Pişmanlık Üzerine
Hepimizin zaman zaman yaşadığı bir duygudan bahsetmek istiyorum; bir şeyi yapmak isteyip de yapamamak. Fakat bazılarımızın diğer insanlara kıyasla daha sık hissettiği buruk bir acıdır bu. Bazen imkansızlıklar yüzünden, bazen hayatın olağan akışının yüzümüze tokat gibi çarpması sebebiyle, bazense sadece yapılamadığı için yapılmaz. Fakat insanın içini doldurur doldurur, patlamaya hazır bir kıvama getirir. Söylemek istediklerinin içinde kalması kadar insanı şişiren bir başka durum daha var mıdır şu dünya üzerinde? Peki ya bir şeyi söylemek isteyip de söyleyemeyen, bütün gün içinin şişeceğini bile bile o iki kelimeyi kuramayan insan kadar kendisine düşman bir varlık daha var mıdır şu yeryüzünde? Ama öyle de dememek gerek, insan bazen kendi vücuduna hakim olamıyor. Düşüncelerini, dudaklarının arasından, dilinin dişlerine vura vura çıkaracağı o seslere dönüştüremiyor bazen. Hepsi birden içinde kalıveriyor hiç istemeden.
Ama zaman geliyor ki hiç istemediği, hatta normalde düşünmediği şeyleri söyleyiveriyor bir anda. Sonrasındaysa; açıklayabilirsen açıkla. Fakat mümkün değil bazı şeylerin telafisi. Dedikleri gibi, söz ağızdan bir kez çıkıyor. Bazı şeylerin geri dönüşü ve telafisi mümkün olmuyor ne yazık ki. Zamanında içine atıp da sustuğun şeylerin yerine, bir de bakıyorsun hiç söylemek istemediğin, hatta ve hatta o ana kadar düşünmediğin şeyleri söylemişsin. Ve geri dönüşü olmayan bir yolun tam ortasında kendini buluveriyorsun. “Ne zaman gitti tren” demeye kalmadan, tren hızlıca uzaklaşmış, rüzgarını bile arkasında bırakmamış oluyor. Ve o saniyeden sonra da ancak malum canlının baktığı gibi bakılabiliyor trenin ardından. Giden trene yetişmeye çalışmak, doğuştan kör birine renkleri anlatmak kadar, hiç görmeyen birine dünyanın en güzel manzarasını betimlemek kadar zor oluyor.
“Yapmak istemek ve yapamamak” veya “yapmak istemeden yapmış bulunmak” olarak iki farklı kategoride inceleyebiliriz bu tarifi çok zor olan ağır duyguyu. İçim burkuluyor, elim ayağım titriyor ama vücuduma yansıtamıyorum, sanki titreyen elim ayağım değil de ruhummuş gibi geliyor. Kendimi bu duruma sokan tam da ben değil miyim? Acıya mı acıktım yoksa?
Böyle hissettiğim zamanlarda genellikle kendime şunu sorup dururum; “Dün ara ara bulutlarla kaplı harika gökyüzü olamaz şu an gördüğüm, ne kadar da iç karartıcı. Dün dinlediğim müzik bugün neden bu kadar ruhsuz ve uyumsuz geliyor? Dün tam olarak yere bastığını hissettiğim ayaklarım bugün neden burkulmuş gibi hissettiriyor her adımda? Güzel olan dün müydü sadece? Gökyüzünün güzelliği, müziğin olağanüstü ritmi sadece düne mi mahsustu? Yoksa ben miyim bugün böylesine perişan hale gelen? Ufak ufak şeyler nasıl bu kadar çok acı verebiliyor? Acıyı gerçekten veren yaşadığım olay mı yoksa yanlış tercihlere yol açan saçmasapan kararlarım mı?” İşte tam olarak da bu monolog defalarca ama defalarca kafamın içinde tekrar ve tekrar dönüyor böyle günlerde. Her şey yolunda giderken, hayattaki her şeyden zevk alırken bir anda her şeyin elinden alınması gibi hissettiriyor. Oysa öyle bir durum yok, fakat öyle hissettirir. Önemli olan da bu değil midir zaten? Bir şeyi hissediyorsan gerçek budur. Acı hissediyorsan, dışardan görünen durumun ne kadar iyi olursa olsun, canın, en düşkün, en kötü durumda olan insanlardan daha çok acıyordur. Fiziksel durumun ne kadar kötü olursa olsun eğer mutluysan, senden daha mutlusu yoktur dünyada.
Düşünceler ve ruh hali, insanı o kadar çok değiştirebiliyor ki. Günler geçtikçe, daha çok yaşadıkça daha iyi anlıyorum. Ve kendimi tanımaya, en azından tanımaya çalışmaya çalışıyorum. Beni nelerin üzdüğünü, zaaflarımı, reddedemediğim şeyleri, neleri içime atıp çok önemsediğimi anlamaya çalışıyorum. Çünkü fark ettim ki insan içine attıkça kendisini içten
içe yiyip bitiriyor. Ve bu hallerin en başında gelen şeyin de, insanın yapmak isteyip de yapamadığı şeyler olduğunu fark ettim. Yani pişmanlıklar kadar zarar veren bir şey daha yok insana. Dışarıdan çok iyi görünüp de içten içe yanmanın adıdır pişmanlık. Ve bir daha böylesiyle yüz yüze kalmamak için kendimi tanımaya çalışacağım.