Geceler Ve Kaçışlar

Dünya üzerinde herhangi bir ülke sınırı içerisinde doğan kişi, doğduğu andan itibaren birçok sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bulunduğu ülkeye, ekonomiye, coğrafyaya, aileye ve daha birçok faktöre göre ise sorumlulukları azalıyor veya artıyor. Örneğin fakir ve çok çocuklu bir ailede doğan çocuğun sorumluluklarının, zengin ve tek çocuklu bir ailede doğan çocuğun sorumluluklarından daha fazla olması gibi. Ülkemiz için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Maalesef ki kapitalist bir düzen ve sistem içerisinde yaşıyoruz ki, doğan her bir bebek bile büyük bir sorumlulukla dünyaya geliyor. Aynı zamanda ülkemiz ve diğer birçok üçüncü dünya ülkeleri için konuşmak gerekirse; dünyaya gelen her erkek bebeğin bir sorumluluğu daha var; Askerlik. Halk dilinde “vatan borcu” olarak tasvir edilmesine rağmen benim bir türlü anlam veremediğim zorunlu bir olay.

“Vatan borcu” olarak tanımlanmasını doğru bulmuyorum. Bugüne kadar “vatan” bana ne vermiş ki benim borcum olsun? Neyin borcu? Bu sınırlar üzerinde doğmak bir seçimmişçesine, hiç yoktan yüklenen bir borç. Esasında vatanın bana mutlu bir gençlik borcu yok mu?  Şayet böyle bir borç varsa ben bu borçlarımı ömür boyu vergilerimle ödemiyor muyum? İnsanın genç yaşta yaşlanmasına, hatta ve hatta şanssız olanlarımız için sadece yaşlanmaya da değil, ölüme sebebiyet veren bir borç. Bir insan, savaşlara karşı olabilir, savaşlara sebep olan ordulara hizmet etmek istemeyebilir. Şiddet kullanmayı ve bir insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını elinden almayı öğrenmek istemiyor olabilir. Emir almak, emir vermek, hükmetmek, itaat etmek istemiyor olabilir. Politik görüşleri gereğince özgür, savaşsız, barışçıl bir dünyada da yaşamak istiyor olabilir. İnanç özgürlüğünden bahsediyoruz aynı zamanda. Bir insan inançları gereğince de savaşı, savaşmayı, öldürmeyi öğrenmek istemiyor olabilir. Bunların hepsinin insani haklar olması göz önünde bulundurulmaksızın, askerlik zorunlu bir kavram. Ve bu bana çok adaletsizce geliyor.

Alfred Jarry’nin bu konu üzerinden kaleme aldığı Günler Ve Geceler –Bir Asker Kaçağının Romanı adlı eseri okuduktan sonra oturup araştırma gereği duydum. Romanın başkarakteri olan iki kardeş, Sengle ve Valens, somutluktan daha uzakta içsel bir kaçışa yöneliyorlar. Aslında kendilerini, bugünlerin söylemine göre post-anarşist olarak tanımlıyorum ben. Genel olarak hayata karşı bir reddedişleri var. Fakat Jarry, bu reddedişi bir askerlikten kaçış temeline oturtmuş. Esasında bu anti-militarist ve anarşist düşüncenin, Alfred Jarry’nin iç dünyasını yansıttığını düşünüyorum. Ve özellikle 1897’de yayımlanmış bir roman olması, iki dünya savaşının da öncesinde yaşanan bir hazırlık sürecinin ürünü olduğunu düşünüyorum. Eserde, genel olarak otoritenin, kanun koyucunun insanlara direttiği şeyleri nasıl kalıplara sığdırdığı anlatılıyor zannımca. Askerlik kavramı da aynen bu şekilde insanlara empoze ediliyor. “Vatan borcu”, “her erkek savaşmayı bilmelidir”, “ya yarın savaşa girersek bu ülkeyi kim kurtaracak?” gibi söylemlerle, insan haklarına aykırı olan askerlik dayatmasını meşru hale getiriyor toplum. Ve bunu aslında hiç farkında olmadan yapıyor. Toplumun asla istemeyeceği işleri, devlet, bizatihi topluma yaptırıyor.

Esasında böyle bir felsefi sorgulamayı oldukça akıcı ve yüzeysel gibi görünen (bilakis oldukça derin) bir şekilde anlatmayı başarmış Alfred Jarry. Ve böyle bir eserle karşılaştığım için kendimi ne kadar şanslı saydığımı anlatamam. Çünkü roman bir solukta okunup bitmesine rağmen, ardında bıraktığı sorular ve araştırma isteği kalıyor. Ve insanı araştırmaya, öğrenmeye, ve daha farklı konularda da tek yönlü düşünmemeye sevk ediyor. Özellikle beni askerlik ve vicdani ret konusunda başka başka arayışlara da yönlendirdi beni. Özellikle, bu ülkenin vatandaşı olan her erkeğin ve otorite altında yaşayan her bireyin okuması gereken bir eser. Eleştiriye, sorgulamalara ve düşünmeye yönlendiriyor.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir