bilinci uyuşturma saatleri

ve yine başlıyor bilinci uyuşturma saatleri

önce bir anda nükseder akla

sonrasındaysa yavaşlar

sis perdesi aralandıkça gözlerinin önündeki

anılar akmaya başlar, üç film arka arkaya

hadi yaslan arkana, bir film izlermiş gibi değil de

rüya görüyormuş gibi düşün, kontrolsüzce

akışı kontrol etmeden, çabalamadan

anılar da konuşur seninle eğer izin verirsen

önce sadece güzel hatırladıklarını görelim

 

çok çabuk bitiyor dimi?

 

hayat gibi

 

ancak içgüdüsel bir düşünce bir inanç ilkesi olup kişiyi eyleme yöneltebilir. kişinin kendini gereğinden fazla çözümlemeye çalışması tehlikelidir: böylece yaradılışımızın en can alıcı noktalarıyla içli dışlı olarak onları hem açığa çıkarmış, hem de tepkilerini mekanik hale getirmiş oluruz. asıl yapılması gerekli olan, bunun tersine, uyarmalar karşısında ruhsal içgüdülerimizin kendiliklerinden tepki göstermelerini sağlayacak durumu yaratma sanatıdır. işte tam da bu yüzden rüya görüyormuş gibi düşün, kontrolsüzce, akışı kontrol etmeden, çabalamadan.

 

ve yine başlıyor bilinci uyuşturma saatleri

önce bir anda nükseder akla

sonrasındaysa yavaşlar

 

şimdi dar sokaklarında yürüyorsun o güzel muhitin, dar sokaklarını kaplayan taş duvarlardan sarkan begonvillerin kokusu doluyor ciğerine. neden sonra görüyorsun denizi, içini dalgalarıyla doldurup taşan denizi, birkaç tanıdıkla karşılaşıyorsun hızlı adımlarını atarken denize doğru. kimi zaman kafanla kimi zaman da yarım bir el hareketiyle selamlıyorsun, gerek samimi gerekse yalnızca yüz aşinalığının bulunduğu kimseleri. sonra iskelenin ucu görünüyor önce, ne çok zamanın geçti o iskelede, bir an geçiyor aklından, tam düşünmeye başlayacak gibi oluyorsun ki -unutma, kontrol yok, akışı kontrol etmek yok- birden kapatıveriyor hava, çılgınlar gibi yağmur yağmaya başlıyor. özlemişsin bu teni, gökyüzünün tenini kucaklıyorsun yağmurun damlalarında.

 

sis perdesi aralandıkça gözlerinin önündeki

zihnin daha da bulanıyor gibi tam aksine

bir müzik çalıyor sanki dünyanın arka fonunda

ilk defa dinlediğin ama en çok sevdiğin -gibi-

ya çok kısa sürüyor ya da hak etmiyorsun

 

çok çabuk bitiyor dimi?

 

hayat gibi

 

birdenbire kendini iskelede buluyorsun. oysa daha o zikzaklar çizen karabiber ağaçlarıyla kaplı yolu görmemiştik -neyse, düşünceye yer yok, izle sadece-. o’nu görüyorsun iskelenin orta yerinde yağmurlanırken, evet evet ancak yağmurlanmak olabilir bu, bu kapalı gökyüzünün altında gerçekleşen eylem. gidip yanına uzanıyorsun -bu bir anı değil, bu tamamen kurmaca, bu bir fantezi olabilir ancak, oysa anıları izlemiyor muyduk?-, kapalı gözlerinden birisini açıp hafifçe kafasını sana doğru çeviriyor, suratında belli belirsiz bir gülümseme var sanki, gülümsüyor mu yoksa çok mu hüzünlü, bilemiyorsun. anlamak çok güç yüzünden akan yağmur damlaları yüzünden, sanki o gül yüzüne değen yağmur damlaları değil de göz yaşlarıymış gibi.

 

neden buradasın, neden unutulmaya izin vermiyorsun diyor

aklımdan geçen binlerce cevap var belki de

belki de bir tek cevap bile yok

bilmiyorum, ama cevap vermemeliyim zaten her halükarda

çünkü izliyorum ben, oynamıyorum

müdahale edersem bu anın kaybolacağı korkusu bende bir nevi akıl tutulması yaratıyor

ama manalı manalı bakıyor tek gözüyle gözümün içine

bir cevap bekliyor, üzgünüm aradığın cevabı alamayacaksın

 

kalkıyorsun yanından usulca, hiçbir söz söylemeden. üstündekileri çıkartıyorsun yavaş yavaş, önce tişörtünü, ardından altın kolyeni -o almıştı sana bunu, hem de sana hiç yakıştırmadığı halde, hatırlıyor musun?-, düşmesin diye tişörtünün orta yerine koyup tişörtünü katlıyorsun özenle. sonra da iskelenin iki ucunda bulunan merdivenlerden, her zaman tercih ettiğini değil de soldakini tercih ederek yavaş yavaş iniyorsun adımları. üçüncü adımdan itibaren suya değiyor ayağın. bir anda bırakıyorsun kendini suya, ama bu sefer normal olmayan bir şeyler var bu suda, kafan bir defa suyun içine girdi mi çıkamıyorsun, dipten çeken bir şeyler var sanki seni.

 

ve yine başlıyor bilinci uyuşturma saatleri

önce bir anda nükseder kana

sonrasındaysa yavaşlar

sanki son nefesini verirmişçesine dolu dolu verirsin nefesini

ve izlemeye devam etmek zorundasın artık

ciğerindeki son nefesi de verdikten sonra kaç saniye içinde kaybolmaya başlar bilinç

ya da bilinç kaybolmaya başladığı için mi ciğer son nefesi erkenden verir

hep merak edilenler öğrenilirmiş en sonunda

 

bir el dolaşıyor saçlarının arasında, en diplerinde geziniyor tırnakları. sanki kafanı okşayacakmışçasına bir his geliyor başta, ama sonra anlıyorsun ki suyun içinden çıkartıyor bu el kafanı. bilincin yerinde mi değil mi, bunu düşünmekten ziyade yüzünü görmeye çalışıyorsun meçhul elin sahibinin. gözlerini yakan tuzlu sudan mıdır nedir, gözlerini açsan da net göremiyorsun, bir yandan canın, bir yandan da ciğerin acıyor. ama o olmadığına eminsin seni son anda hayata döndürenin, onun tırnaklarının saçlarımın arasında dolaşışını hatırlıyorum da, kesinlikle o değil. kim olduğunun da çok önemi yok ya zira, önemli olan nefes almaya devam edebilmek bu hayatta.

 

sen, ben, belki de biz

yaşadık mı, yaşıyor muyuz, yoksa sadece film mi izliyoruz

yoksa film de değil de rüya mı bütün bunlar

bilincimin altı üstü, kaldırım taşlarının arasındaki boşluklar

çamurlu bir suyla dolu kocaman deniz

içinde bir ben varım, bir de diğer tüm cesetler

eski bir mezarlığın hortlağıyım sanki

senin mi bu beni uyandıran eller?

beni buradan çıkarmaya niyetli olmayıp da yalnızca göstermeyi hedefleyen eller?

 

bir seferinde her zamanki gibi cemal’le oturduğumuz o teras kattaki kıraathanede rutin sohbetlerimizi ediyorduk. cemal çayını her zaman iki şekerle içer, bense o sıralar çayı şekersiz içmeye alıştırmaya çalışıyordum kendimi. muhabbetin belki de en can alıcı yerinde cemal birdenbire yerinden kalktı ve artık vaktin geldiğini, gitmemiz gerektiğini söyledi. şaşırdım başta, neden böyle bir çıkış yaptığını da anlayamadım, saatime baktığımda daha vaktimiz olduğu da aşikardı. daha oturalı yirmi, bilemedin yirmi beş dakika olmuştu. sonra kalktık, cemal önde, ben arkada basamaklarını inmeye başladık beş katlı binanın. hani bazı kat merdivenlerinin ortasında basamak değil de düzlük olur ya -bence mimarın eksik planlaması yüzünden öyle yaparlar, ya da belki yaşlılar için bir dinlenme durağı olarak da düşünülmüş olabilir-, işte o bina da öyle merdivenlerin ortasında bir anda basamağın kesildiği binalardandı. merdivenin orta yerinde sanki basamak varmışçasına ayağımı attım tam cemal’in kırlaşmaya başlamış saçlarını incelerken, ve bir anda sendeledim, düşecek gibi oldum. tekrar kafamı doğrulttuğumda cemal yok olmuştu.

 

 

 

 

 

 

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir