olduğu söylenemez. Bu anlayış, kusurluluğun esaslı bir yönünü nazara almamaktadır; bu husus, iradenin davranışının ödeve aykırı bir karakter göstermesidir. Gerçekten de faile yüklenen bir ödev ile çatışma halinde bulunmayan bir psişik davranış, ne kastı ne de taksiri oluşturabilir.
  • Normatif anlayış adı verilen bir anlayış, kusurluluğun bu özeliğini ortaya koymuştur. Söz konusu anlayış, kusurluluğun esasını, süjenin iradesiyle bir norm araşındaki çatışmaya dayandırmaktadır. Ancak süjenin iradesiyle norm arasındaki bu çatışma zorunluluğunu ortaya koymak amacıyla, söz konusu anlayışa taraftar olanlardan bazıları, daha da ileri gidereksuçun manievi unsurunun bir değer hükmünden başka bir şey olmadığını, yani zorunlu olandan farklı bir davranış için verilen bir kınama hükmünden ibaret olduğunu savunur.
  • Ne var ki bu sonuncu anlayış, ağırlığı değer hükmüne verdiği ve kusurlu iradenin psişik içeriğini ihmal ettiği veya ikinci plana düşürdüğü için eleştirilmektedir.
  • Gerçekten bu iki anlayış birbirini yok etmemekte, aksine birbirini tamamlamaktadır; çünkü her ikisinin de gerçek bir yönü vardır.
  • Psikolojik anlayış, kusurlu iradeyi, süjenin iradesinin bir davranışı kabul etmesi ve bu davranışın dış dünyada gerçekleştirilen fiilin sebebi olması gerektiğini, yani fiilin gerçekleşmesinin iradenin davranışına dayandırılması gerektiğini ortaya koyması nedeniyle doğrudur.
  • Normatif anlayış ise, kusurlu iradenin, daima süjenin ortaya koymak zorunda olduğundan farklı bir irade tezahürü olduğunu belirtmekte doğru yoldadır.
  • Kasıtlı suçlarda fail, hukuken yasaklanan bir fiili istediği ve onu bilinçli olarak gerçekleştirdiği için kınanır. Taksirli suçlarda ise fail, hafiflikle davrandığı için, yani dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmeyerek bir zarara neden olduğu için kınanır.
  • Bu açıklamalardan sonra, kusurluluk, suçu oluşturan maddi fiile neden olan iradenin ödeve aykırı davranışı olarak tanımlanabilir.

Kusurluluk ve İsnat Edilebilirlik

  • Kusurluluk ile isnat edilebilirlik ilişkisi konusunda, isnat edilebilirliğin kusurluluğun unsuru veya ön şartı olup olmadığı uzun zamandır tartışılmaktadır.
  • Kusurluluğun psikolojik anlayışını savunan geleneksel doktrine göre; kusurluluktan söz edilebilimesi için süjenin isnat edilebilir olması gerekir. Buradaki isnat edilebilirlikten maksat, failin zihnen gelişmiş ve sağlıklı olmasıdır. Söz konusu doktrin, isnat edilebilirliği, kusurluluk yeteneği veya kusurluluğun ön şartı olarak kabul etmektedir. Bu anlayışın sonucu olarak, isnat edilebilir olmayan kimsenin işlediği, cezalandırılamayn bir suç değil, kusurlu olmayan bir tipik fiildir.
  • Kusurluluğun normatif anlayışını benimseyen yazarlar, isnat edilebilirliğin, kusurluluğun ön şartı olduğunu daha tutarlı bir şekilde savunmaktadırlar.  Bu anlayışın esas dayanağı, geniş anlamda kusur hakkındaki hükmün, mahiyeti gereği faile yönelik bir ahlaki kınamayı içerdiği şeklindeki köklü inanıştır. Küçüklerin ve akıl hastalarının etki bir değerlendirmeye müsait olmadığından, bu kimselerde kusurlu bir iradenin varlığının kabul edilemeyeceği savunulmaktadır.
  • Bu düşünce, hukuki kusurun ahlaki kusurla örtüştüğünü varsayar; ancak bu varsayım, gerçeğe uygun düşmemektedir; çünkü en azından hukuki gelişmenin halen ulaştığı durumda, ahlaki kusur ve hukuki kusur farklı şeylerdir.
  • Norm ve bundan kaynaklanan yükümlülük bilinmeksizin, etik anlamda kusurun kabul edilmemesine karşılık; ceza kanunundaki “ceza kanunlarını bilmemek mazaret sayılmaz” şeklndeki genel ilkeye göre hukuki kusur, norm bilinmese de vardır. Kast ve taksiri oluşturan psişik durumlara aklen gelişmemiş veya akıl hastası olanın davranışlarında da rastlanabildği nazara alındığında, isnat edilebilirlik olmadan kusurluluğun olmayacağı iddiasının yapaylığı ortaya çıkar.

(Örneğin kendisini takip ettiğine inandığı bir kimseyi kararlı bir şekilde öldüren paranoyak kişinin işlediği fiil ile sarhoş edildikten sonra otomobil kullanırken istemeden bir yayanın ölümüne neden olan kişinin davranışı arasında fark vardır.)

  • Öte yandan günümüz ceza hukukunun sınırlarının genişlemesi sonucu, bu hukuk dalına dahil olan güvenlik tedbirlerine ilişkin hükümler, isnat edilebilirliği, kusurluluk unsurundan ayırmayı zorunlu kılmaktadır; çünkü bu unsur, olgunluk ve akıl sağlığı olmadan da var olabilir.
  • Fiilin psişik yönden faile izafe edilebilirliğini yansıtan normlar, genel olarak isnat edilebilir olmayan kişiler yönünden de geçerlidir. (Örneğin başkaları tarafından ağır bir şekilde tehdit edilerek, bir hırsızlık fiilini işlemeye zorlanan on bir yaşındaki bir çocuğa bu nedenle çocuklara özgü güvenlik tedbirine karar verilemeyecektir.) Yargıç, bu tedbirlere karar verebilmek için cezalandırılmayan küçük veya akıl hastası tarafından gerçekleştirilen fiilin kasıtlı veya taksirli olup olmadığını belirlemek zorundadır.
  • Bütün bunlar, halen uygulanan ceza hukukunun, kast ve taksirin varlığı için failin isnat edilebilir olmasını zorunlu kılmadığını, dolayısıyla isnat edilebilirliğin, kusurluluğun unsuru veya ön şartı olarak nazara alınamayacağını ortaya koymuştur.
  • İsnat edilebilirlik, şahsın bir oluş biçimi, bir durumudur; yani süjeye ilişkin bir nitelendirmedir. Bu nedenle, isnat edilebilirlik, suçla ilgili olarak değil; suçlu ile ilgili olarak incelenmelidir.

Kişilik Yönünden Kusurluluk

  • Cezai sorumluluğun sübjekleştirilmesi sürecinin en ileri aşaması, kişilik yönünden sorumluluk biçiminde ortaya çıkmıştır. Buna göre, kusurluluk yargısının konusunu, işlenen somut fiil değil, failin kişiliği oluşturur. Bu tür kusurluluk anlayışı, hareket ile fail arasındaki ayrımı reddeder ve insanı yaptığından çok, yaşam biçiminden veya varoluş biçöiminden ötürü cezalandırır.
  • Bu anlayış, totaliter rejimlere uygun bir anlayıştır. Zira bu rejimler, insana büyünü ile hükmetmek ve onun bütün yönleri ile hukuk alanına sokmak istediğinden; fail ile hareket arasındaki ayrımı reddederek, insanı yaptığı için değil, oluş biçiminden ötürü cezalandırmaya gidebilir.
  • Nazi Almanyasında geliştirilen fail kusuru anlayışı, işlenen fiilden dolayı sorumluluk anlayışının yerine kişinin yaşam biçiminden veya varoluş biçiminden ötürü kusurluluk anlayışını koymuştur. Buna göre kınanan, manevi farklı bir kişiliğe sahip olabilecek iken; suça eğilimli, kötü bir kişiliğe sahip olmasıdır.
  • Bazı suçlu tiplerine uygulanan infaz rejimi ve tedbirler nedeniyle Türk Ceza Hukuku’na da yabancı omayan fail kusuru anlayışı, ağır biçimde eleştirilmiştir.
  • Fail kusuru anlayışı, insanın kendisine farklı bir psişik fizyonomi oluşturabileceğini varsaymaktadır. Somut failin böyle bir imkana sahip bulunup bulunmadığının belirlenmesi, insan karakterinin doğuştan gelen yönlerini, ırsi eksikliklerini ve biyopsişik anormaliklerini aşabilip aşamayacağının, aşabilecekse bunun oranının belirlenmesi gerekir. Ancak yargıcın böyle bir belirlemeyi nasıl yapabileceğine karar vermek mümkün değildir.
  • Öte yandan hukuk devletinde, hukuka aykırı fiilin garanti edici işlevi, gözardı edinmeksizin, bireyin öz kötülüğünden ötürü kovuşturulması ve ona sınırlayıcı önlemler uygulanması kabul edilemez. Zira bunun, sosyal hayatın korunması ve gelişmesi yönünden zorunlu olduğu söylenemez. Şu halde cezalandırılması gereken, kişinin kendi kusuruyla geldiği durum değil, daima bir davranış olmalıdır.

Manevi Unsurla İlgili Hükümler

  • Türk Ceza Kanunu’nun 21.,22. ve 23.maddesi, manevi unsurla ilgilidir.
  • TCK-21, suçun varlığı için kural olarak kastın bulunmasının gerekli olduğunu ifade etmektedir.
  • TCK-22 ise, kast olmaksızın dahi bir kimsenin cezalandırılabileceğini, bunun için de taksirin bulunmasının yeterli olduğunu öngörmektedir; ancak failin taksir nedeniyle cezalandırılabilmesi, kanunda bu konuda açık hüküm bulunmasına bağlanmıştır.
  • TCK-23 ise, sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlarda manevi unsuru düzenlemektedir.
  • Şu halde kusurluluğun incelenmesi, kastın, taksirin, sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlarda manevi unsurun incelenmesini içerir. Bunlara bir de kusurululuğu ortadan kaldıran nedenleri eklemek gerekir.

KAST

  • Kast, kusurlu iradenin tipik, hatta bir anlamda gerçek biçimini ifade eder. Suç, kanunun bir emrinin ihlali olduğundan, bu emre karşı gelme veya isyan etme, ancak fail yasaklanmış fiili işlediğinde tamdır.
  • Kast, ilk kez yeni ceza kanununda tanımlanmıştır.
  • Kastın varlığı için iki unsur aranacaktır. Bunlar suçu oluşturan fiilin kanuni tanımında yer alan unsurların bilinmesi ve söz konusu fiilin istenmesidir.
  • Kast, bütün suçlarda aynı görünüme sahip değildir. Suçu oluşturan fiil, bir insan davranışından ve sonuç adı verilen bir dış değişiklikten ibaret bulunduğuna göre, kast sadece davranışın değil, sonuncun da istenmiş olmasını gerektirir. Ancak pek çok suçun sonucu yoktur; bunlar sadece bir hareketten veya ihmalden ibarettirler. Bu gibi hallerde kastın varlığı içöin sonucun öngörülmesi ve istenmesi gerekli kabul edilmez; çünkü sonuç yoktur.

Kastın İsteme Unsuru

  • Bilme unsuru isteme unsurundan önce gelmekte ise de kasta özelliğini veren unsurun isteme unsuru olduğu kuşkusuzdur.
  • Hangi hallerde insan davranışından doğan bir sonucun istenmiş sayılabileceğini belirlemek konusundaki güçlükler çok çeşitlidir. Bu sorunlar ilgili olarak doktrinde tasavvur teorisi ve irade teorisi olarak iki teori vardır ve bunlar birbiriyle çatışma halindedir.
  • Tasavvur teorisinin savunucularına göre; kastın varlığı için sonucun tasavvur edilmesi yeterlidir; çünkü kişinin fiziki faaliyetinin sonuçları iradenin konusu olamaz. İrade sinirleri harekete geçirmekle ve böylece vücut hareketini meydana getirmekle son bulur.
  • İrade teorisi ise hareketin bir amaç için vasıtadan ibaret bulunduğunu ve iradenin esas amacının dış bir olay, yani doğalcı anlamda bir sonuç oldupunu savunmaktadır. Bu teoriye göre, kastın esası, sonucun irade edilmesinden ibarettir.
  • Bugün için tamamen tasavvur teorisinin ileri sürdüğü gibi vücut davranışlarının sonuçlarının irade edilemeyeceği; çünkü bu sonuçlar yönünden kişinin iradesinin sadece tasavvur etmek biçiminde olabileceği genellikle kabul edilmektedir. Ceza Kanunu da bu anlayışı benimsemektedir.
  • Bir sonucun hukuki yönden ne zaman fail tarafından istenmiş sayılacağını belirlemek gerekmektedir. Net olan bir durum var ki o da failin iradesinin yönelmiş olduğu sonuçların, yani faili harekete geiren amacı veya hedefi veya bu amaçlardan veya bu hedeflerden birini oluşturan sonuçların istenmiş sayılacağıdır.
  • Ancak çok defa, kişi bir sonucu öngörmekle beraber doğrudan bu sonuca neden olmak için hareket etmiş olmayabilir. (Örneğin sadece panik yaratmak amacıyla bir meydana bomba koyan kimsenin durumunda olduğu gibi. Burada fail, patlama sonucu oradan geçen pek çok kimsenin ölebileceğini öngörmektedir; ama onun istediği sadece panik yaratmaktır.)
  • Bu soruna yönelik olarak bazı cezacılar “umut etme” ve bazı cezacılar ise “arzu etme” ölçütüne başvurmuştur. Böylece umulan veya arzu edilen sonuçlar istenmiş sayılmıştır; ancak bu çözüm şekli de doyurucu değildir; çünkü umulan veya arzu edilen her sonucun istenmiş olduğu söylenemeyeceği gibi bir sonucun sadece umut veya arzu edilmemiş olması nedeniyle istenmediği de ileri sürülemez.
  • Bu sorun, günümüzde rıza ölçütü ile çözülmektedir. Buna göre failini gerçekleşmesi ihtimalini onayladığı sonuçlar, yani gerçekleşme tehlikesini kabul ettiği sonuçlar istenmiş sayılır. (Örneğin bir meydana bomba yerleştiren kimse patlamadan ileri gelen ölüm sonucunu istemiş sayılır; çünkü böyle bir sınucun gerçekleşme ihtimali onu hareketten alıkoymamıştır.)
  • Bir başka sorun da hangi sonuçlara önceden rıza gösterildiğine ilişkindir. Fail tarafından doğrudan hedef alınan sonuçlar ile zorunlu bir bağlantı halinde oldukları için hareketin yapıldığı anda hedef alınan suçun gerçekleşebilmesi için gerçekleşmesi muhakkak gözüken sonuçların bu gruba girdiğine kuşku yoktur. Aynı şekilde gerçekleşmesi muhtemel gözüken diğer bütün sonuçlar da bu gruba dahildir. Bir sonucun tecrübelere göre beklenen bir sonuç olduğunun öngörülmesine veya tahmin edilmesine rağmen; kişi, yine de hareketini gerçekleştiriyorsa, bu sonucu önceden kabul etmiş demektir.
  • Gerçekleşmesi sadece mümkün olan yani gerçekleşme ihtimali az olan sonuçlara gelince bu konda bir ayrım yapmak gerekir. Fail, sonucun gerçekleşme imkanını öngörmekle beraber, bu sonucun gerçekleşmeyeceğine inandığı için hareket etmiş olabilir. (Örneğin bir sirkte bıçak atma numarası yapan bir kimse, bıçağın karşısında duran kişiye isabet etmesinin ve onun yaralamasının mümkün olduğunu görmektedir; ancak ustalığına güvenmekte ve bu sonucu önleyeceğine inanmaktadır.) Böyle durumlarda kasttan değil, sadece bilinçli veya öngörülü taksirden söz edilebilir. Buna karşılık failde sonucu önleyebileceği inancı yoksa, sadece mümkün gözüken sonuçlar dahi istenmiş sayılmalıdır; çünkü bu konudaki tehlike, fail tarafından kabul edilmiştir.
  • Buradan önemli bir sonuç ortaya çıkmıştır.Normun açıkca belli bir amaçla hareket edilmesini aramadığı hallerde, yani sonucun istenmiş sayılabilmesi için; bu sonucun, suçu oluşturan hareketin amacı veya amaçlarından biri olması şart değildir. Failin bu sonucu mümkün olarak öngörmesi ve onun gerçekleşmesi tehlikesini kabul etmesi yeterlidir.
  • Buna karşılık olarak, failin sonucu tasavvur etmiş, öngörmüş olmasına rağmen; gerçekleşmeyeceği konsuunda kesin bir inançla hareket etmiş olması halinde sonuç istenmiş kabul edilemez ve kastın varlığı ileri sürülemez.

Kastın Bilme Unsuru

  • Kast, sadece özelliğini aldığı isteme unsurundan ibaret değildir. Suçu oluşturan fiilin tasavvur edilmesi, yani failin bu fiilin daha önceden bir görünümüne sahip olması da gerekir, işte kastın bilme unsuru budur.
  • Bir suçu oluşturan fiil, bu suçu gerek diğer hukuka aykırı fiillerden ve gerek diğer suçlardan ayırarak ona özelliğini veren unsurların bir bütünü olduğuna göre; kastın varlığı için bütün bu unsurların fail tarafından bilinmesi gerekir. Bu bilmenin, tamamen istemeye dahil olduğu söylenemez; çünkü isteme, sadece davranışı ve sonuçlarını kapsayabilir. Oysa diğer bir kısım unsular vardır ki bunlar iradenin dışında kaldıklarından istenmezler; fakat bilinmeleri gerekir.
  • Bilinmesi gereken unsurların neler olduğu, her bir suçun yapısına bağlıdır. Bu konudaki kesin ölçüt, suçun kanundaki tanımı tarafından oluşturulur. (Örneğin insan öldürme suçunda, kastın varlığı için failin hareketini yönelttiği şeyin insan olduğunu bilmesi gerekir; çünkü bu suçun esas özelliği bir insanın öldürülmesidir.)
  • Bilinmesi gereken unsurlar, sadece davranıştan önce var olan unsurlar değildir. Bunlar davranışla hem zaman veya davranıştan sonra var olan unsurlar da olabilir, yeter ki bunlar suçun varlığı için kurucu unsurlar olsun.
  • Sonuç olarak, kastın varlığı için suç yaratan normlarda yer alan tanımlar gereğince her bir suçu oluşturan bütün unsurların fail tarafından bilinmesi zorunludur.

Failin Antisosyal Karakterinin Bilinmesi

  • Kusurluluğun normatif anlayışına göre kastın varlığı için fiilin harici unsurlarını bilmek veya istemek yeterli değildir. Ayrıca müşterek hayatın gereklerine aykırı şekilde davranmak ve sonuçta başkalarına zarar vermek, kötülük yapmak bilinci, yani fiilin değersizliği, haksızlığı bilinci de gerekmektedir. Kast, aslında kötü iradedir ve böyle olduğu için de sadece bir hafiflik olan taksirden ayrılır. Yani, kastın varlığı için antisosyallik bilinci de aranmaktadır.
  • İnsanın kendi davranışının değersizliğini veya haksızlığını bilmesi bir hükmü gerektirdiğine göre; failin, birarada yaşayanların çoğunluğuna ait olandan farklı bir ruh haline sahip olması nedeniyle kanun tarafından yasaklanan fiilin ortak hayatın gerekleriyle çatışmadığını kabul etmesi mümkündür. (Örneğin dini inançları nedeniyle yemin etmek ya da askerlik yapmak istemeyen kimsenin durumunda olduğu gibi)
  • Ancak hukuk, kendi kurallarına açıkça baş kaldırmaya asla müsamaha göstermeyeceğinden, kastın varlığı için failin kendi davranışının antisosyal olduğunu kabul etmesi gerekmemekted, sadece söz konusu davranışın birlikte yaşayanların çoğunluğu dolayısıyla hukuk düzeni tarafından antisosyla olarak kabul edildiğini bilmesi yeterli kabul edilmektedir.
  • Bunun sonucu olarak, fail, fiilinin kanun tarafından yasaklandığını biliyorsa daima kasıtlıdır; çünkü böyle bir fiili, gerçekleştirmekle bilinçli olarak hukuka karşı çıkmıştır. Kural olarak kastın varlığı için antisosyal bir davranışı gerçekleştirme bilinci gerekli ise de fail, kanundaki yasağı bildiği durumlarda,  davranışın genel olarak zararsız, hatta sosyal yönden yararlı olduğunu kabul etse bile kasıtlıdır.

Kastın Çeşitleri

Doğrudan Kast-Dolaylı Kast

  • Failin gerçekleşmesini hedef aldığı sonuçlara ilişkin kast, doğrudan kasttır, yani sonuç failin istediği sınırlar içinde kalmış ise doğrudan kast söz konusudur. (Örneğin öldürmek istediği kimseyi attığı mermi ile öldüren kimsenin kastı)
  • Buna karşılık fail tarafından, muhtemel, hatta sadece mümkün olarak öngörülen sonuçlara ilişkin kast dolaylı ya da olası kasttır. Yeter ki, fail bu sonuçları önleyebileceği inancıyla hareket etmiş olmasın. (Örneğin pek çok insanın ölebileceğini de öngörerek bir meydana panik yaratmak için bomba koyup ölüm sonucuna neden olan kimsenin kastı)

Genel Kast-Özel Kast

  • Kanunun sadece maddi fiilin bilinçli ve iradi olmasından başka, failin özel bir amaçla hareket etmesini gerekli kıldığı hallerde özel kast söz konusudur. (Örneğin adam öldürme kastı için öldürme bilinci ve iradesi yeterlidir; çünkü 81.madde, failin herhangi bir özel amaçla hareket etmesini aramamaktadır.)
  • Bu hallerde failin amacı, tipik maddi fiile değil, manevi unsura dahil olduğundan, suçun tamamlanması için amacın gerçekleşmiş olması şart değildir. (Örneğin dolandırıcılık genel kastla işlenen bir suçtur; çünkü buradaki yarar, suçun sonucudur ve suçun tamamlanması içn gerçekleşmesi gerekir. Buna karşılık hırsızlık, özel kastla işlenen bir suçtur; çünkü failin yarar sağlamak maksadıyla, hareket etmiş olması yeterlidir; suçun tamamlanması için yararlanmış olması gerekmez.)

Zarar Kastı-Tehlike Kastı

  • Kanunun koruduğu varlığa zarar vermek isteyen kimsenin kastı zarar kastıdır, buna karşılık söz konusu varlığı, sadece tehlikeye koymak isteyenin kastı ise tehlike kastıdır. Bu ayrım esas itibariyle zarar suçu ve tehlike suçu ayrımı ile ilgilidir.
  • Ancak zarar kastıyla işlenen tehlike suçlarının veya tehlike kastıyla işlenen zarar suçlarının bulunduğu unutulmamalıdır. (Örneğin teşebbüs halinde kalmış suçlar, zarar kastıyla işlenen bir tehlike suçu iken; sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlar, tehlike kastıyla işlenen bir tehlike suçudur.)

 

 

Başlangıç Kastı-Hemzaman Kast-Sonradan Ortaya Çıkan Kast

  • Sadece davranışın yapıldığı anda var olan kasta başlangıç kastı adı verilir. (Örneğin gayrimeşru çocuğunu nehre atan annenin pişmanlık duyarak sınucu önlemeye çalışması halinde olduğu gibi.)
  • Sonucun kaynaklandığı nedensel sürecin oluşumu süresince var olan, yani hareketin başladığı andan sonuç ortaya çıkıncaya kadarki bütün aşamalarda var olan kasta hemzaman kastı denir.
  • Davranışın tamamlanmasından sonra, fakat sonuç gerçekleşmeden önce ortaya çıkan kasta da sonradan ortaya çıkan kast denir. (Örneğin hastasına yanlışlıkla zehir verdiğini farkeden hemşirenin, zehrin etkisini gidermek için kasıtlı olarak gerekeni yapamaması hali gibi)
  • Genel kural gereği, kastın davranışın yapıldığı anda var olması yeterlidir. Suçlu, nedensel mekanizmayı harekete geçirmekle, sonucun gerçekleşmesi için kendisine ait olanı yapmıştır.
  • Sonradan ortaya çıkan kast olarak nitelendirilen durumlara gelince, bu gibi durumlarda işlenen fiil kendiliğinden suç teşkil etmiyorsa, sadece sonuca göre sorumluluk kabul edilemez; çünkü yapılan için haz, kasta eşit değildir. Ancak bazen yapılan davranış, bu davranışın zararlı sonuçlarını önleme konusunda harekete geçirme yükümlülüğü getirebilir. Bu gibi durumlarda fail sonucu önlemek için harekete geçmezse; kastın varlığı kabul edilir. Yeter ki, sonuç önlenebilir olsun.

Ani Kast-Düşünce Kast-Taammüt Kastı

  • Ani bir karar dayanan ve hemen gerçekleştirilen kast, ani kasttır.  Karar ile bunun gerçekleştirilmesi ararsında nazarar alınabilecek bir süre geçmiş ise, düşünce kastı söz konusudur.
  • Bir de taammüt kastı adı verilen ve halen adam öldürme suçu yönünden ağırlaştırıcı neden sayılan bir kast söz konusudur. Bu durum doktrinde ve uygulamada tartışma konsusudur.
  • Klasik anlayışa göre, taammütün varlığı için, failin soğukkanlıolması gerekir; ancak bu görüşe karşı çıkılmış ve taammüdürn adam öldürme ve yaralama gibi ağır suçlar yönünden nazara alındığı, bu suçların soğukkanlılıkla işlenemeyeceği ileri sürülmüştür.
  • Bir başka anlayış ise taammüdün varlığı için suçuın düşünülmesi ile gerçekleştirilmesi arasında önemli sayılabilecek bir zaman aralığını gerekli ve yeterli görmektedir. Bu haliyle taammüt, düşünce kastının bir türünü oluşturur; ancak bu anlayış da eleştirilmiştir. Bir yandan belirsiz oldupu öte yandan da geçmesi gereken zamanın tamamen faile yabancı olan ve dolayısıyla hukuka aykırı fiilin sübjektif yönden değelendirilmesinde hiçbir anlam taşımayan şartladan kaynaklanabileceği ileri sürülmüştür.
  • Taammüt kavramını somut hale getirebilmek için suç kararı ile bu kararın gerçekleşmesi arasında geçecek uzunca zaman içerisinde suç planının başarıya ulaşmasını sağlmaka amacıyla bir kısım hazırlıkların yapılması gereği de ifade edilmiştir. (Örneğin vasıtaların sağlanması) Ancak vasıtaların sağlanması, taammüt kavramından çok bunun suçlunun ruhunda olduğunun ispatı ile ilgilidir.
  • Taammüt konusunda Yargıtay’ın esas aldığı ölçütler de büyük değişkenlik göstermektedir. Doktrin ve uygulamadki bu tereddütler karşısında en doğru yol, söz konusu kavramı ceza kanunlarından çıkarmaktır.

TAKSİR

  • Kusurluluğun ikinci türü olan taksir, istisnai bir nitelik taşır, yani bir fiilin taksirli şeklinin cezalandırılabilmesi için bunun kanunda açıkca öngörülmüş olması gerekir.
  • Taksirli suçla ilgili ilk sorun, taksirli fiillerin cezalandırılmasının meşru olup olmadığına ilişkindir. Kusurluluğun tamamen psikolojik anlayışından hareketle taksirli fiillerin cezalandırılmasının meşru olmadığı savunulmaktadır. Bu anlayışa göre taksirde, fiil irade edilmediği gibi tasavvur da edilmemektedir. Burada taksirin, tehlikeli bir biçimde objektif sorumluluk halleri arasına sokulması eğilimi söz konusudur.
  • Taksirli fiillerin cezalandırılması, ancak kusurluluğun normatif anlayışı ile tam anlamıyla haklılık kazanmıştır. Buna göre; ortaya konulması gereken bir iradenin ortaya konulamaması olarak taksir, kusurluluğun, daha hafif de olsa bir türünü oluşturur ve sünkeltif sorumluluk alanına dahildir.
  • Taksirle ilgili bir başka sorun da kusurlu davranışın, sadece şansa bağlı olan zararlı sonucun gerçekleşip gerçekleşmemesinden tamamen bağımsız olarak mı cezalandırılacağı yoksa zararlı sonucun ortaya çıkması halinde daha ağır şekilde mi cezalandırılacağı sorunudur. Objektif esaslara dayalı bir ceza hukuku sitemi, basit bir taksirli ihlal ile zararlı sonuçlara neden olan taksirli ihlal arasında bir ayrım yapmak zorundadır.
  • Kanun koyucu, geleneksel anlayışa bağlı kalarak, taksirli suçların kasıtlı suçlardan daha hafifi olduğu ve dolayısıyla daha hafif müeyyide altına alınmaları gerektiği görüşündedir. Ancak bu, özellikle kusurluluğa dayanan, buna karşılık taksirli suçlunun modern toplumdaki objektif ve sübjektif tehlikeliliğini gözardı eden bir görüştür. Taksirli suçta, kasıtlı suçtakine nazaran, kusurluluk hali daha az ise de failin sosyal tehlikeliliğinin her zaman daha az olduğu söylenemez. (Örneğin trafik suçluları, çopk defa herhangi bir kimseye karşı patlamaya hazır bir bombadan farksızdırlar.)

Taksirin Esası

  • Taksirin neden ibaret bulunduğu, onun niçin kastılı ve hatta objektif sorumluluktan farklı ve bağımsız bir sorumluluk biçimi olduğuna cevaben  çeşitli teoriler ileri sürülmüştür.
  • Çok eski ve geleneksel bir teori, öngörülebilirlik teorisidir. Buna göre taksir, öngörülebilen bir sonucun öngörülememesinden ibarettir. Sonucun öngörülebilir olmasının taksir teorisinde büyük önem taşıdığı ve olayların büyük çoğunlulğunda sorumluluğun sınırını belirlediği kuşkusuzdur; ancak bu görüş iki yönden kabul edilemez. Öncelikle, bilinçli veya öngörüşü taksir adı verilen durumlarda fail sonucu isteemekte ise de öngörmektedir. Öte yandan yazılı davranış kurallarına uymamadan doğan taksir hallerinde zararlı sonucun öngörülmemiş olması kesin bir değer taşımaz; çünkü bu hallerde fail, yükümlü olduğu tedbirleri almış ise; sonucu öngörmüş olsa dahi taksirli sorumluluktan söz edlemez. (Örneğin cerrahi ve sportif faaliyetlerde olduğu gibi tehlikeli olmakla birlikte sosyal yönden yararlı kabul edildikleri için hukuken yetki verilmiş faaliyetler vardır.)
  • Bir başka teori de öngörülebilirlik ölçütünü önlenebilirlik ölçütü ile tamamlamaktadır. Buna göre taksir, önlenebilir olan sonucu önlememekten ibarettir. Taksirin varlığı için sonucun önlenebilir gerektiği kuşkusuzdur; ancak bir önceki teori için öne sürülen eleştiriler, önlenebilirlik teorisi için de geçerlidir. Önlenebilir bir sonucun gerçekleşmesi, her zaman taksirli sorumluluğa neden olmaya yeterli değildir.
  • Bir kısım ceza hukukçuları, taksirin esasını hataya dayabdurnaktadırlar. Buna göre taksir, daima falin bir hatasından kaynaklanır. Bu hata bir kimsenin kendi faaliyetinin fiili şartları konusundaki değerlendirmesine veya faaliyetinin sonucuna ilişkin olabilir; ancak herhangi bir hataya rastlanmayan taksir ipotezlerinin varlığı nazara alındığında, bu görüşü de kabul etmek mümkün değildir. (Örneğin uykuya daldığı için bir şahsa çarpan sürücü ipotezi ve zararlı fiilin bir unutmadan kaynaklandığı durumlar gibi)
  • Pek çok ceza hukukçusu, taksirin esassının dikkat ödevinin ihlalinde yer aldığını savunmaktadır. Taksirin normatif yönünü ortayla koymakla birlikte, bu teori de yeterli değildir; çünkü herahngi bir dikkatsizlik olmadan da taksir gerçekleşebilir. (Örneğin tecrübesiz bir doktor, gerekli teknik bilgiye sahip olmaksızın, çok önemli bir ameliyata kalkıştığında; bütün dikkat ve özeni göstermiş olsa dahi zararlı sonuçtan sorumlu olacaktır.)
  • Bir başka teori ise, taksirin esasını zararlı sonuçları önlemeye yönelik zorunlu davranış kurallarının ihlalinde aramaktadır. Önemli bir gerçeği yansıtmakla beraber bu anlayış da tek başına soruna cevap vermeye yetmemektedir; çünkü bir kere, böyle bir ihlal, kastta da söz konusu olabilir. (Örneğin alacaklısını öldürmek için trafik kurallarını ihlal eden sürücünün durumunda olduğu gibi)  Öte yandan böyle bir ihlal, tek başına taksiri oluşturmaz; ancak ihlalin mazur görülemez olduğu, yani failden kurala uyması istenebildiği hallerde taksir söz konusu olur.
  • Nihayet daha isabetli olan bir teori ise, taksirli sorumluluğun birleştirici esasını, failin uyulması zorunlu davranış kurallarına uymak suretiyle önleyebileceği bir fiili, bu kuralları ihlal etmek suretiyle  istemeyerek gerçekleştirmiş olmasından dolayı kınanmasında aramak gerekir. Taksirin temelinde daima istenmeyen zararlı sonuçları önlemeye yönelik uyulması zorunlu bir davranış kuralına uymama ve kişiden buna uymasının istenebilirliği yer alır.
  • Nitekim ceza kanunu da taksirin esasını, dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlaline dayandırmaktadır.

Taksirin Unsurları

  • Taksiri oluşturan unsurların, tipik fiilin istenmemesi, hukuken korunan varlıklara zarar verilmesini önlemeye yönelik davranış kurallarına uyulmaması ve bu uymamanın faile isnat edilebilirliğinden ibaret bulunduğunu söylemek mümkündür.

 

Fiilin İstenmemiş Olması

  • Kast tipik maddi filiin bilinmesi ve istenmesi olduğuna göre, taksirden söz edilebilmesi için; her şeyden önce, failin bu fiili doğrudan veya dolaylı olarak istememiş olması gerekir. Ceza kanunu da sonucun öngörülmemiş olmasından söz etmektedir.
  • Taksiri kasttan ayıran en önemli nokta, kastta tipik maddi fiilin iradi olması gerekirken, taksirde bunun iradi olmamasıdır. Bu açıdan taksir, kastın olumsuz simetriğidir. Kast, fiilin bütün bulunması ve bulunması gereken bütün unsurların bilinmesi ve istenmesi olduğuna göre; bulunması gereken unsurlardan yalnız birinin dahi bilinmemesi veya istenmemesi yahut suçu ortadan kaldıran bir hukuka uygunluk nedeninin hata sonucu var zannedilmesi halinde kasttan söz edilemez.
  • Taksirin oluşabilmesi için suçta bulunması gerken unsurlardan en azından birinin bilinmemesi veya istenmemesi yahut suçta bulunmaması gereken bir unsurunun varlığına hata sonucu inanılması yeterlidir.

Davranış Kurallarının İhlali

  • Taksirin ikinci unsuru, istenmeyen zararlı sonuçları önlemeye yönelik davranış kurallarının ihlal edilmesidir. İnsan davranışları, başkalarının varlıkları için sonsuzl tehlikeli durumlar yaratabileceğinden; insan davranışlarından kaynaklanan tehlikeleri, sosyal yönden kabul edilebilir sınırlar içinde tutmaya yönelik bir kısım davranış kuralları oluşturulmuştur.
  • Davranış kurallarını, kaynak yönünden yazılı olmayan davranış kuralları ve yazılı davranış kuralları diye ikiye ayırmak gerekir. Genel ve bilimsel-teknik tecrübeden kaynaklanan, yazılı olmayan davranış kuralları, dikkatli olmaya ve özenli olmaya ilişkin sosyal kurallardır. Bunlardan dikkatli olmaya ilişkin olanlar, yapma biçimindeki bir davranışın belirli tarzlarda yapılmasını emrederken; özenli olmaya ilişkin olanlar, bazı hareketleri veya hareket biçimlerini yasaklar.
  • Yazılı davranış kurallarına gelince, bunlar yetkili makamlar tarafından konulan kanunlar, emirler ve talimatlarda ortaya çıkar. Mutlaka resmi makamlar tarafından konulması da şart değildir; özel kişilerin koyduğu kurallara uyulmaması da taksire neden olabilir; yeter ki bu kurallar, zorunlu olma gücüne sahip bulunsun. Bu şekildeki yazılı kurallarının, sosyal bir davranışa tekabül ettiği durumlarda, bunların biçimsel yönden muhtemelen gayri meşru olmaları, kendiliğinden taksiri ortadan kaldırmaz.
  • Davranış kurallarının belirlenmesine gelince, bu kuralların objektif bir niteliğe sahip olmaları ve bunun için de ilgili oldukları özel alana ait en ileri bilim ve tecrübeye göre öngörülebilirlik ve önlenebilirlik ölçütlerine dayanılarak belirlenmeleri gerekmektedir. Şu halde, en ileri bilim ve tecrübeye göre, zararlı bir sonucun, gerçekleştirilmeleri halinde öngörülebilir, gerçekleştirilmemeleri halinde ise önlenebilir olduğu için icrai veya ihmali davranışları öngören kurallara önleyici davranış kurallarıdır. Bu husus, sadece ortak tecrübeye dahil olan kuralların değil, henüz bu nitelikte olmayan kuralların da davranış kurallarına dahil edilmemesine olanak verir.

 

 

Davranış Kurallarına Uymamanın Faile İsnat Edilebilir Olması

  • Taksirin objektif sorumluluğa karşı gerileme tehlikesine karşı bağımsızlığını koruyabilmesi için; davranış kuralını ihlal eden objektif fiilin sübjektif yönden faile isnat edilebilir, yani failin bu fiilden dolayı kınanabilir olması gerekir. Bu durum, ancak davranış kurallarına uyulması, failden beklenebildiğinde ve beklenebildiği ölçüde mümkündür. Bu durumda davranış kurallarına uyulmasının failden ne zaman beklenebileceği ve failin gerçekte ortaya koymadığı bir irade açıklamasını, hukuk düzeni tarafından hangi şartlarda mümkün ve zorunlu kabul edilebileceği sorunu belirmiştir.
  • Genel taksir adı verilen durum, yani dikkatsizlik ve özensizlikten ileri gelen taksir yönünden; sonucun öngörülebilirliği ve önlenebilirliği ölçütü, vazgeçilmez bir ölçüttür. Sonuç öngörülemez ve önlenemez ise, faile karşı herhangi bir kınamada bulunulamaz.
  • Öngörülebilirlik ve önlenebilirlik, faile veya en tecrübeli insana yahut ortalama insana göre belirlenmelidir. Faile göre belirlendiğinde, sübjektivist bir göreceliğe düşülecek ve hemen her defasında taksirin ortadan kalkması sonucuna varılacaktır. En tecrübeli insana göre belirlediğinde, süjelerin büyük çoğunluğu, en tecrübeli insan düzeyine ulaşılabilir olmadılarından taksir kavramı tehlikelilikle ve objektif sorumlulukla çakıştırılarak; taksir konusunda aşırılığa gidilecektir. Ortalama insan göre belirlendiğinde ise, normal insandan daha tecrübeli olan insana ayrıcalık tanınmış, çok defa hiç de doğru olmayan sosyal uygulamalar ve adetler meşrulaştırılmış, özel tedbirleri ve yasakları gerektiren bozukluklar ihmal edilmiş olacaktır.
  • Şu halde öngörülebilirlik ve önlenebilirlik, değişik model-ajan ölçütüne göre belirlenmelidir. Bu ölçüt, modern işbölümü, ihtisaslaşma ve bilgi standardı farklılıklarından başka, bütün insanların örneğin eğitim derecesi, yaş, fiziki eksiklik gibi ölçütlere göre sokulabilecekleri gruplar tarafından da belirlenmektedir. Bütün bunlar, her şeyden önce taksire ilişkinin yargının göreceli olduğunu ortaya koymaktadır; çünkü sonuç belli bir fail için öngörülebilir ve önlenebilir olmasına karşılık, başka bir fail yönünden öyle olmayabilir. (Örneğin bir barajın çökmesinde işletme müdürü taksirli kabul edilebildiği halde yardımcısı öyle kabul edilmeyebilir.)
  • Sonucun, failin ait bulunduğu model süje tarafından öngörülebilir ve önlenebilir bir sonuç olduğu kabul edildiğinde, fail sadece objektif olarak tehlikeli bir davranışı gerçekleştirmiş değildir; o, aynı zamanda dikkatsiz ve özensiz davranmıştır ve bunun için de kınanabilirdir.
  • Birden çok kişinin faaliyetinin iştiraki söz konusu olduğu durumlarda, taksir sorunu, başkalarının doğru biçimde davranacağına güven ilkesine göre çözümlenmelidir. Böylece disiplinler arası bir ekip çalışmasında, herkes, diğerlerinin doğru hareket ettiğine güvenmek zorunda olduğundan; grupta çalışanlardan her biri sadece kendi faaliyet tipine ait meslek kurallarına uyulmamasından sorumludur. Ancak failin başkasının doğru olmayan bir davranışının tehlikeliliğini farkettiği veya grup içerisindeki özel konumu nedeniyle, başkalarının yanlışlıklarını kontrol edip önlemek yükümlülüğü olduğu haller, bunun dışındadır. Ancak somut şartların, başkalarının yanlış bir davranışını öngörülebilir kıldığı hallerde kişi, özel davranış kurallarına uymak suretiyle başkalarının yanlışlıklarından kaynaklanan tehlikeleri önlemek zorundadır.
  • Bu noktada, sosyal yönden yararlı oldukları için izin verilen tehlikeli faaliyetler üzerinde durmak gerekmektedir. (Örneğin sportif veya cerrahi faaliyetler)
  • Bu konularda genel taksire özgü olan öngörülebilirlik ve önlenebilirlik ölçütleri uygulanamaz; aksi halde, hukuk düzeni, kendiis ile çelişkiye düşecektir. Nitekim hukuk düzeni, bir yandan tehlikeli faaliyetlere izin verip, hatta onu zorunlu kılıp, diğer yandan da bu faaliyetten doğacak zarardan dolayı, öngörülebilir ve tehlikeli olduğu gerekçesiyle, faili sorumlu tutması kabul edilemez. (Örneğin cerrahi müdahalenin kötü sonuç vermesi durumunda olduğu gibi)
  • Bu itibarla fail, sadece öngörülebilen; fakat meslek kurallarına uymak suretiyle önlenebilen zararlardan dolayı taksirli olarak sorumlu tutulabilecektir; buna karşılık öngörülebilen ancak hukuk düzenince rıza gösterilen tehlike söz konusu olduğunda, teknik kurallara bütünüyle uyulmasına rağmen gerçekleşebilen zararlardan dolayı taksir nedeniyle sorumlu olmayacaktır.
  • Özel taksire, yani yazılı davranış kurallarına uyulmamasından kaynaklanan taksire gelince, bunun ontolojik açıdan genel taksirden hiçbir farkı yoktur.
  • Genel taksirin, her olayda araştırılıp belrlenen somut bir taksir olduğu, buna karşılık özel taksirin varsayılan bir taksir olduğu görüşü kabul edilemez. Özel taksir, herhangi bir yazılı normun, dolayısıyla cezalandırmaya yönelik normların değil, sadece zararlı sonuçları önlemeye yönelik normların ihlalinden kaynaklanır. Bu normlar, ceza hukukuna dahil olmayan normlar olabileceği gibi, koruyucu nitelik taşımaları şartıyla ceza normları da olabilir. Şu halde özel taksir de genel taksir gibi önleyici bir davranış kuralına uymamayı gerekli kılmaktadır.

Taksirin Belirlenmesi

  • Taksirin belirlenmesinde, genel taksir yönünden, her olayda, belli bir mesleğe mensup ve belli şartlarda bulunan aklı başında bir insan için sonucu öngörülebilirliğine ve önlenebilirliğine başvurmak gerekirken; özel taksir yönünden öngörülebilirlik ve önlenebilirlik aranmamakta, genellikle yazılı önleyici kurala uymamanın belirlenmesi yeterli kabul edilmektedir.
  • Katı ve esnek normlar arasında bir ayrım yapılmaktadır. Katı normlar, önleyici davranışları kesin sınırlarıyla belirlerken; esnek normlar, somut şartlara göre belirlenebilen bir davranışa işaret eden normlardır.
  • Yazılı önleyici normlar, ilgili oldukları özel tehlikeli faaliyet veya durum yönünden konulabilir tüm önleyici kuralları içeriyorsa, bunlara uyma, taksirli sorumluluğu ortadan kaldırır.
  • Yazılı önleyici normlar, konulabilir önleyici kuralların tümünü içermiyorsa ve bu nedenle, fail yazılı olmayan önleyici kurallara da uymak zorunda ise, genel taksir, varlığını korur.
  • Yazılı önleyici normlara uymama, neden olunan bütün sonuçlar için değil, sadece bu normların önlemeyi hedef aldığı sonuçlar için taksirli sorumluluğu gerektirir.
  • Taksir, tipik fiilin bütün unsurları yönünden söz konusu olabilir. Yani, taksirin sadece ihlal edici davranışla ilgili olması şart değildir; ayrıca fiilin önşartlarına, doğrudan sonucu önlemeye uygun davranışın seçimine veya seçilen davranışın gerçekleştirilmesine ilişkin olabilir.

Taksirin Çeşitleri

  • Daha önce bahsedilen genel ve özel taksir dışında, bilinçli ve bilinçsiz taksir ayrımı vardır.
  • Bilinçli taksir, failin sonucu öngördüğü, fakat istemediği hallerde söz konusudur. (Örneğin arabasını çok hızlı süren ve bir kimseye çarpabileceğini öngören; fakat ustalığına gvenerek böyle bir sonucu önleyebileceğini zanneden sürücünün bir yayaya çarpması durumunda olduğu gibi)
  • Biliçsiz taksir ise sonucun öngörülmediği hallerde söz konusudur. (Örneğin etrafa dikkat etmeden, tavşana ateş açan avcının silahından çıkan merminin, çalıların arasında duran bir köylüye isabet etmesi gibi)
  • Bilinçli taksir, olası kasta çok yakındır. İkisi arasındaki fark, olası kastta sonuç hedef alınmamakta, fakat  sonucun meydana gelme tehlikesi göze alınmaktadır; bilinçli taksirde ise, fail, mümkün gözüken sonucun gerçekleşmeyeceği inancıyla hareket etmektedir.
  • Türk Ceza Kanunu’nda, bilinçli taksir, bilinçsiz taksrin daha ağır şekli olarak düzenlenmiştir. Sonucun öngörülmesine rağmen, failin tehlikeli hareketi yapmaktan vazgeçmemesi halinde, tedbirsizliğin daha büyük olacağı kabul edilmiştir.

SONUCU NEDENİYLE AĞIRLAŞAN SUÇLARDA MANEVİ UNSUR

  • Suçun varlığı için gerekli olanın ötesinde zararlı veya tehlikeli bir sonucun meydana gelmes halinde, cezası ağırlaştırılan suçlara, sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlar denir.
  • Sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlardan söz edilebilmesi ve suçun varlığı için, gerekli olanın ötesinde meydana gelen zararlı veya tehlikeli sonuç nedeniyle cezanın ağırlaştırılabilmesi için failin bu sonuç yönünden en azından taksirli olması gerekmektedir.
  • Bu tür suçlar yönünden, bir ayrım yapmak gerekir. Bazen ikinci sonuç yönünden failin psişik davranışı, ister taksirli, ister kastılı olsun, cezanın arttırılması ile yetinilmektedir. (Örneğin iftira ve yalan tanıklık suçları) Bu durumlarda, fail, ikinci sonucu istemiş olsun veya olmasın, cezanın arttırılması yoluna gidilir; yeter ki fail, ikinci sonuç yönünden en azından taksirli kabul edilsin.
  • Oysa bazen, suçu ağırlaştıran sonucun fail tarafından, dolaylı da olsa istenmemiş olması gerekir; aksi halde başka bir suç ortaya çıkar. (Örneğin terk ve çocuk düşürme suçları) Bu ikinci kategori yönünden de ikinci sonuç, sadece failin taksirli davranışından kaynaklanmış olmasına dayanılarak, faile isnat edilir; ikinci sonuçlar fail tarafından istenmişse, bu sonuçları, ağırlaştırıcı neden olarak öngören hükümler değil, başka hükümler uygulanır; çünkü başka bir suç gerçekleştirilmiştir.
  • Sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlarla ilgili olarak belirtmek gerekir ki, bu tür suçlar yönünden objektif sorumluluğu bertaraf etmek amacıyla, failin en azından taksirli olması aranmakta ise de, suçu ağırlaştıran sonuç yönünden taksirin belirlenmesindeki güçlük nedeniyle, uygulamada taksir karinesinin kabulü ve dolayısıyla objektif sorumluluk sonucuna varılması tehlikesine karşı dikkatli olmak gerekmektedir.

 

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir