Medeni Hukuk 1 Kapsamlı Ders Notu
Medeni Hukukun Genel İlkeleri
Kamu Hukuku ve Özel Hukuk ayrımında önemli olan bir nokta “yaptırım” kavramıdır. Hukukta genel olarak “genel yaptırım” türleri mevcuttur. Bunlara ana yaptırım adı da verilir. Ancak genel yaptırımların dışında istisnai olarak özel maddelere atfedilmiş olan özel yaptırım türleri de mevcuttur.
5 tane genel yaptırım türü mevcuttur:
- Ceza Yaptırımı Kamu Hukukunu ilgilendirir.
- İptal Yaptırımı Kamu Hukukuna ilişkindir.
- Tazminat Yaptırımı Özel Hukuka ilişkin bir genel yaptırım türüdür.
- Geçersizlik (Hükümsüzlük-Butlan) Yaptırımı Özel Hukuka ilişkin bir yaptırım türüdür.
- Cebr-i İcra Yaptırımı Zorla yerine getirme anlamını taşır. İcra ve İflas Hukukuna ilişkin bir yaptırım türüdür.
Ceza Yaptırımı: Kanunda suç olarak gösterilmiş fiilere ilişkin işletilen bir yaptırım türüdür. Bunun nedeni kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin varlığıdır. Hukuka aykırı fiillere haksız fiil denir ancak her haksız fiil suç değildir. Her suç ise aynı zamanda bir haksız fiildir. Ceza yaptırımı para ya da hapis cezası olarak karşımıza çıkar. Burada ağır ve hafif ayrımı mevcuttur. Örn: Ağır Para Cezası, Hafif Para Cezası
İptal Yaptırımı: Kanun ya da kanunun herhangi bir maddesi anayasa aykırı bulunduğunda işletilen yaptırım türüdür. İdare Hukuku ve Anayasa Hukuku alanlarında ortaya çıkar çünkü aynı zamanda idarenin haksız işlemlerinden doğan yaptırım da idari yaptırım olarak tarif edilir. İdarenin haksız işlemine karşı yaptırım, idare mahkemelerin tarafından uygulanır.
Tazminat Yaptırımı: 2 ana unsuru vardır. Bunlar zarar ve kusur’dur.
Zarar, maddi zarar ve manevi zarar olmak üzere 2 çeşittir.
Maddi zarar gözle görülebilir zarardır.
Manevi zarar ise hesap edilemeyeceği iddia edilen bir zarar türüdür. Manevi zarar ancak yargıç takdiri ile saptanır. Başka kimse bunu takdir edemez. Miktarı belirlenemez. Miktarı bilirkişi vasıtasıyla hesap edilir.
Bu noktada zararın 2 alanı mevcuttur:
Bedensel Zarar Doktor, hastane ve ilaç masraflarını içerir.
Malvarlıksal Zarar Malvarlığındaki bir unsurun eksilmesi ya da yok olması şeklinde olur.
Peki zararın kaynağı/ temeli nedir?
Medeni kanuna göre zararın kaynağı ya haksız fiildir ya da sözleşmedir. Sebepsiz Zenginleşme de bir zarar kaynağıdır. Haksız fiil, hukuk düzeninin benimsemediği, hukuka aykırı fiil olarak tarif edilebilir. Bu noktada bu tanım ile ceza hukuku ile bir birleşme olduğu varsayılabilir. Zira her haksız fiil suç değildir. Ancak her suç bir haksız fiildir. Ancak unutulmamalıdır ki ceza hâkimi ile hukuk hâkimi birbirine bağlı değildir. Çünkü özel hukuktaki kusur ile cezadaki suçun unsuru olan kusur birbirinden farklıdır. Tek bir konuda ceza mahkemeleri ile hukuk mahkemeleri birleşebilir. O da, bir fiili bir kişi işlemesi durumudur. O fiili o kişi işlediğinde hâkimler birbirine bağlıdır. Onun dışında ceza mahkemesi ve hukuk mahkemesindeki kusur unsuru birbirinden farklı olduğu için, hâkimler birbirine bağlı değildir.
Ceza Mahkemesi suçun oluşup oluşmadığına bakarken, hukuk mahkemesi zararın oluşup oluşmadığına bakar. İkisi bu yüzden bağımsız çalışır. Açıklandığı üzere, tek bağlayıcı nokta, o fiili o kişinin işleyip işlemediğinin kesin olduğu durumlardır.
Hukuka aykırı fiilden ötürü bedensel ya da malvarlıksal bir zarar ortaya çıktığında, kişinin üzülmesine bağlı olarak manevi zarar da ortaya çıkar. Maddi manevi tazminat talebi buradan doğar.
Sözleşme kavramını tanımlamak için olay ve fiil tanımından yola çıkacağız.
Dünya yüzünde veya evrende meydana gelen bir takım değişiklikler olay ya da fiildir. Ayırıcı unsur burada iradedir. İrade unsuru ile olay ve fiil kavramı birbirinden ayrılır zira burada üst kavram iradedir.
Olay: Dünya yüzünde meydana gelen değişikliklerin kendiliğinden olma durumudur. Buna doğal olay adı da verilebilir.
Fiil: Dünya yüzünde kişi iradesi ile ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu fiillerin bir kısmı hukuk alanında da sonuç doğurur. Burada bağımsız olarak hukuki olay kavramı da vardır.
Fiil, maddi fiil ve hukuki fiil olmak üzere 2’ye ayrılır.
Maddi Fiil: Kişi iradesiyle değişiklik meydana gelmesi ama hukuk düzeninde bir değişme olmaması durumudur.
Hukuki Fiil: Eğer kişi iradesine bağlı olarak meydana gelen değişikliğin sonucunda hukuk düzeninde de bir değişim söz konusu oluyorsa, hukuki fiil söz konusudur. En tipik örneği, evlilik dışı çocuğun tanınmasıdır. Tanıma sonucunda çocuk ile baba ilişkisi arasında esas olarak hukuki sonuç doğar.
Ölüm bir doğal olay olarak görünmesine rağmen bir hukuki olaydır. Çünkü Medeni Kanun miras yönünden ölüme hukuki sonuç bağlamıştır. O yüzden ölüm bir hukuki olaydır.
Fiil kişi iradesi ile ortaya çıkan değişikliklerdir. Fiil, hukuka aykırı olduğunda haksız fiil ortaya çıkar.
Hukuka uygun fiiller 3 başlık altında incelenebilir:
- Maddi Fiil: Kişinin iradesini hukuka uygun olarak kullanarak her istediğini yapabilir ve bu da maddi fiili oluşturur.
- Hukuki Fiil: Kişi iradesini kullanarak bir takım sonuçlar doğurduğunda, hukuk düzeni bu iradeye bir takım hukuki sonuçlar tanıyabilir. Bu noktada hukuki fiil doğar. Örn: Evlilik Dışı Çocuğun Tanınması
- Hukuki İşlem (Hukuki Muamele): Kişinin hukuki sonuç isteyerek iradesini açıklamasıdır zira kişinin iradesi hukuki sonuca yöneliktir.
- Tek Taraflı Hukuki Muamele: Tek bir kişinin irade açıklamasının yeterli olduğu muameledir. Kişi hukuki sonuca ilişkin iradesini tek başına açıklar. Örn: Vasiyetname Vasiyetname, tek taraflı hukuki muameledir. Hukuki sonuç doğurur. Tek taraflı hukuki muamele uygulamada istisnadır.
- İki Taraflı Hukuki Muamele / Çok Taraflı Hukuki Muamele: Birden fazla kişi hukuki sonuca yönelik irade açıklamasında bulunur.
- Kararlar: Birden fazla kişi hukuki sonuca ilişkin karar açıklar. Kararlar sonucun belli olduğu açıklamalardır. Bu sonuca yönelik olarak kişiler paralel olarak iradelerini açıklarlar. Çok taraflı hukuki işlem olan kararlarda iradeler birbirine paraleldir. Hangi irade daha fazla ise karar ona göre çıkar.
- Sözleşmeler: Birden fazla kişi karşılıklı irade açıklar. Bu iradeler birbirine zıt olmalıdır. Örn: Satacağım- Alacağım. Karşılıklı açıklanmış iradeler belli noktada kesişiyorsa, buluşuyorsa sözleşme doğar. Sözleşmede, karşılıklı iki taraf vardır. Borçlar Kanununa göre bu taraflardan biri alacaklı biri borçludur. Mutlaka iki taraf söz konusudur.
Spesifik olarak, alacaklının alacak hakkı söz konusudur. Her sözleşmeden haklar ve yükümlülükler doğar. Bunlardan bir tanesi de alacaklının alacak hakkıdır. Bu yükümlülüklerden bir tanesi de borçlunun, borcunu ifa etmesi yükümlülüğüdür.
Örn: Buzdolabı sattım. Buzdolabını satmak ile birlikte teslim borcu altına gireriz. Bu teslimin de uygun koşullarda ve buzdolabının yapısını bozmayacak şekilde olması gerekir. Örneğin, buzdolabını teslim ederken, onu uygun bir pakette ve uygun koşulda taşımak gerekir.
Sözleşmeler, doğurdukları hak ve yükümlülüklere göre 3’e ayrılır:
- Tek Tarafa Borç Yükleyen Sözleşme: Bir sözleşme türüdür. Tek taraflı hukuki muamele değildir. Taraflardan sadece biri için yükümlülük doğurur. Diğer tarafa hak verir. Bunlar istisnaidir. En tipik örneği bağışlamadır. Bağışlayan kişi, bağışladığı şeyi karşı tarafa verme borcu altına girer. Karşı taraf da onu alma hakkına sahip olur. Bağışlanan kişinin mutlaka alma iradesini açıklaması gerekir.
- Her İki Tarafa Birden Borç Yükleyen Sözleşmeler: Her iki taraf da alacaklı/ borçlu durumdadır. Bir eşya aldığımızda, satıcının ürünü teslim borcu ve bedelini talep etme hakkı doğarken, ürünü alan kişi olarak bizim de bedel ödeme borcumuz ve ürün alma hakkımız doğar.
- Eksik İki Tarafa Borç Yükleyen Sözleşme: Sözleşme oluştuğunda taraflardan biri borçlu ve de diğeri alacaklı durumdadır. O andan itibaren alacaklı borçlu, borçlu alacaklı olur. Yani, borç ödendiği anda borçlu alacaklı, alacaklı borçlu durumuna geçer. En tipik örneği, kredi sözleşmeleridir. İlk durumda banka, borçlu ve kredi alan alacaklı idi. Banka borcunu ödediğinde ise banka alacaklı kredi alan borçlu durumda olacaktır.
Zararın kaynağı olarak haksız fiil ve sözleşmeden bahsetmiştik. Hukuka aykırı fiilin sonucu zarar ortaya çıktıysa ya da sözleşme yapıldığı anda zarar yokken, alacak hakkı veya hak ve yükümlülük varken, borcun yerine getirilmemesi durumu oluşursa zarar olur. Sözleşme hukukunun konusudur.
Borç yerine getirilinceye kadar zarar yoktur. Zarar bu noktada 2’ye ayrılır.
Muaccel Alacak: Talep edilebilir alacaktır. Sözleşme yapıldığında taraf taahhüt altına girmiştir. Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak taahhüdü söz konusudur. Borçlar Kanununun genel ilkesine göre: Sözleşme yapıldığı anda borç ödenebilir bir borçtur. Alacak talep edilebilir bir alacaktır. Genellikle yapılan her sözleşmede borç talep edilebilir bir borçtur. Alacak talep edilebilir alacaktır. Borcun ödeme zamanını alacaklı belirler. Borçlu ihtara rağmen, borcunu ifa etmezse, bu alacaklı açısından zarar doğurur. Yani borçlu mütemerrit olmuş, temerrüde düşmüştür. Borçlu borcunu ödemekte gecikmiştir. Kişilerin sözleşme yapma nedeni, alacaklının ve borçlunun yararı olmasıdır. Genellikle her sözleşmede ödenebilir borç vardır. Alacaklı borçluya talepte bulunmalıdır.
Müeccel alacak ise talep edilemeyen alacaktır.
Alacaklı zararını da talep etme hakkına sahiptir. Örn: Gecikme Faizi doğar. Örn: Buzdolabı aldım, ayın 10’unda gelecekken 13’ünde geldi ise zarara uğrarım ve zararımın tazminini isterim. Yani mal borcunu da zararı da isterim.
Genel ilkeye göre; eğer sözleşme yapılırken borcun ödeneceği zaman belirlenmişse yani vade konmuşsa, borçlu borcunu ne zaman ödeyeceğim diye düşünmez. İhtara gerek olmadan, vade koymak genel kural olduğu için, borçlu borcunu ne zaman ödeyeceğini bilir. Eğer borç ifa edilmezse alacaklı için zarar ortaya çıkar.
Genel ilke: Her sözleşme oluştuğu anda alacak muacceldir. Eğer sözleşmede vade belirlenmişse alacak müeccel olur ve vade dolduğunda alacak muaccel hale gelir.
Vade türlü şekillerde oluşur:
- Kesin Vade: Kira bedeli örneği gibi her ayın bir günü borcun ifası taahhüt edilir.
- Hesaplanabilir Vade: Sözleşmede “Bir hafta sonra borcu ifa et” şeklinde bir hüküm vardır.
- Belirlenebilir Vade: Ankara’da ilk kar yağışında borç ifa edilecek. (Tarafların her ikisinin de aynı yerde/ koşulda olmasına bağlıdır.)
- İhbara Bağlı Vade (Tespiti Talebe Bağlı Vade): Ekinler biçildiği zaman borç ifa edilecek. Alacaklı ile borçlu farklı yerlerde yaşıyorlarsa, alacaklının ekinlerin biçildiğini bilmesi talebe bağlıdır. Talepte bulunulmamasının hukuki sonuçları vardır. İhbara bağlı vade dışındaki vade dışında talebe gerek yoktur.
Vade/ Şart Kavramları
Vade meydana gelmesi kesin (mutlak) olan bir olaydır. Yağmur yağdığında
Şart: Meydana gelmesi şüpheli ve muhtemel olan bir olaydır. (Vuk-u Meşkuk) Bir ay içinde yağmur yağarsa
1 hafta içinde yağmur yağarsa borcumu ifa edeceğim. (Ama bir hafta içinde yağmur yağmama ihtimali de vardır.)
Borçlar Hukuku için vade ve şart önemlidir. Vade gecikme yönünden karşımıza çıkarken, şart iki şekilde karşımıza çıkar:
Geciktirici Şart (Taliki Şart): Şart meydana geldiği zaman sözleşme gerçekleşir.
Sona Erdirici (İnfisahi) Şart: Sözleşme hüküm ve sonuç doğurur ancak şart ortaya çıkarsa sözleşme ortadan kalkar.
Örn: Baba, oğluna Haziran’da sınıfını geçmesi şartıyla 10.000 TL bağışlıyor. Bu geciktirici şarttır. Eğer çocuk Haziran’da sınıfını geçmezse, bu durum bir hüküm ifade etmez ve sözleşme ortadan kalkar.
Tazminat yaptırımının 2. Önemli unsuru kusur’dur. Buradaki kusur’un ceza hukuku ile bir alakası yoktur. Kusur 3 biçimde karşımıza çıkar: Kasıt – Ağır İhmal – Hafif İhmal
Kasıt: Bu durumda, kişinin karşısındakine kastı vardır ve o sonucu bilerek- isteyerek gerçekleştirmiştir.
Ağır İhmal ve Hafif İhmal: Bu durumlarda ise, yapılan fiilin sonuçları bellidir ancak o sonuçlar istenilen sonuçlar değildir. Eğer baştan özenli düşünülseydi, o fiil yapılmazdı. Ağır İhmal ve Hafif İhmal arasında derece farkı vardır.
Örn: Niyetim önüme çıkanı öldürmek Kasıt
Örn: Frenin tutmadığını gördüm, adam öldürmeye niyetim olmamasına rağmen 2 kişiye çarptım. Burada ağır ihmal vardır.
Karine: Varsayım
Öyle durumlar var ki, bir araya geldiğinde belli sonucun doğacağını biliriz.
Kanuni Karine: Resmi siciller ile oluşur. Onların doğru olduğu kabul edilir, devlet güvenilir bir unsurdur ve sicili devlet tutar. Bu sebeple orada yanlış yoktur. Devlet adına o işlemi gerçekleştiren çalışanlar da güvenilirdir.
Fiili (Maddi) Karine: Çok fazla Türkiye’de uygulanmıyor. 4 kişi bankayı dolandırdı diye dava açıldı. Birbirlerine gönderdikleri mesajlar çıktı. Gizli hesaplar da İsviçre’de.
Medeni Kanunun Başlangıç Hükümleri ilk 7 maddedir.
6. Maddeye göre: Kim ne iddia ediyorsa, onu ispat etmek zorundadır. Ancak iddia karineye dayanıyorsa, ispat yükümlülüğü yoktur ve ispat etmek zorunda değilizdir.
Karinenin aksi ispat edilebilir, eğer aksini iddia eden kişi varsa.
İddiayı ispat delillerle olur. Delil, yazılı delil veya sözlü delil olmak üzere ikiye ayrılır. Yazılı delil ya resmidir ya da adidir. Sözlü delil ise şahittir.
Resmi yazılı delil, noter ya da resmi sicil ile olurken, adi yazılı delil tarafların kendi belgelerini kendilerinin yazıp imzalamaları durumudur.
Sözlü delil neredeyse kalmamış durumdadır. Mafyalaşmış bir noktadadır zira yalancı şahitler çoğalmıştır. Sözlü delil ile ispat zorlaşmıştır. Yazılı delillerden adi delil de niteliğini kaybetmektedir zira kişi imzayı reddeder.
Haksız Fiil söz konusu olduğunda, zarara uğrayan kişi, karşı tarafın kusurunu ispat yükü altındadır.
Sözleşme Hukukunda borçlunun kusuru karine olarak kabul ediliyor. Borcunu ödemeyen borçlu kanunda kusurlu sayılıyor.
Zarar:
- Den-dan Kavramı: Kaynağı haksız fiil ya da sözleşmedir.
- Sorumluluk : Zarar ortaya çıktıktan sonra ortaya çıkar. Sözleşme yaptık, sorumluluk var mı? Yoktur, çünkü zarardan sonra sorumluluk oluşur.
Kusur ne zaman ortaya çıkmaktadır? Modern Hukukun temeli Kusur sorumluluğudur. Sanayinin gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bazen ise kusursuz sorumluluk ortaya çıkar. Kusursuz Sorumluluk bu sebeple istisnadır.
Kusursuz sorumluluk son 30 senedir ortaya çıkmıştır. Çıkmasının sebebi, adalet ve hakkaniyetin sağlanmak istenmesidir.
19 Haziran 2012
Zarara sebebiyet veren kişi kusurlu ise kusur söz konusudur. Kusurun oluşması için borçlunun kusurlu olması gereklidir.
Zarardan dolayı sorumluluk: Buna –den/-dan sorumluluk adı da verilir.
Sorumluluğun oluşması için genel ilke, kişinin kusurlu olmasıdır. Hukukta genel kural kusurlu sorumluluktur. Tek istisna vardır, o da “kusursuz sorumluluktur.”
Özel Hukukta kusur 3 şekilde ortaya çıkar:
- Kasıt
- Ağır İhmal
- Hafif İhmal
Kusursuz Sorumluluk, modern hukukta istisnadır çünkü çağdaş toplumlarda teknik sanayi ilerlemiştir. Bu sebeple bazen kişi hiç kusurlu sayılmazken, işverenler açısından kusur ortaya çıkar.
Sanayi faaliyetleri ve teknik gelişme ile birlikte öyle faaliyetler ortaya çıktı ki kişiler faaliyetlerden büyük para kazanıyor ama faaliyetleri para kazanan kişiler yapmıyor. Bunun sonucunda zarar ortaya çıktığında, faaliyetleri gerçekleştiren kişi suçu olmadığını söylüyor. Bu da hakkaniyete aykırı olduğu için, kusursuz sorumluluk hali ortaya çıkmıştır. Ancak kusursuz sorumluluk modern hukukta istisna olduğu için ona bazı sınırlar getirilmiş.
2 sınır söz konusu:
- Kusursuz sorumluluğa ilişkin mutlaka kanunlarda özel sınırlar olmalıdır. Dolayısıyla kusursuz sorumluluğun tespiti için yargıçlar takdir hakkını kullanamazlar. Kusursuz sorumluluğun tespiti için kanunda kusursuz sorumluluğa ilişkin özel düzenleme olmalıdır.
- Kanun koyucuya getirilen bir sınır olmalıdır. Kanun koyucu keyfi özel hükümler getirmemelidir. Bu noktada kanun koyucunun kusursuz sorumluluğu düzenlerken keyfiyetten kaçınmasını engellemek için 4 temel ilke oluşmuştur:
- Hakkaniyet İlkesi
- Tehlike İlkesi
- Fedakârlığın Denkleştirilmesi İlkesi
- Objektifleştirilmiş Kusur İlkesi
Hakkaniyet İlkesi dışındaki 3 diğer ilke faaliyet türlerine dayanan ilkelerdir.
Hakkaniyet İlkesi: Öyle durumlar söz konusudur ki, eğer genel ilkeye girerek karar verirsen, toplum vicdanı bu kararı kabul etmez ve tepki gösterir. Bu durumlarda genel ve kapalı şekilde karar vermekten ziyade somut olay adaleti olan hakkaniyet ilkesi gözetilerek kusursuz sorumluluk hali yaratılabilir.
Tehlike (Risk) İlkesi: Öyle faaliyetler vardır ki, başlı başına tehlikelidir, risklidir. Öyleyse neden bu faaliyetleri yapıyoruz? Çünkü kamu yararını gözetmek zorundayız ve bu faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde de kamu yararı söz konusu. Bu noktada 2 tür faaliyetin tehlike ilkesi içinde olduğu düşünülmüştür:
Nükleer Enerji Ne kadar tedbir alırsan al, tehlike mutlak olarak önlenemez. Bu sebeple kusur şartı bu faaliyet yönünden kaldırılmış ve kusursuz sorumluluk kabul edilmiştir.
Taşımacılık Hava- Deniz – Kara – Demiryolu taşımacılığına dahil her faaliyet için kusur kaldırılmış ve kusursuz sorumluluk kabul edilmiştir.
Fedakarlığın Denkleştirilmesi: Öyle faaliyetler var ki mutlaka zaman içinde zarara sebep olacaktır. Zarar tedbir ile önlenemeyecektir. Kişiler zarara uğrayacaklarını bile bile kamu yararından dolayı bu faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Bu faaliyetler sonucu bedensel veya malvarlıksal bir zarar muhakkak söz konusudur. Bu zarar ortaya çıktığında ise giderilmelidir. Örn: Madencilik/ Altın Arama/ Baz İstasyonu/ Termik Santral Faaliyetleri
Objektifleştirilmiş Kusur (Olağan Sebep İlkesi): Mutlaka topluluk halinde yapılması gereken faaliyetler vardır ve bu faaliyetler zarar verici değildir. Bu faaliyetler tehlike arz etmez ancak zarar oluşursa kanun koyucu işverene şöyle diyor: Faaliyeti gerçekleştiren insanları ehil ve uzman seç.
Örn: Bankacılık faaliyetlerinde objektifleştirilmiş kusur sıkça görünür. Banka açtım, yanımda ehil/ uzman kişiler çalıştırdım. Kanun koyucu objektifleştirilmiş kusuru karine kabul ediliyor. Kanun koyucu işvereni kusurlu kabul ediyor ve onun uzman kişileri yanında çalıştırmadığını düşünüyor. Ama kişiye kusurlu olmadığını ispat şansı da tanınır. Buna “kurtuluş kanıtı (beyinesi)” adı verilir. Çünkü daha önce belirtildiği gibi karine aksi kanıtlanabilir durumdur. Faaliyetin sahibi kusurdan korunma hakkına sahip olmalıdır. Kişi kurtuluş kanıtına iki şekilde ulaşabilir:
- Gereken tedbirleri aldığını kanıtlar. Örn: Bankada veznedarın yanlış hesabından dolayı, müşteri zarara uğradı. Banka müşterinin zararını tazmin etmelidir. Banka eğer “ben sınav yaptım, sınav sonucuna göre veznedarı işe aldım.” derse, gereken tedbirleri almış sayılır.
- Kişi, tedbir alsaydı da zararın oluşacağını ispat eder. Örn: Ekonomik kriz çıktı. Ne yapılırsa yapılsın, ekonomik krizden dolayı zarar oluşacaktır.
- Kanunda sayılan hallerin dışında kusursuz sorumluluk olmaz.
- Bir zarardan birden fazla kişi sorumlu olabilir.
- Bir alacak hakkı birden fazla kişiye ait olabilir.
- Bir borç birden fazla kişide olabilir.
Örn: Ev kiralamada çeşitli örnekler oluşur. Ev sahibi evini birden fazla kişiye kiralar ve bu kişiler ev sahibini zarara uğratırsa, zarardan birden fazla kişi sorumlu olmuş olur. Ya da iki kişi birlikte bir ev satın alırlar ve birlikte evi birine kiralarlar. Söz konusu alacak hakkı birden fazla kişiye ait olur.
Zararın birden fazla kişiye ait olabileceğini söylemiştik. Buna müteselsil (müşterek/ birlikte) sorumluluk adı verilir.
Birden fazla kişi aynı zarardan sorumlu olsun, eğer bu sorumluluk aynı sebebe dayanıyorsa burada tam teselsül vardır. Eğer birden fazla kişi ayrı sebeplerden ötürü zarardan sorumlu ise, bu eksik teselsüldür.
Örn 1: A, B ve C birleşip D’yi dövdü. D, haksız fiilden ötürü zarara uğradı. Burada sorumluluk tam teselsüldür.
Örn 2: Banka sahibiyim. Müşteri bankada zarar gördü. Zarar gören müşteri yönünden banka sahibi kanundan doğan şekilde objektifleştirilmiş kusur ile sorumludur. Müşteriyi zarara sokan banka görevlisi ise haksız fiilden dolayı sorumludur. Burada sorumluluk sebepleri ayrı olduğu için eksik teselsül vardır.
Bir kişi hakkını birden fazla yolla talep ediyorsa, hakların yarışması söz konusudur. Örn, ben ev sahibiyim ve evimi 3 kişiye kiraladım. Alacak hakkımı 3 kişiye karşı da ileri sürebilirim. Buna hakların yarışması/ hakların telahuku adı verilir. Ancak burada önemli bir nokta bir hakkımı elde ettiğim anda diğer haklarım ortadan kalkar. Çünkü eğer ortadan kalkmazsa sebepsiz zenginleşme ortaya çıkar. Burada kiracı olan 3 kişinin her biri de zararın tamamından sorumludur. Biri zararı karşıladığında, rücu söz konusu olur. Rücu iç ilişki anlamındadır. Birden fazla alacaklı arasında rücu söz konusu olur. Kişiler birbirine dönerler.
Sorumluluk anlamında, tam teselsülle eksik teselsül arasında fark vardır.
Tam teselsülde, kimin ne kadardan sorumlu olduğunu yargıç tayin eder. Kişilere ne kadar düşeceği de yargıç tarafından belirlenir.
Eksik teselsülde ise bir hiyerarşi söz konusudur. En üstte kanundan dolayı sorumluluk vardır. 2. Sırada sözleşmeden dolayı sorumluluk vardır. 3. Sırada ise haksız fiilden kaynaklanan sorumluluk vardır. Bu hiyerarşide hangisi zararı giderdiyse, bir alttakine rücu edebilir. Bu fark yeni kanunda ortadan kalkmıştır. Hem tam hem eksik teselsülde yargıç miktarı kendi belirlemektedir.
Örneğe baktığımızda, eğer müşteri banka sahibine dava açarsa. Banka da veznedara rücu eder. Yeni kanun, bankaya ya da veznedara bütün zararı ödeme diyor ve yargıç belirliyor. 1 Temmuz’dan itibaren yürürlüğe girecek olan yeni kanun ile yargıç zararın tazmininin bir kısmını da banka sahibine bırakacak ve banka sahibi veznedardan bütün miktarı isteyemeyecek.
Yeni Borçlar Kanunu aynı zamanda tehlike ilkesini de genişletti. Şimdiye kadar nükleer ve taşımacılık tehlike ilkesi faaliyetlerindendi. Artık tehlikeli faaliyet yapan, tehlikeden sorumlu hale geldi. Yani zarar verme riskinin olduğu durumları yargıç, tehlike ilkesinin kapsamına alabilir ve tehlike olduğu için sorumluluğa hükmedebilir.
Geçersizlik Yaptırımı (Hükümsüzlük- Butlan)
Sadece sözleşme hukukunda ortaya çıkar. Sözleşme karşılıklı irade açıklamalarının kesişmesiyle oluşur. Sözleşmenin geçerli mi geçersiz mi olduğu, sonuç doğurup doğurmayacağı önemlidir. Modern hukukta sözleşme özgürlüğü vardır.
Buna göre, her isteyen kişi, istediği kişi ile istediği konuda, istediği şart ve şekilde sözleşme yapar. İstisnaları vardır. Örn: Bir beldedeki tek eczane isem, ilaç isteyen kişi ile sözleşme yapmama özgürlüğü yoktur. Çünkü kamu yararı söz konusudur.
Genel ilke: İstersem yaparım, istemezsem yapmam. İstediğim konuda yaparım, istemediğim konuda yapmam, istediğim kişi ile yaparım. İstemediğim kişi ile yapmam. İstediğim şartta yaparım, istemediğim şartta yapmam. İstediğim şekilde yaparım, istemediğim şekilde yapmam.
Peki burada istenilen şekil denirken, kasıt nedir? İki tür ana şekil söz konusudur.
- Sözlü şekil
- Yazılı şekil
Buna göre sözleşme yapma özgürlüğüne dayanarak, sözleşmeyi belli bir yere yazarak da yaparım konuşarak da yaparım.
Genel İlke: Sözlü şekildir. Bütün sözleşmeler konuşarak yapılabilir. Bu durumun istisnası, yazılı şekildir.
Yazılı Şekil:
Yazılı şekilden anlaşılması gereken noterdir.
- Adi Yazılı Şekil: Orta zekalı vatandaşın anlayacağı şekilde, bir kağıt parçasına yazılarak yapılan sözleşmedir. Önemli olan sözleşmenin yazılı hale gelmesidir. Her sözleşmede alacaklı ve borçlu vardır. Önemli olan söz konusu kağıt parçasında borçlunun imzasının olmasıdır. Alacaklının imzası olsa da olmasa da olur.
- Resmi Yazılı Şekil: İkiye ayrılır. Bunlardan biri imza tasdikli resmi şekildir. İkincisi ise re’sen düzenlemedir.
İmza Tasdikli Resmi Şekil’de, taraflar sözleşmeyi dışarıda yazılı hale getirir, ancak imza aşamasında resmi makam önünde imzaları tasdik ettirirler.
Re’sen Düzenleme: Sözleşme resmi makam önünde yapılır. Resmi kağıt kullanılması zorunludur. Genellikle, noter önünde noter kağıdıyla yapılır. İstisnası: Tapu Sicilidir.
İster imza tasdikli resmi şekil olsun, ister re’sen düzenleme olsun, her iki tarafın da imzası gereklidir. Alacaklının imzası olmadığında eksik olur.
Yazılı şekilde imza inkarı söz konusu olmadığı için yazılı şekil daha güvenilirdir. Sözleşmenin altına “şu babadan, şu tarihte doğan kişi” olarak şerh düşülür.
Medeni Kanunun 6. Maddesine göre, kim ne iddia ediyorsa, ispatla yükümlüdür. Karine, ispat yükümlülüğünü tersine çevirir. Karşı taraf karinenin zıddını iddia ediyorsa, ispat yükümlülüğü altındadır.
Delil: Sözlü delil ve yazılı delil olmak üzere ikiye ayrılır. Sözlü delil, şahittir. Güvenilirliği azdır. Yazılı delil ise adi delil ve resmi delil olmak üzere ikiye ayrılır. Adi delil durumunda imza inkârı söz konusudur. Resmi delil’de ise imza inkarı yoktur. Sahtecilik iddiasında bulunulabilir ama tespiti zordur.
Sözleşmelerde şekil özgürlüğü olduğunu da söylemiştik. Genel ilkeye göre, sözlü şekil esastır. Ancak, bazı zamanlarda kanunlar belli sözleşmelerin belli şekilde yapılmasını öngörür. O zaman şekil özgürlüğü şekil zorunluluğuna dönüşür ve o sözleşmenin öngörülen şekilde yapılması zorunludur. Yapılmadığında sözleşme geçersizdir.
Kanun, yazılı şekil için bir sıralama- hiyerarşi öngörmüştür.
- Re’sen Düzenleme en önemli şekil
- İmza Tasdikli Resmi Şekil
- Adi Yazılı Şekil
Kanunun emrettiği bir şekil şartı varsa, o şekil şartında ya da onun bir üstü olan şekilde sözleşme yapılabilir. Ancak altı yapılamaz. Örn, kanun bir sözleşme için imza tasdikli resmi şekil öngördüğünde, kişi o sözleşmeyi imza tasdikli resmi şekille de re’sen düzenleme yolu ile de yapabilir ama adi yazılı şekil ile yani bir altı ile yapamaz.
Türk Hukukunda bazı sözleşmeler çok yoğun kullanılır. Örneğin kanun taşınmazlara ilişkin ayni hak doğurucu sözleşmeler için şekil emrettiyse –ki emretmiştir, o zaman resmi kağıt kullanma zorunluluğu vardır. Noter bu noktada çok önemlidir ama iş yükünden dolayı bazen kuruluşlar resmi kağıtları noterden alırlar ve sonra da bu kağıtlarla notere gitmeden sözleşme yaparlar. Noter de sonradan imza atıyor. Ancak bu durum bir imza tasdikli resmi şekil değildir, re’sen düzenlemedir. Örn: Bankalarda da noter kağıdı vardır.
Geçersizlik yaptırımı sözleşmenin sınırlarını çiziyor. O sınır aşılırsa geçersizlik ortaya çıkıyor. Geçersizlik sebepleri, geçersiz olma halleri sınırlı sayıdadır ve kanunda sayılmıştır. Yani numerus clausustur. Bu sebeple kanunda olmayan bir geçersizlik hali yaratılamaz.
- Kesin Geçersizlik (Mutlak Butlan)
- İptal Edilebilirlik (Nisbi Butlan)
Peki mutlak butlan ve nisbi butlan arasındaki fark nasıl anlaşılacaktır?
Eğer kanun koyucu geçersizlik sebebinin kamu düzenini bozduğunu söylüyorsa, mutlak butlan söz konusudur.
Eğer kanun koyucu, geçersizlik sebebinin sadece sözleşmenin taraflarını ilgilendirdiğini söylüyorsa da nisbi butlan söz konusudur.
Bir diğer önemli ayrım ise kesin geçersizlik sebeplerinin zamanaşımı ve hak düşürücü süreye tâbi olmamasıdır. Eğer sözleşme şimdi mutlak butlan ile sakatsa, bundan 50 yıl sonra da mutlak bunla sakattır ve geçersizdir. Ayrıca mutlak butlan, herkes tarafından ileri sürülebilir. Yani ilgili olan her 3. Kişi mutlak butlanı ileri sürer.
İptal edilebilirlikte ise zaman aşımı ve hak düşürücü süre söz konusudur. Bu sebeple iptal edilebilirlik yani nisbi butlan belli sürede ileri sürülür. Ayrıca nisbi butlanı sadece sözleşmenin tarafları ileri sürer.
Kesin Geçersizlik Sebepleri
- Kanuna Aykırılık
Kanuna aykırılıktan kasıt, kanunun emredici hükümlerine aykırılıktır. Peki kanunun emredici hükmü ne demektir?
Kanun hükümleri ya emredici, ya yedek ya da tamamlayıcıdır. Emredici hükümlerin aksi düzenlenemez ve kararlaştırılamaz. Tamamlayıcı hükümler ise tanımlayıcı şekildedir. Örneğin kanunun aybaşını her ayın birinci günü olarak tanımladığı hükmü bir tamamlayıcı hükümdür. Örneğin, taraflar sözleşmeyi yaparken aybaşı kavramından ne anlaşılacağını ifade etmeyi unuturlarsa, kanun hükmü devreye girer.
2 tipik örnek söz konusudur:
- Öncelikle, kanun bir sözleşme hakkında şekil zorunluluğunu ifade etmişse, bu emredici hüküm olarak sayılır.
- “Ayırt etme gücü olmayan kişiler sözleşme yapamaz.” Bu hüküm bir emredici hüküm örneğidir.
- Ahlaka Adaba Aykırılık
Hiçbir sözleşme ahlaka ve adaba aykırı olamaz. Burada önemli olan nokta ahlak ve adap kavramlarını çok sıkı yorumlamamaktır. Çünkü çok sıkı yorumlandığında, insanların hayatını çoğunluğun benimsediği kurallarla sınırlamak söz konusu olacaktır.
- Kamu Yararına Aykırılık
Hiçbir sözleşme kamu yararına aykırı olamaz. Örn: Telefon dinlemeleri
- Kişilik Haklarına Aykırılık
Kişilik haklarına aykırı sözleşme yapılamaz.
- Konusu Olmayan Sözleşme
Konusu olmayan sözleşme yapılamaz. Örn: “Ay’da arsa satmak istiyorum.” Bu tür bir sözleşmenin konusu yoktur.
- Muvazaalı Sözleşme
Muvazaalı sözleşme yapılamaz. Muvazaa nedir? Bilindiği üzere sözleşmenin iki tarafı vardır. Gerçekte bu taraflar söz konusu sözleşmeyi yapmak istemezler ancak çeşitli nedenlerle yapmış görünürler. Muvazaa genelde mirasçılardan mal kaçırmak ya da alacaklılardan mal kaçırmak için yapılır. Örn: Alacaklımdan mal kaçırmak için söz konusu malı başka birine satmış görünürüm ve o kişiyle anlaşıp alım-satım sözleşmesi yaparım. Ancak asıl istediğim malı satmak değildir.
İptal Sebepleri
- İrade Sakatlığı: 3 şekilde ortaya çıkar. Hata-Hile-Tehdit. Hata, yanılmadır. Hile yanıltmadır, tehdit korkutmadır.
- Gabin ( Aşırı Sömürme)
- İzin Eksikliği
20 Haziran 2012
Sözleşmeyi oluşturan ana durum, tarafların karşılıklı ve birbirine uygun iradelerinin birleşmedir. Peki irade nedir? İrade 2 anlamda kullanılır. Bunlardan biri “iç irade”dir. İç irade, kişinin beynindeki düşüncelerdir. Dış dünyanın bu düşünceleri öğrenmesi, “dış irade” ile olur. Dolayısıyla iradenin ikinci anlamı dış iradedir. Dış irade iradenin açıklanmasıdır, irade beyanıdır.
Modern Hukuk Sistemlerine baktığımızda, orada önemli olan dış irade yani irade açıklamaları (beyanı)’dır. İç irade önemli değildir.
Ancak 2 tane istisnai durum vardır ki bu durumlarda önemli olan irade beyanı değil iradenin kendisi yani iç iradedir.
- Bu durumlardan bir tanesi, irade ile beyan arasında uyumsuzluk olması halidir. Eğer söz konusu uyumsuzluk kasti (bilinçli) yaratılmışsa, kasti uygunsuzluk olur ve irade önemlidir. Çünkü bu durumda muvazaa söz konusudur ve kasti uygunsuzluk adı verilen irade ile beyan arasındaki kasti uyumsuzluk oluşmuştur.
- Ancak elbette ki irade ile beyan arasındaki uygunsuzluğun kasti olmadığı durumlar da vardır. Yani gayrıkasti olan uygunsuzluklar da vardır. Bunun adı irade sakatlığıdır. Bu durumda da beyan değil irade önemlidir.
Peki söz konusu irade sakatlığı nasıl ortaya çıkar?
İrade sakatlığı 3 türlü ortaya çıkar. Bunlar, hata-hile-tehdit durumlarıdır.
Muvazaa, kesin hükümsüzlük sonucunu doğurur. Kişi o sözleşmeyi yapmak istemez ama yapmış gibi görünür. 3. Kişileri aldatmak için muvazaa yapılır. Ancak burada önemli olan irade olduğu için muvazaalı işlemler geçersizdir.
Mutlak butlanla sakat olan sözleşmeler için zaman aşımı ve hak düşürücü sürenin işlemeyeceğini söylemiştik. Aynı zamanda mutlak butlan her ilgili tarafından ileri sürülebilir.
Hükümsüzlük 3 türlü ortaya çıkar:
- Yokluk
- Butlan
- İptal Edilebilirlik
Yokluk: Sözleşmenin var mı yok mu olduğu araştırması yapılır. Yapılan araştırma sonucunda sözleşmenin yok olduğu hükmüne varılırsa, yokluk ortaya çıkar. Bu sözleşmenin hiç “oluşmamış bir sözleşme” olduğu sonucunu doğurur.
Yokluk 2 alanda ortaya çıkar: Sözleşme, karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarının ortaya çıkmasıdır. Bu sebeple eğer sözleşme kurulurken irade unsuru eksik ise yani irade yoksa “yokluğa” hükmedilir.
Ya da her sözleşmenin asli unsuru vardır. Bu asli unsur orta zekalı bir kişinin takdir edebileceği seviyededir. Örneğin bir alım-satım sözleşmesinde, alınan ve satım konusu olan bir mal ile bedelin belirli olması gerekir. Bu sebeple mal ve bedel burada asli unsurdur. İşte irade olmasına rağmen sözleşmenin asli unsur veya unsurlarında eksiklik varsa, yok hükmüne varılır.
Sözleşme oluştuysa yani irade ve esaslı unsur birleştiyse, geçersizlikle karşılaşılır. Geçersizlik hüküm doğurmayabilir.
İptal edilebilirlik ise irade sakatlığı, aşırı sömürme ya da izin eksikliği durumlarında vardır.
İrade sakatlığı varsa, sözleşme geçersizdir. Burada sözleşmeye “sakat sözleşme” denir. İrade sakatlığı olduğunda, geçersiz sözleşmeyi geçerli hale getirme şansı vardır.
Aşırı sömürme durumunda, sözleşme geçerlidir. Burada geçerli sözleşmeyi geçersiz hale getirmek mümkündür.
İzin eksikliği ise ne geçerli ne de geçersiz sözleşme ortaya çıkaran bir iptal edilebilirlik durumudur. Bu sebeple izin eksikliği ile sakat bir sözleşme askıda sözleşmedir. Eğer söz konusu izin yani onay gelirse sözleşme geçerli olacaktır. Eğer söz konusu onay/ izin gelmezse, geçersiz olacaktır. Bu sebeple izin eksikliği olan bir sözleşme için baştan geçerli ya da geçersiz denilememektedir. Sözleşmenin geçerli olup olmadığı, iznin gelip gelmediğine bağlıdır. Burada izin eksikliği olan taraf için sözleşme bağlayıcı değildir ancak karşı taraf için bağlayıcıdır.
İptal edilebilirlik zaman aşımı ve hak düşürücü süreye bağlıdır. Bu yüzden iptal edilebilirlikle sakat bir sözleşme belli bir sürede ya geçerli ya geçersiz kılınacaktır. İptal sebebini ileri sürebilecek taraf ise bellidir:
- İrade sakatlığı halinde ortaya çıkan hileye maruz kalan kişi
- Gabin durumunda ortaya çıkan aşırı sömürülen kişi
- İzin eksikliği durumunda ortaya çıkan izin eksikliği olan taraf
İrade sakatlığı, hata, hile ve tehdit olarak ortaya çıkar:
Yanılma (Hata): Kişi kendi kendine yanılır. Bu sebeple yanılma halleri sınırsız olarak kabul edilirse, sözleşmenin tarafları her daim yanıldıklarını ileri sürerek sözleşmenin iptalini isteyebilir. Bu sebeple hata hali kanunda sınırlanmıştır. Burada kanunda olan esaslı hata halleri mevcuttur.
- Kişide yanılma
- Konuda yanılma
- Nitelikte yanılma
Bu yanılma türleri bizi, orta zekalı vatandaş kavramının dışına çıkarır.
Hile karşı tarafın yanıltmasıdır, hatada ise kişinin kendi kendine yanılgıya düşmesi vardır. Hile veya tehditte ise karşı taraf veya 3. Kişilerin müdahale ve baskısıyla yanılma oluşur. Hile ve tehdit her daim bir haksız fiil türüdür.
Burada önemli bir nokta vardır. Hile ve tehdit hem bir iptal edilebilirlik türüdür hem de haksız fiildir. Bu sebeple hile ve tehdidin bu iki özelliği ayrı taraflardadır.
Hile veya tehdide maruz kalan kişi haksız fiile dayanarak da dava açabilir ama burada hile veya tehdit bir iptal sebebi olarak görülmediği için sözleşme iptal edilemeyebilir. Burada hakların yarışması durumu söz konusu olmadığı için, hile ve tehdidin bu iki özelliği birbirinden bağımsız var olabilir ve biri olmadan diğer mevcut olabilir.
Hatanın yanılma olduğunu söylemiştik. Yani burada bir yanılmış kişi vardır. Ancak her türlü yanılma iptal sebebi değildir.
Hile ise yanıltmadır. Ancak hilede de yanılmış kişi vardır. Buna rağmen buradaki yanılmış kişinin durumu hatadaki yanılmış kişinin durumundan farklıdır. Bu sebeple her türlü hile bir iptal sebebidir.
Gabin: Aşırı sömürme yani gabin tek tarafa borç yükleyen sözleşmelerde olamaz. Muhakkak en az iki taraf olmalıdır. Bu sebeple gabin her iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde oluşur.
Gabinin temelinde tecrübesizlik ve deneyimsizlik olmalıdır. Örneğin, 5 bin liraya acilen ihtiyacım vardı, bu sebeple 40 bin liralık arabayı 5 bin liraya sattım. Burada zorda kalma hali vardır.
İzin eksikliği: İzin eksikliği durumu bazı sözleşmelerde 3. Bir kişinin iznine ihtiyaç duyulursa ortaya çıkar. Her sözleşmede izne ihtiyaç duyulmaz. Ancak bazı sözleşmelerde izne ihtiyaç vardır. Bu sözleşmeler, izin gelinceye kadar topal muamele olarak adlandırılır. Çünkü sözleşmede aksaklık vardır. Burada tek taraflı bağlamazlık söz konusudur. İzin eksikliği olan kişi için sözleşme bağlayıcı değildir. Bu sebeple topal muameleler taraflardan birini bağlar. Onay gelmezse, taraf bağından kurtuluyor.
Temsil
Modern Hukukta genel bir kavram olan temsil kavramı, bir kişinin başkası için hukuki işlem yapmasıdır. Temsil hukuki işlem alanında söz konusudur. Yani temsil, 3. Bir kişinin bir başkası adına hukuki muamele yapması durumunda ortaya çıkar. Borçlar Kanununda temsil tek taraflı hukuki muameledir. Temsil edilecek kişi, temsil edeceğe iradesini açıklamalıdır. Kişi iradesini açıkladığında temsil ilişkisi oluşur. Karşı iradeye yani karşı tarafın kabul etmesine ihtiyaç yoktur.
Karşı iradeye gerek olmadığı için temsilci onun hesabına hukuki muamele yapmak zorunda değildir. Bu sebeple temsil veren kişi, temsilci addettiği kişiye “hukuki muamele yapmadığı” için hesap soramaz. Temsilci, temsil ederse, temsil edilen hukuki muamele yapılmasını takdir eder. Ancak temsilci hukuki işlem yapmak zorunda değildir.
Ancak, temsilci, temsil edilenin satılması gereken 2 arabasından birini satarsa, diğerini satmayı reddetme durumu olamaz. Çünkü eğer temsilci arabalardan birini satarsa, temsil edilen diğer arabanın da satılacağını bekler.
Vekalet ise temsilden farklıdır. Vekalet bir kişinin başkası için iş yapması, hizmet etmesidir.
Temsilde sadece hukuki muamele varken, vekalette başka şeyler de mevcuttur. Bu sebeple vekaletin kapsamı temsile nazaran daha geniştir.
Borçlar Kanunu, vekaleti sözleşme niteliğinde düzenlemiştir.
Yani, A, B’ye “temsilci ol” dediğinde temsil ilişkisi doğar. Ancak A, B’ye “şu işi gör” dediğinde, karşı iradeye ihtiyaç duyulur.
Temsil, tek taraflı bir hukuki muameledir yani tek taraflı irade açıklamasıdır. Bu sebeple mücerrettir. Yani her türlü hukuki ilişkide olabileceği gibi hiçbir hukuki ilişkide de olamaz.
Örneğin, bir fabrikaya genel müdür atanacak. Genel müdür, fabrika için iş görecek. Genel müdür bunu kabul etmeli, çünkü bu bir vekalet. Yani karşı iradeye ihtiyaç var.
Genel müdür fabrikayı idare eder ve bunun için de hukuki işlem yapmalıdır. Ancak genel müdüre vekalet verilmiştir ve bu sebeple aslında hukuki işlem yapamaz. Genel müdürün hukuki işlem yapması için ona temsil yetkisi verilmesi gerekir.
Doktora gittiğimizde de vekalet sözleşmesi vardır. Doktorun temsil yetkisi yoktur. Temsil yetkisi bağımsızdır ve ayrıca verilmesi gerekir.
Lokanta ile aşçı arasında hizmet sözleşmesi yapılmıştır. Aşçı günlük ihtiyaçları bildiği için, ona temsil yetkisi de veririm ve de o hukuki işlem yapar.
Ancak öyle vekalet/ hizmet sözleşmeleri vardır ki, eğer temelinde hukuki muamele yatıyorsa, temsil yetkisinin verildiği sayılır. (Karineten)
Örn: Avukat ile vekalet sözleşmesi yaparız. Avukat da adımıza dava açar. Dava açmak bir hukuki muameledir ve vekalet sözleşmesine dahil değildir. Ancak avukat ile olan ilişkinin temelinde onun benim adıma hukuki muamele yapması olduğu için, ayrıca temsil yetkisi vermeme gerek yoktur.
Bu noktada ispat olan yetki belgesi karşımıza çıkar. Biz bir kişiye temsil yetkisi verdiğimizde, yetki belgesi oluşur. Türk Hukukunda, temsil yetkisi vermek şekilsiz olduğu halde, yetki belgesi ispata yardımcı olduğu için önemlidir. İddiayı ispat etmede çok önemlidir. Dolayısıyla yetki belgesi düzenlenmesi, iddiayı ispat için yapılır, bir şekil zorunluluğu olarak değil. Ona resmiyet kazandıran ise, noter huzurunda yapılmasıdır. Resmiyeti sadece noter kazandırır. Tek bir istisnası vardır, o da taşınmaz mülkiyetini devri, tapu sicilinde olur.
Bir kişinin bir kişi için muamele yapılması için yetki gerekir. Ancak yetkisiz temsil durumu da vardır.
Temsilci kendisine verilen yetkiyi aşarsa ya da yetkisiz temsil varsa, sözleşme bağlayıcı değildir. Bağlayıcı olması için temsil edilenin icazet vermesi gerekir. Bu durumda yetki olmadan yapılan temsil bağlayıcı değildir. Yetki noterde düzenlenir ve az önce belirtildiği gibi ispat kolaylaşır. Noterde düzenlenirse, iddiayı ispat külfeti karineye dayanılarak ortadan kalkar. Ama noter zorunluluğu yoktur.
Örn: Eser sözleşmesi noter olmadan müteahhitle konuşarak da yapılır.
Temsil 2 türlü karşımıza çıkar:
- Bizzat kanun temsilci belirler. Buna kanuni temsil denir.
- İradeyle belirlenen temsil vardır. Buna da iradi temsil denir.
Kanuni Temsil:
18 yaşından küçüklerin velayete tabi olması yani onlara ergin olana kadar veli atanması kanuni temsil örneğidir.
Ya da bazı durumlarda kişilerin vesayet altına alınarak onlara vasi atanması da kanuni temsildir.
Yasal danışman olarak atanan kayyımlar da kanuni temsilcidir.
Kişi:
Modern hukuk kişilere hak sahibi olmayı öngörür. Kişi olanlar hak sahibi olur ve bu hakkı kullanır. Örneğin, köpeğe miras bırakılamaması, onun kişi statüsünde olmamasından kaynaklanır.
Genel İlke: Kişi olmak lazımdır ki hak sahibi olunsun.
Hak kavramını açıklamak için topluluk hayatında her kişinin belli çıkarları olduğunu hatırlamamız gerekir. Çıkarlar, menfaatler kanun koyucu tarafından koruma altına alınırsa, işte bu noktada hak söz konusudur. Yani hak, kişi çıkarlarının kanunen koruma altına alınmasıdır.
Hak hem kamu hukukunda, hem de özel hukukta vardır.
Özel Hukukta haklar mutlak haklar ve nisbi haklar olarak ikiye ayrılır. Nisbi haklar, şahsi haklar ya da alacak hakları olarak da adlandırılır.
Mutlak Haklar:
Sınırlı sayı (numerus clausus) ilkesine tabidir. Bu sebeple mutlak haklar, muhakkak kanunda sayılmalı, belirtilmelidir.
Nisbi haklar, sözleşme özgürlüğü ilkesine tabidir. Kanuna, ahlaka, adaba aykırı değilse, her türlü hak nisbi hak olarak düşünülür.
Mutlak Haklar, herkese karşı ileri sürülebilirler. Bu sebeple herkes bu haklara uymak zorundadır.
Nisbi Haklar, hukuki ilişki içinde olan taraflarca ileri sürülür ve bu yüzden sadece o taraflar bakımında uyma zorunluluğu söz konusudur. 3. Kişiler ileri süremez.
Mutlak Haklar, zaman aşımı ve hak düşürücü süreye tabi değildir.
Nisbi Haklar ise zaman aşımı ve hak düşürücü süreye tabidir.
Mutlak Haklar, mallar üzerindeki mutlak haklar ve kişiler üzerindeki mutlak haklar olarak ikiye ayrılır.
Mallar üzerindeki mutlak haklar, maddi mallar üzerindeki mutlak haklar (ayni haklar) ve gayri maddi mallar üzerindeki mutlak haklar(fikri haklar) olarak 2’ye ayrılır.
Kişiler üzerindeki mutlak haklar ise kişilik hakları olarak da adlandırılır.
2 türlü maddi mal vardır. Bunlar taşınır eşya ve taşınmaz eşya olarak sınıflandırılır. Taşınır eşya, gözle görülür, elle tutulur eşyalardır.
2 türlü ayni hak söz konusudur. Bu, mülkiyet hakkı ve sınırlı ayni haktır.
Sınırlı ayni haklar da üçe ayrılır:
- İrtifak Hakları
- Rehin Hakkı
- Taşınmaz Yükü
Fikri Haklar, sanat veya fikir eseri üzerindeki haklardır. Söz konusu eseri yaratan kişi, o şey üzerinde de hak sahibidir.
Ancak bir fikir ve sanat eseri, bir maddi mala dönüşebilir. Örneğin, eserin sahibi mimarken, binanın sahibi müteahhittir. Ya da ben bir tablo yaparım, tabloyu bir başkası satın aldığı anda, tablo bir maddi maldır. Ancak tablo üzerindeki fikri haklarım saklıdır zira ben hala tablonun yaratıcısıyımdır.
Bu sebeple fikri haklar asla kaybolmazlar. Sanat eserleri bu yolla mal haline geldiğinde bile, fikri haklar daima vardır.
21 Haziran 2012
Hak ayrımında mutlak hak ve nisbi hak ayrımından bahsetmiştik.
Mutlak Haklar; ayni haklar, kişilik hakları ve fikri haklar olarak 3’e ayrılır.
Nisbi haklar ise sayılamaz. Sözleşme özgürlüğünden ötürü, bir sürü nisbi hak vardır. Nisbi hakları, hak ile ilişki içindeki kişiler ileri sürer.
Ayni haklar, iyi niyetli hak kazanma yönünden önemlidir.
Ayni Haklar:
Mallar üzerindeki haklardır. Eşya (mal), taşınır (menkul) ve taşınmaz (gayrimenkul) mal olarak ayrılır. Ayni haklar, bu malların üzerinde ileri sürülür.
Ayni haklar sahibine 3 yetki verir.
- Tasarruf Yetkisi – Abusus Kişinin, mal üstünde dilediği her şeyi yapabilmektir.
- Kullanma Yetkisi – Usus
- Yararlanma Yetkisi – Fructus
Bir ayni hak sahibi, bu 3 yetkiye sahip olabilir. Ancak, bu 3 ilke birbirinden ayrılabilir yetkilerdir. Bu noktada asıl yetki tasarruf yetkisidir. Bu sebeple tasarruf yetkisi kimse ise, malik o’dur. Mülkiyet hakkı bu şekilde çıkmıştır.
Ayni hak ayrımında, asıl yetkisinin tasarruf yetkisi olmasına göre, haklar mülkiyet ve sınırlı ayni hak olmak üzere ikiye ayrılır.
Malik yetkileri ayırmadıysa ve 3 yetkiye de sahipse, söz konusu hak bir mülkiyet hakkıdır. Bu durumda o mal üstünde tek bir hak vardır, o da mülkiyet hakkıdır.
Ancak malik tasarruf yetkisini kendinde tutup, diğer yetkileri ayırıp, sözleşme ile devrettiyse, o mal üstünde birden fazla hak çıkar.
- Mülkiyet Hakkı
- Sınırlı Ayni Hak ya da Şahsi-Nisbi Hak
Sınırlı Ayni Hak ya da Şahsi( Nisbi) Hak var ise, o mal üzerinde birden fazla kişi hak sahibi olabilir. Burada bir fark vardır. Sınırlı ayni hak, herkese karşı ileri sürülecek yani herkesin uymak zorunda olduğu haktır. Şahsi hak ise taraflara karşı ya da malike ileri sürülebilecek haktır.
Gerek sınırlı ayni hak, gerekse nisbi hakta kullanma ve yararlanma vardır. Peki kullanma ve yararlanma yetkilerini devredersek, hak nisbi mi yoksa sınırlı ayni mi olur?
Ayni hak nasıl doğar, nasıl kazanılır?
Taşınır mallarda, ayni hak teslim ile kazanılır.
Taşınmaz mallarda ayni hak tapu siciline tescil ile kazanılır. Taşınmaz mallarda, tapu sicili yani kayıt sicil sistemi vardır. Peki bunun nedeni nedir? Taşınmazlar, yeryüzünde azdır. Esas taşınmaz mal, arazi yani topraktır. Çünkü toprak yeniden üretilemez, çoğaltılamaz. Sınırlı sayıda olduğu için de onlar için kayıt rejimi uygulanır.
Her taşınmaz mal, tapu siciline kaydedilmelidir. Her ayni hak ise tapu siciline tescil edilmelidir. Burada kayıt ve tescil kavramı ve ayrımı önemlidir. Bazı nisbi haklar kanundan dolayı tapu siciline yazılmaktadır. Nisbi haklar, ilişkide olan kişilerce ileri sürülürken, ayni haklar, herkese karşı ileri sürülür.
Yani, tapu siciline kayıt yaptırdıktan sonra, hakkını tescil ettiriyorsun. Ancak burada her nisbi hak değil, bazı nisbi haklar tapu siciline yazılır. Eğer bu haklar, tapu siciline yazılırsa yani şerh edilirse, artık 3. Kişilere karşı da ileri sürülebilir. Buna kuvvetlendirilmiş şahsi hak denir.Nisbi hak denmez.
Taşınmaz Mallarda, kayıt sistemi vardır. Yani tapu sicili rejimidir. Peki neden taşınmaz mallar kaydediliyor? Çünkü tapu sicili rejimi aleni yani açıktır. İlgili herkes bu hakları görebilir. Bir taşınmaz üstünde kimin ayni hak sahibi olduğu bellidir. Taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak sahibini belirlemek çok kolaydır. Tapu siciline bakılır.
Taşınırlar ise bir yerden bir yere gidebilen, hareket edebilen her şeydir. Burada asansör örneği önemlidir. Asansör, birden bir yere götürülemez ama hareket eder. Bu sebeple taşınır statüsündedir.
Taşınır mallar, çoğaltılabilen, binlerce üretilebilen maddi mallardır. Bu yüzden kayıt rejimi olmaz. Bu sebeple modern hukukta zilyedlik rejimi hakimdir. Bir mal üstünde hakimiyet zilyedliktir.
Her kim ki o mal üstünde hakimiyeti vardır, o kişi o mala zilyeddir. Bu bir karinedir. Her kim ki taşınır mala zilyeddit, o mal üzerinde hak sahibidir.
Taşınmaz mallarda ise zilyedlik yoktur.
Zilyedliğin getirdiği en önemli sonuç hak karinesidir. Hak karinesi içinde, mülkiyet hakkı, sınırlı ayni hak ve nisbi hak vardır. Bu haklar, kişiyi hak sahibi yapar.
Ancak bir diğer ihtimal daha vardır. O da mala zilyed olanın hak sahibi olmayabileceği durumudur. Örneğin, hırsızlık-gasp ya da unutulmuş malı almak gibi durumlarda, söz konusu kişiler mala zilyed olur, ancak hak sahibi olmaları mümkün değildir.
Taşınır malda zilyedlik için 2 önemli husus vardır:
- Hak sahibi olarak zilyedlik
- Temelinde hak sahibi olmadan zilyedlik
Kanun bir hak karinesi ile, her kim ki o mala zilyeddir, o mal üzerinde hak sahibidir diyor.
Ama taşınır mallarda kayıt olmadığı için hak sahibini bulmak burada daha zordur. O zaman zilyede sorulur. Sen nesin? İyi niyetli mal kazanmada 2’ye ayrım söz konusudur:
- Sahibinin elinden rızası ile çıkmış taşınır mal
- Sahibinin elinden rızası dışında çıkmış taşınır mal
Sahibinin elinden rızası ile çıkmış taşınır mal üzerinde ya sınırlı ayni hak ya da nisbi hak vardır. Zilyed, iyi niyetini korur. Malik olmadığı için ve mesela sınırlı ayni hak sahibi olduğu için, malikle arasında sözleşme ilişkisi vardır.
Sahibinin elinden rızası dışında çıkmış taşınır mal ise, mesela hırsızlık durumudur. Burada iyi niyet korunmamıştır. 5 yıl süre sınırı vardır. Kişi, 5 yıl boyunca o malı elinde bulundurmuşsa, mülkiyet hakkını iktisap eder.
Taşınır mallarda kimin malik, kimin sınırlı ayni hak ya da kimin nisbi hak sahibi olduğu, zilyedlik ile çıkar. Zilyede sorulur.
Esas taşınmaz malın arazi olduğunu söylemiştik. Bir yerden bir yere giden mallar ise taşınır mallardır.
Ancak her ülkenin hukuk sistemi ve medeni kanunu diliyorsa, başka taşınmaz mallar da üretebilir.
Kanun maddesi ile Modern Hukuk ve Türk Hukukunda, 3 tür taşınmaz vardır:
- Arazi
- Kat Mülkiyetinin Kanuna Göre Yapılmış Bağımsız Bölümler
- Sürekli ve Bağımsız Olarak Tapu Siciline Kaydedilebilen Haklar
Taşınır mallar, kanunda şu 2 kritere göre tariflenir:
- Bir yerden bir yere taşınan, hareket eden mallar.
- Bir yerden bir yere borularla/ hatlarla nakledilen mallar
Bir yerden bir yere borularla/ hatlarla nakledilen mallar da taşınır mal olduğu için, mesela doğal enerji de nakledilme anında taşınır maldır.
Türk hukukunda ise 3 tane taşınmaz olduğunu söylemiş ve saymıştık.
Eşya (mal) hayatta 3 türlü ortaya çıkar:
- Yalın Mal: İplik/ Tahta
- Birleşik Mal: Birden fazla mal birleşerek tek bir mal gibi çıkar. Ceket, gözlük, ayakkabı, pantolon
- Mal Toplulukları: Koyun sürüsü gibi. Ancak mal toplulukları istisnadır.
Birleşik mallar hukuk açısından önemlidir. Birden fazla mal birleşir ve tek bir malı ortaya çıkarır.
Ancak birleşik mallarda bir mal vardır ki o asıl maldır. Buna esas mal denir.
Diğer mallar ise esas mala birleşir. Burada ise bütünleyici parça yani mütemmim cüz ortaya çıkar
Esas mallar dışındaki mallar ise teferruattır/ eklentidir.
Bileşen malı, asıl maldan ayırdığınızda, malın niteliği değişiyorsa, bileşen mal, mütemmim cüzdür.
Bileşen mal ayrıldığında, nitelik değişmiyorsa, mal eklentidir.
Bileşen mal eğer bütünleyici parça ise, bağımsızlığını kaybeder.
Eklenti mallar ise mal olarak karşımızdadır yani bağımsızlığını kaybetmezler.
Esas malın sahibi bütünleyici parçanın sahibidir.
Eklentide ise başkası hak sahibi olabilir. Çünkü eklenti bağımsızdır.
Pantolon; iplik, düğme, fermuar, kumaş ve kemerden oluşur. Burada iplik bütünleyici parça iken, diğerleri eklentidir.
Kumaş benimdir, ipliği aldım. Pantolonu diktim. İplik bütünleyici parça olduğu için bağımsız değildir.
İpliğin sahibi ipliği alamaz, çünkü pantolonun sahibi ipliğin de sahibidir. Ama mesela fermuarın sahibi fermuarı alabilir.
Medeni Kanun bir düzenleme daha yapmıştır. Eğer bileşenler taşınmaz malda birleşmişse, esas mal her zaman taşınmaz maldır. Düzenlemeye göre, arazi üzerinde, altında dikilmiş ağaç, inşa edilmiş bina, arazinin bütünleyici parçasıdır.
Bu noktada bina artık taşınmaz değildir, arazinin bütünleyici parçasıdır. Bu sebeple bina artık bağımsız da değildir.
Arazide ne olursa, arazi sahibine aittir. Çünkü üst arza tabidir. Taşınmaz mallarda sadece arazi olsaydı, kat mülkiyeti olmazdı. Ancak Türk Hukukunda kat mülkiyeti de vardır. Kat mülkiyeti de mütemmim cüzdür.
1964’te kat mülkiyeti çıktı. Ondan önce 2 adet gayri menkul vardı. Daha sonra kat mülkiyeti kanununa göre yapılmış bağımsız bölümler de taşınmaz mal olarak sayıldı.
Eğer bağımsız bölümü kat haline getirmek istiyorsak, her katı ayrı taşınmaz olarak tapu sicilinde kaydettirmemiz gerekir. Yani tapu siciline gidilip, arazi sayfasını kapatıp, ayrı bölümlere taşınmaz olarak kayıt işlemi yapılır. Bu işlemi arazi sahibi yaptırmalıdır, arazi sahibi olmazsa olmaz.
Peki arazinin kat mülkiyeti dışında kalan alanı ne olacaktır?
Kat mülkiyetine geçildiyse, arazinin sahibi beyanda bulunur. Tapu siciline yazılır ve her bağımsız bölüm ayrı ayrı taşınmaz olarak kaydedilir. Peki arazinin mülkiyeti ya da binanın ortak bölümleri ne olacaktır?
Her dairenin metrekaresi vardır. Her kat sahibinin de metrekaresi kadar hissesi vardır. Buna müşterek mülkiyet denir.
Bir mal üstünde bir kişi malik ise, tek mülkiyet kavramı doğar.
Eğer bir mal üzerinde birden fazla kişi malikse ve hakka sahipse, orada paylı mülkiyet ya da iştirak halinde mülkiyet vardır.
İştirak halinde mülkiyet kanunun düzenlediği hallerde ortaya çıkar. Kanunda düzenleme yoksa, iştirak halinde mülkiyet olamaz.
Kanunen miras hali en tipik iştirak halinde mülkiyet örneğidir.
Örneğin: Adi şirketler de iştirak halinde mülkiyet vardır.
Paylı mülkiyette herkesin hissesi bellidir. Hisse oranları kişilerin kendi aralarında belirlenir. Belirlenmemesi halinde kanun yedek hüküm koyar ve taraflar arasında eşit olarak hisse paylaşımı yapılır.
Kat mülkiyetinde, arazi üstünde müşterek mülkiyet ilişkisi vardır.
Arazinin kaçta kaçına sahip olunduğu kat mülkiyetinin m2si ile ilgilidir. (m2/100)
Bir apartmanın ortak yerlerinde de müşterek mülkiyet vardır.
Kendi katımda ise bağımsız mülkiyet hakkım vardır.
- Taşınmaz olarak karşımıza çıkan tapu siciline sürekli ve bağımsız olarak kaydedilen haklar vardır.
Peki her hak tapu siciline bağımsız ve sürekli olarak kaydedilir mi? Hayır, 2 tür hak bu şekilde kaydolur:
- Kaynak Hakkı
- İnşaat Hakkı
İnşaat, arazi üzerinde yapılır. Kaynak da gene arazide bulunur.
Örn: Araziden akarsu geçiyorsa, akarsu kanunu; arazide maden varsa, maden kanunu ya da petrol kanunu vardır. Arazideki akarsu, maden ya da petrol devlete aittir.
Kaynak hakkı yönünde uygulama çok yoktur. İnşaat Hakkında ise vardır. İnşaat hakkında, hak bağımsızlaştırılıp sürekli kılınır.
Yani arazide yapılan inşaat bütünleyici parça olmaktan çıkar. Yani inşaat mütemmim cüz olmaktan çıktı.
Yap-İşlet- Devret sistemi en tipik örnektir. Arazim var, arazi sahibiyim. Ancak inşaat yapacak, yatırım yapacak durumum yoktur. O zaman yatırım sahibi diyor ki, senin arazinde yapalım. Ben de o sebeple arazideki inşaat hakkını bağımsızlaştırdım. Tapu sicilinin ayrı bir sayfasına kaydettim. Bunu yaparken belli bir süre sınırı da koydum. Bu da hakkın sürekli kaydedilmesini sağladı. Süre bitince bağımsızlık ortadan kalkar. Süreyi uzatma durumu ise olabilir.
Genelde bu süre 49-99 yıldır.
Yap-İşlet-Süre-Devret sistemi tipik örnektir.
Yatırım yapılır, mal işletilir, süre sınırlanır ve süre bitince arazi sahibi süreyi uzatmazsa, süreden sonra artık mal arazinin bütünleyici parçası olur.
Taşınır malların, bir yerden bir yere boru veya hatlarla nakledilebileceğini söylemiştik. Bu sebeple doğal enerji nakil anında yani çıkana kadar taşınır mal hükmündedir.
Belediyenin sattığı su/ elektrik hatta girince taşınır mal olur. Musluktan akıtana kadar taşınırdır. Musluktan akınca artık taşınmaz maldır.
Özel hukuk alanında yalnız kişilerin hak sahibi olacağını söylemiştik. Mutlak hakların zaman aşımı ve hak düşürücü süreye tabi olmadığını da söylemiştik. Aynı zamanda mutlak haklar sınırlı sayı ilkesine tabidir. Herkes tarafından ileri sürülebilir ve herkes mutlak hakların gereklerine uyar.
Madem kişi hak sahibi olabilir, peki kişi kimdir?
Bu noktada karşımıza haklara ve borçlara ehil olabilme anlamında hak ehliyeti ve sahip olunan hakları kullanabilme olarak tarif edilen fiil ehliyeti çıkar.
25 Haziran 2012
Sadece kişiler haklara sahip olabilir.
Kişinin, haklara ve borçlara sahip olabilmesi hak ehliyetidir.
Fiil ehliyeti ise, bir kimsenin iradesi ile hukuki sonuç meydana getirecek davranışlarda bulunabilmesidir.
Hukuki olarak iki tür kişi mevcuttur: Gerçek Kişi – Tüzel Kişi
Gerçek Kişi, insandır.
Tüzel kişi ise, toplumların gelişmesi sonucu faaliyet türlerinin de değişmesi ile ortaya çıkmıştır. Bazı faaliyetler tek başına yapılamaz hale gelmiştir. Bunun sonucunda hukuk düzeni tüzel kişi kavramını çıkarmıştır. Tüzel kişi kavramını maddi olarak insan değildir ancak hukuk düzeni bu kavramı oluştururken gerçek kişi kavramından yola çıkmıştır.
Gerçek kişinin organları vardır, beyinle düşünen, eliyle imza atan, iradesini ağzıyla ve konuşarak beyan eden insandan yola çıkan hukuk düzeni, tüzel kişi kavramını da organlardan oluşturmuştur. Tüzel kişiler organları vasıtasıyla hareket eder. Gerçek kişilerdeki beyin faaliyetlerinin yerini, tüzel kişilerdeki genel kurul kavramı alır.
Tüzel Kişinin Genel Kurulu da bizzat Tüzel Kişinin kendisidir. Yani tüzel kişi, genel kurulun tüzel kişi adına verdiği karar için, “tüzel kişi sorumlu değildir, sorumlu olan genel kuruldur.” Diyemez. Zira genel kurul da bizzat tüzel kişidir.
Genel kuruldan sonra önemli 2. Organ ise, yürütme organı diğer bir tabir ile yönetim kuruludur.
Tüzel kişi genel kurulu ile düşünür ve yönetim kurulu ile bu düşüncesini dışarı aktarır. Yürütme kurulu da bizzat tüzel kişinin kendisidir. Önemli olan bir nokta, burada tüzel kişi ile organ arasında bir temsil ilişkisi olmamasıdır. Yani organ, tüzel kişinin temsilcisi değildir. Çünkü temsil, bir başkası için hukuki muamele yapmaktır. Burada ise başkası için hukuki muamele yapma durumu yoktur çünkü söz konusu organlar zaten tüzel kişinin bizatihi kendisidir. Tüzel kişi organlar için başkası değillerdir. Elbette ki burada temsil ilişkisi olmaması, organların gerektiğinde kendilerini temsil etmesi için temsilci seçmelerine engel değildir. Organlar gerektiğinde temsilci seçebilirler.
Tüzel kişilerin en önemli özelliği, onların bir amaç için kurulmalarıdır.
Burada amaç 2 şekilde anlaşılabilir. Bunlardan biri:
- Ticari Olmayan Amaç: Burada kazanç paylaşma amacı yoktur. Bu şekilde kurulan tüzel kişilerin “üstün amacı” güttüğü düşünülür. Kazanç paylaşma amacı olmayan amaca üstün amaç denir. Dernek ve vakıflar bu amaca göre kurulur.
- Ticari Amacı Olan Tüzel Kişiler: Bunlar şirketlerdir. Kazanç paylaşma amacı vardır.
Hukuki açıdan 3 türlü tüzel kişi vardır:
- Dernek
- Vakıf
- Şirket
Tüzel kişilere dair bir diğer önemli ayrım daha vardır. Buna göre tüzel kişiler ya insan topluluklarından oluşur ya da mal topluluklarından. İnsan topluluklarından oluşmuş tüzel kişiler, dernekler ve şirketlerdir. Vakıf ise mal topluluklarından oluşan tüzel kişilerdir.
Hukuki açıdan sadece kişilerin hak sahibi olacağını ve kullanabileceğini söylemiştik.
Kişiliğin başlamasından kişiliğin sona erinceye kadar oluşan süreçte gerçek kişinin var olduğu kabul edilir.
Peki tüzel kişi ne zaman başlar ve ne zaman sona erer?
3 çeşit tüzel kişinin olduğunu söylemiştik. Buna göre her tüzel kişi için ayrı ayrı tüzel kişiliğin başlaması ve sona ermesi durumu söz konusudur.
- Dernekler
İnsan topluluklarıdır. En az 7 kişinin bir araya gelerek amaçlarını belirlerler, ardından bu amaçları yazılı hale getirirler. Buradaki 7 kişi değişken bir sayı olduğu için birden fazla kişinin bir araya gelmesi esas kuraldır. Derneğin özelliği gereği belirlenen ve yazılı hale gelen bu amacın, ticari olmaması şarttır.
Burada amacın yazılı hale getirilmesi tüzük ile oluşur. Yani kişiler amaçların yazılı olduğu bir tüzük hazırlarlar. Tüzüğün nasıl hazırlanacağı madde madde dernekler kanununda yazılıdır.
Tüzükte, amaç yazar. Derneğin organları yazar. Genel kurul ve genel kurulda olan kişiler ismen yazar. Yönetim kurulu belirlenir. Ardından bu tüzük mahalin en büyük mülki idare amirine verilir. Tüzük, mahalin en büyük mülki idare amirine verildiğinde, tüzel kişilik kazanılmış olur. Buna serbest kuruluş sistemi denir. Serbest kuruluş sisteminden ötürü, dernek kurmak hiçbir izne tâbi değildir.
- Vakıflar
Mal topluluklarıdır. Ticari amaç dışında bir amaç belirlenir. Birden fazla mal belli bir amaç için özgülenir. Bu amaç yazılı hale getirilir.
- Kişi Kendi Sağlığında Vakıf Kurabilir
Sağlıklı halde kurulduğunda, noterde resmi senet düzenlenir. Bu re’sen düzenleme örneğidir. Adı: Vakıf Senedidir.
- Miras Hukuku Kuralları İçinde Vakıf Kurulabilir
Vasiyetname ile olur. Miras Hukukunun konusudur.
Vakıf Senedi ya da vasiyetname, mahkemelerde tutulan vakıf siciline tescil edilir. Vakıf Senedi/ Vasiyetnamede vakfın organları da belirtilmeli. Buna tescil sistemi denir.
Şirket: Birden fazla kişi bir araya gelip ticari amaçlarını belirler. Buna ana sözleşme denir. Ana sözleşme ticaret siciline tescil edildiği anda tüzel kişilik oluşur. Şirketler, Ticaret Kanununda sınırlı sayıda sayılmıştır:
- Anonim Şirket
- Kolektif Şirket
- Kooperatif Şirket
- Limitet Şirket
- Komandit Şirket
Bunlar Ticaret Kanununda vardır. Şirketler de bu şekilde tüzel kişilik kazanır. Tüzel kişilikte, kişi hak sahibi olur ve o hakları kullanır. Tüzel kişi haklarını, organları vasıtasıyla kullanır.
Tüzel kişi maddi bir varlık değildir. Tüzel kişiliğin kabul edildiği anda, gerçek kişiler tüzel kişileri idare ediyorlar. Ancak burada gerçek kişiler kendi adına işlem yapmıyorlar.
Bu durum tüzel kişiler içindeki gerçek kişileri sorumsuz kılıyor. Buna sis perdesi deniyor. Nasıl olsa her türlü işlemden tüzel kişiler sorumlu olduğu için gerçek kişiler sorumsuz kabul ediliyordu. Bunu önlemek için birtakım tedbirler alındı. Buna “sis perdesinin aralanması/ kaldırılması” denir. Bu tedbirler tüzel kişilerin içindeki gerçek kişileri de sorumlu tutarak olur.
Örn: Gerçek kişiyim. Kredi alacağım. Bankaya kredi talebinde bulundum. Organlarımı kullandım. Banka, ben kredi talebinde bulunduğumda, kredi talebinde bulunan organlarını göster, diyemez. Ama tüzel kişilerde durum böyle değil. Şirket kredi talebinde bulunduğunda, yürütme organı bu talebi bankaya iletir. Banka burada tüzel kişiye sorar: “Bu hususta karar aldın mı?” Yani bankanın kredi talebinde bulunması içi, genel kurulda karar alması ve yönetim kurulunun da bu kararı işletmesi gerekir. Eğer kuruldan çıkmış karar yoksa, işlem geçersiz sayılacaktır.
Tüzel kişiler için bir işlemin yapılması için yetkili organda karar alınması gerekir. Yetkili organ ise genel kuruldur.
Örneğin, bir gerçek kişi, bir bankaya gidiyor ve bir şirketten geldiğini söylüyor. Bankanın öncelikle öyle bir tüzel kişi olup olmadığını araştırması gerekir. Tüzel kişilerde bu sebeple yazılı belge önemlidir. (Vakıf senedi-tüzük-ana sözleşme gibi)
Peki öyle bir tüzel kişinin olup olmadığını nasıl öğreneceğim?
Dernek ise tüzük örneğini, vakıf ise vakıf senedini, şirket ise ana sözleşmeyi görmek isteyeceğim. Bu belgeler damgalı belgelerdir.
Bankaya gelen kişinin, o tüzel kişinin organı olması gerekir. Yazılı metinde, o tüzel kişinin organları ismen yazar. Bu organlar yetkili gerçek kişilerdir.
Burada ultravires kavramı karşımıza çıkar:
Her tüzel kişi amacı içinde hareket eder. Yazılı metinde en aşağı bir amaç vardır. Tüzel kişi amacın dışına çıkarsa, herhangi bir hukuki sonuç doğmaz. Yani amacı aşan işlem hüküm ve sonuç doğurmaz. Yani işlem için geçersizlik yaptırımı uygulanır.
Yani ithalat ve ihracat şirketi kurmuş isem, inşaat şirketinin işlemlerini yapamam. Ultravires dışına çıkmış olurum. İşlem geçersiz olur.
Örneğimizde, bankaya gelen kişi, tüzel kişinin organları arasında değilse, o zaman kişi, tüzel kişinin temsilcisi olur. Temsil yetkisi verecek kişi kimdir?
Tüzel kişi temsil yetkisi verir. Tüzel kişinin temsil yetkisi veren bir işlem yapması için de tüzel kişinin yetkili organınca karar alınması lazım.
Yetkili organ, genel kurul kararı getirir. Yürütme organı işlem yapar.
Tüzel kişi nasıl sona erer?
Tüzel kişi ultravires ile sınırlanmıştır. Yani, tek amaçlı bir şirket kurarsam, başka işlem yapamam. Bu sebeple şirket ana sözleşmelerinde türlü türlü amaçlar fazlaca yazılır.
Tüzel kişilik insanlara benzediği için, onların sona ermesi de insanların ölümüne benzer.
- Doğal Sone Erme (Ölüm)
Amaç tamamıyla gerçekleşirse, tüzel kişinin gerçekleştireceği bir amaç kalmazsa, tüzel kişilik kendiliğinden sona erer.
Ya da tüzel kişi belli bir süre için kurulmuştur. O süre bitince de tüzel kişi sona erer.
99 yıl tüzel kişiler için en uzun süredir. (İnsan ömründen esinlenmiştir.) 99 yıl sonra şirket kendiliğinden sona erer.
- Tüzel Kişi Kendi Kendini Feshedebilir (İntihar)
Yetkili organlar fesih kararı alır.
- Tüzel Kişi Feshedilebilir (İdam),
Tüzel kişileri feshedebilecek tek makam, mahkemedir. Tüzel kişinin amacı ahlaka, hukuka aykırı bir hal aldığında, tüzel kişiler feshedilir.
Tüzel kişi sona erdiğinde önemli bir durum söz konusudur:
Tüzel kişiye ait olan, malvarlığı, haklar ve borçlar ne olacaktır?
Kanun, istisna olarak, tüzel kişilerin, hak ve borçlarıyla sınırlı olarak, varlığını bu alanlarda devam ettirir. Tüzel kişilik bir süre daha devam eder.
Buna göre, tüzel kişi organlarını kullanamayacak duruma gelirse, o zaman kayyım tayin edilir. (Not: siyasi partiler, kamu kurumu niteliğinde olan kendilerine özgü derneklerdir.)
Peki gerçek kişilik ne ile başlar?
Tam ve sağ doğum, gerçek kişilik için esastır.
Tam doğum, ana karnından tamamıyla çıkmış olmaktır. Kastedilen, özürlü doğumlar değildir. Sağ doğum ise, bir an dahi olsa yaşamış olmak anlamındadır.
Gerçek kişiliğin sona ermesi ölüm ile olur. Burada ceset olmalıdır.
Modern hayatta cesedin olmadığı durumlar vardır. Burada 2 karine söz konusudur.
Ölüm Karinesi
Ölümüne mutlak gözle bakılacak bir olayda kaybolmaktır. Kişinin durumu mahalin en büyük mülki idare amirine bildirilir. Mülki idare amiri, nüfus siciline ölüm kaydı düşürür. Kişi ölmüş sayılacağı için evlilik sona erer.
Miras yönünden mal varlığı bölüşülür. Kişi ileride ortaya çıkarsa, mirasçılar ellerinde kalanı kişiye iade eder. Burada iade yönünden sebepsiz zenginleşme hükümleri uygulanır. Ama sebepsiz zenginleşme yoktur.
Gaiplik Karinesi
Ölümüne muhtemel gözle bakılacak olayda kaybolmak ya da uzun süreden beri kişiden haber alınamamaktır.
Eğer kişi, ölümüne muhtemel gözle bakılacak bir olayda kaybolmuşsa, kanun süre verir. 1 yıl boyunca kişi dönmezse, dava açılır. İlan süresi oluşturulur. O süre içinde gören veya duyanların haber vermesi gerekir. Kişiden hala sonuç yoksa, kişi ölmüş sayılır.
Eğer kişiden uzun süreden beri haber alınamıyorsa, 5 yıl beklenir. 5 yıl sonunda dava açılır. İlan süresi belirlenir. Süre bitiminde kişi ölmüş sayılır.
Peki bu karinelerin uygulandığı kişi için gerçek kişilik ne zaman sona erer?
Mahkeme, kişiyi ölmüş sandığı andan itibaren, mahkeme kararı çıkar. Kişi en son görüldüğü andan itibaren ölmüş sayılır. Yani karar geriye yürütülür.
Peki ölüm karinesi ile gaiplik karinesinin farkı nedir?
Gaiplik kararı, mahkeme kararı ile kesinleşir. Evlilik birliği burada kendiliğinden sona ermez. Eşlerden kalanın, evliliğin iptalini istemesi gerekir.
Miras hukuku yönünden de fark vardır. Gaiplikte, mirasçılar mirası almak için teminat vermelidir. Gaip olan kişi dönerse, mirasın tamamı kişiye geri verilmelidir. O yüzden, teminat lazımdır.
Gerçek kişilik ve tüzel kişilik yönünden hak ve fiil ehliyeti durumu vardır.
Tüzel kişi, hak ve fiil ehliyeti yönünden ultravires kısıtlaması altındadır. Yani her tüzel kişi amacı doğrultusundaki hakları kullanır. Yeni ticaret kanunu ile ultravires sınırı kaldırılmıştır.
Gerçek kişiler için ise hak ehliyeti yönünden genellik ve eşitlik ilkesi mevcuttur. Dil/din/ırk/cins/yaş farkı olmadan, her gerçek kişi hak ehliyetine sahiptir.
Tüzel kişiler, gerçek kişilere özgü haklara sahip olamaz. Hak ehliyeti Medeni Kanunda düzenlenir.
Kişi tam ve sağ doğmuşsa, hak ehliyeti geriye yürütülür ve ana rahmine düştüğü andan itibaren hak ehliyetine sahip olur. Bu miras hukuku açısından önemlidir.
Fiil ehliyeti, gerçek kişiler yönünden doğar.
3 önemli şart, fiil ehliyeti için şarttır:
- Ayırt Etme Gücüne Sahip Olmak (Temyiz Kudreti)
- Ergin Olmak (Reşit Olmak)
- Vesayet Altında Olmamak (Kısıtlanmış Olmamak-Hacir Altında Olmamak-Mahcur Olmamak)
Bu şartlardan, ilk ikisi olumlu şart iken, diğeri olumsuz şarttır.
Kişi 3 şartı da taşıyorsa, “tam ehliyetli” olur.
Bu şartlardan ayırt etme gücü çok önemlidir. Örneğin, haksız fiil ve sözleşmenin temel 2 unsur olduğunu söylemiştik. Haksız fiil için zarar ve kusur gereklidir. Eğer kişinin ayırt etme gücü yok ise, kasıt, ağır ihmal ve hafif ihmal durumları yoktur, zira kişi için irade unsuru yoktur.
Hukuki açıdan korunan ve yeterli irade, ayırt etme gücüdür.
Kişinin ayırt etme gücü yoksa, kişi tam ehliyetsizdir.
Kişinin ayırt etme gücü varsa ama ergin değilse veya kısıtlı ise, kişi sınırlı ehliyetsizdir.
Bir de bunlardan farklı olarak, kişinin hem ayırt etme gücünün olduğu, hem ergin olduğu hem de kısıtlı olmadığı durumlar vardır. Ancak bazen bu durumda bile kişi kanunen belli konularda sınırlandırılmıştır. Bu kişilere ise sınırlı ehliyetli denir.
26 Haziran 2012
Ayırt Etme Gücünden bahsedilirken, normal ve orta zekalı vatandaş esas alınır. Kadın hareketinden önce burada esas alınan, normal ve orta zekalı aile babası idi. Ayırt etme gücü, normal ve orta zekalı vatandaşın algılama gücüdür. O kişinin nasıl algılayıp, nasıl davrandığı ile ilişkilidir.
Burada Medeni Kanun, ayırt etme gücü için 2 karine oluşturur.
- Ayırt Etme Gücünün Olması Karinesi
- Ayırt Etme Gücünün Olmaması Karinesi
Medeni Kanun, bu karineleri oluştururken 4 kavram kullanmıştır.
- Akıl Hastalığı
- Akıl Zayıflığı
- Yaş Küçüklüğü
- Sarhoşluk
Eğer kişi bu 4 unsurdan bir veya daha fazlasını taşıyorsa, kişinin ayırt etme gücünün olmadığı varsayılır.
Burada karineye dayanıldığı için, ispat söz konusu değildir. Karinenin ancak aksi ispat edilebilir. Bu durumda bu 4 durumun olması ayırt etme gücünün yokluğuna işaret ediyorsa, tersi için de yani bu 4 durumun olmaması için de ayırt etme gücünün varlığından bahsedilir.
Bunlar özel hukuktaki kavramlardır. Kamu Hukukundaki ayırt etme gücü için daha farklı kavramlar kullanılır. İrade, özel hukukta hem sözleşme hem de haksız fiil için önemlidir.
Ayırt etme gücü, hukuken korunan, geçerli olan irade anlamındadır. Bu sebeple ayırt etme gücü, her somut olayda araştırılmalıdır. Bir ihtilaftan dolayı mahkemeye başvurulduğunda, ilk olarak ayırt etme gücü var mı yok mu ona bakılır.
Her somut olayda ayırt etme gücünün varlığı ve yokluğu araştırılacağı için, bu iki karine bu durumun araştırılmasını kolaylaştırır.
Kendiliğinden araştırma yapılır. Aksini iddia eden ispat eder. Yani taraflardan biri, kendinin ayırt etme gücünün olmadığı söylüyorsa, ispat etmelidir. Ya da karşı taraf, diğer tarafının mesela sarhoş olmasına rağmen ayırt etme gücü olduğunu iddia edebilir. Bu durumda ispat yükümlülüğü vardır.
Erginlik burada önemlidir. Kişi ergin oluncaya kadar küçüktür. Bu sebeple kişinin doğumundan 18 yaşına kadar geçen sürede, yaş küçüklüğü unsuru daima vardır.
Örn: 5 yaşındaki çocuk, pencereden aşağıya doğru su döktü ve caddedeki adamı ıslattı.
Ya da 5 yaşındaki çocuk, pencereden aşağıya doğru asit döktü ve caddedeki adamı öldürdü.
Burada ayırt etme gücü durumu 2 olay için farklıdır. 5 yaşındaki çocuk, suyun ne olduğu bilir, kişinin ıslanacağı bilebilir, bu sebeple bu olay için ayırt etme gücü vardır. Ancak 5 yaşındaki çocuk, asidi bilemez, asidin sudan farkını ayırt edemez ve asit dökmenin sonuçlarını düşünemez. Bu sebeple bu olay için çocuğun ayırt etme gücü yoktur.
Medeni Kanuna göre, erginlik yaşı 18dir ve 18 yaşını bitiren herkes ergindir. Medeni kanun ergin olma durumuna da iki farklı yorum daha getirmiştir. Buna göre, evlilik yolu ile ya da mahkeme kararı ile erginlik olabilir.
Evlilik İle Erginlik:
Medeni kanuna göre, 18 yaşını bitiren herkes ergin olduğu için, 18 yaşını bitiren her ergin de evlenebilir. Ancak, kişiler 18 yaşından önce evlenmek isteyebilirler. Bu durumda 17 yaşında evliliğin önü açılmıştır. Medeni Kanuna göre kişiler kanuni temsilcilerinin rızasıyla, 17 yaşında evlenebilir. Kişi evlendiği anda, ergin olur. Evlilik, 18 yaşından önce biterse bile, kişi ergin kılındığı için ergin olmaya devam eder.
Ancak kişiler 17 yaşından evvel de evlenmek isteyebilir. Bu durumda medeni kanuna göre kişi 16 yaşından itibaren mahkeme kararı olması şartıyla evlenebilir. Kişi, hakimden evlilik izni aldığı sürece, evlenebilir. 16 yaşında evlenme, olağan üstü evlenme olarak açıklanır ve bu sebeple olağan üstü bir sebebe dayanmalıdır.
Örn: Kişi 16 yaşında ölümcül hastalığa yakalanmış olabilir ve neslinin devamını istiyor olabilir. (Tabii bu örnekte doktor raporuna da ihtiyaç vardır.)
Mahkeme Kararı İle Erginlik:
Buna yargısal erginlik de denir. 15 yaşını bitiren herkes, eğer haklı sebepleri olduğunu ispat ederse, ergin olabilir.
Bu durum özellikle kırsal kesimlerde zirai nedenlerle olur. Örneğin, kişi ölmüştür. Kişiden, mirasçılara miras kalmıştır. Miras kalan arazinin toplatılması, işletilmesi gerekir. Mirasçılar arasında da 15 yaşından büyük kimse yoktur. 15 yaşındaki kişi mahkeme kararı ile ergin ilan edilir. Bu durum uygulamada çok yoktur. Peki, mahkeme kararı ile ergin ilan edilmiş kişi 15 yaşında evlenebilir mi?
Hayır, çünkü 16 yaşından önce kimse evlenemez. Bu kural bir kamu düzeni kuralıdır. Peki mahkeme kararı ile ergin kılınmış 15 yaşındaki kişi, 16 yaşına geldiğinde evlenebilir mi? Burada öğretide tartışma vardır. Çoğunluk, kişi ergin olduğu için evlenebileceğini söyler ancak diğer bir görüşe göre de 16 yaş olağan üstü evlenme yaşıdır, bu sebeple kişi mahkeme kararı ile ergin kılınsa bile evlenemez.
Kısıtlanma:
Kısıtlanma sebepleri, numerus clausus ilkesine tabidir. Kişi ancak kanunda sayılmış nedenlerle kısıtlanabilir.
Öncelikle vesayet kavramı söz konusudur ve vesayet üst bir kavramdır. Vesayet 2’ye ayrılır:
- Yaş küçüklüğü
- Kısıtlanma
Ancak yaş küçüklüğü, kısıtlanma sebebi değildir. Yaş küçüklüğü, vesayet sebebidir. Vesayet ise kısıtlanma ile eş değildir.
Kısıtlanma sebepleri şunlardır:
- Akıl Hastalığı
- Akıl Zayıflığı
- Ayyaşlık
- Kötü Hal
- Savurganlık
- 1 yıl veya daha fazla hapis cezasına çarptırılmış olmak
- Kendi isteğiyle kısıtlanmak (vesayet altına alınmak) = Yaşlılığı, tecrübesizliği ya da hiffetsizliği (kolayca kandırılma) nedeniyle kendi isteği ile kısıtlanma
Fiil ehliyeti yönünden ayrım ise 3 nedene dayanarak yapılır.
- Ayırt etme gücünün varlığı Tam Ehliyetli
- Ergin olmak
- Kısıtlı olmamak
- Ayırt etme gücü olmaması Tam Ehliyetsiz
- Ayırt etme gücü varlığı Sınırlı Ehliyetsiz
- Velayet altına alınmış ya da kısıtlı olan
Sınırlı ehliyetsizler içinde küçükler ve kısıtlılar olmak üzere 2 grup vardır.
Bir de kanundaki kurallardan dolayı belli hukuki işlemleri izin olmadan yapamayan, sınırlı ehliyetliler vardır. Bunlar evli kişiler ve kendilerine yasal danışman tayin edilmiş kişilerdir.
Fiil ehliyeti kapsamında, hukuki muamele ehliyeti ile haksız fiil ehliyeti ve dava ehliyeti vardır.
27 Haziran 2012
Temsil, tek taraflı bir hukuki muameledir. Kanuni Temsil ve İradi Temsil olmak üzere 2 çeşittir.
Kanuni Temsil durumunda, kanun kişiye temsilci tayin eder.
İradi Temsilde, kişi kendi temsilcisini kendi belirler.
Temsile dair bir diğer ayrım da doğrudan ve dolaylı temsildir.
Doğrudan Temsil, temsilcinin başkasının (temsil edilenin) adını vererek işlem yapmasıdır. Temsilci, başkası adına ve hesabına işlem yapar. Doğrudan temsil durumunda, hukuki işlem sonucunda doğan haklar ve borçlar direkt olarak temsil edilenin üzerine doğar.
Dolaylı Temsil durumunda, temsilci başkasının adını vermez. Ancak iç ilişkide temsilcinin, hukuki işlemi başkasının hesabına yaptığı bellidir. Haklar ve borçlar, temsilcinin üzerine doğar. Temsilci, söz konusu hak ve borçları temsil edilenin üzerine devretmelidir. Kanun, bu konuyu direkt olarak düzenlemiştir.
Kanuni Temsil, bir doğrudan temsil durumudur.
Asıl kanuni temsil ilişkisi, velayet ve vesayet yolu ile kurulur.
Dolayısıyla iki tür kanuni temsilci vardır. Bunlardan biri velidir.
Velilik, velayet ile kurulur. Doğan çocuk ile ana-baba arasında soybağı ilişkisi vardır. Çocuk ergin olana kadar bu ilişki sürer. Bu süre içinde çocuk ana-babanın velayeti altındadır.
Vasilik, vesayet ile kurulur. Velayet altındaki bir çocuğun, anne-babası ölürse ya da kısıtlanırsa, çocuk için vasi atanır.
Kayyım ve yasal danışman adı verilen 2 temsilci türü daha vardır. Bunlar da kanuni temsildir.
Kayyımlık ve yasal danışmanlık, kanunun belirlediği hallerde olur.
Yasal danışman, kısıtlanma sebeplerine yakın hallerde atanır. Kayyım ise kanunun öngördüğü hallerde tayin edilir.
Asıl kanuni temsilcinin veli ve vasi olduğunu söylemiştik.
Veli veya vasi 3 şekilde davranabilir:
- Temsil yetkisini kullanarak bizzat hukuki işlemi kendi yapar
- Hukuki işlemin kişi tarafından yapılması için izin verir
- Yapılmış olan hukuki işlemin geçerli hale gelmesi için onay verir
Peki kayyım ne yönde davranabilir:
Kayyım, kanun tarafından atanır. Kayyım hukuki muameleyi bizzat yapar. İzin ve onay verme davranışında bulunamaz.
Yasal danışman ise hukuki işlemi bizzat yapamaz. Yasal danışman, hukuki işlemin yapılması için izin verebilir ya da yapılmış olan hukuki işlemin geçerli olması için onay verir. Yasal danışmana, oy danışmanlığı da denir.
Fiil ehliyeti, hukuki muamele ehliyeti ile haksız fiil ehliyetini kapsar.
Hukuki muamele ehliyeti, hukuki sonuca yönelik iradenin açıklanabilmesidir.
Haksız fiil ehliyeti ise hukuka aykırı fiilden ötürü zarar ortaya çıktığında, kusur varsa, kişinin sorumlu olabilmesidir.
Fiil ehliyeti yönünden kişiler ayrılır:
- Tam Ehliyetli: Ayırt etme gücü vardır. Kişi ergindir. Kısıtlanmamıştır. Bu sebeple hukuki muamele ehliyeti vardır.
- Tam Ehliyetsiz: Ayırt etme gücü yoktur. Bu sebeple hukuki muamele ehliyeti yoktur. Ayırt etme gücünün olmadığına dair kanunun emredici hükmü söz konusudur. Ayırt etme gücü olmadığı için tam ehliyetsiz kişiler irade açıklayamazlar. İradeleri yoktur. Peki madem iradeleri yok, nasıl hukuki muamele yapacaklar?
Kanuni temsilcileri aracılığıyla yapabilirler. Kanuni temsilci, bizzat temsil eder.
Not: Peki temsilcinin kendi kendisiyle hukuki muamele yapması durumu olabilir mi?
Her temsil ilişkisinde böyle bir durum görülebilir. A’nın temsilcisi (kanuni ya da iradi temsilcisi) X olsun. X, A adına ve hesabına hukuki muamele yapacak olsun. X, A’nın arabasını satacak.
Kendisi satıp/ kendisi alabilir mi?
Eğer velayet söz konusu ise, kan bağına dayanma olduğu için, kanuni temsil olduğu varsayılır. Soybağından dolayı hukuk düzeni, temsilcinin temsil edilen kişiyi zarar uğratmayacağını düşünür. Bu sebeple Medeni Kanunda, temsilciyi denetleyen bir makam yoktur. (Elbetteki istisnai durumlar için özel kurumlar vardır.)
Eğer vesayet söz konusu ise, burada kan bağı yoktur. Bu sebeple hukuk düzeni tarafından vasi denetlenir. Vasi bu noktada serbest değildir. Özellikle önemli hukuki muameleler yönünden vasi tek değildir. Sulh Mahkemesinin, hukuki muamele için izin vermesi gerekir. Hatta çok önemli bir hukuki muamele söz konusu ile, sulh mahkemesinin izni de yetmez. Asliye Mahkemesi izin vermelidir.
Örneğin, çocuğa miras yolu ile fabrika kalmış olsun. Kanuni temsilci, fabrikayı satacak ama kendisi alacak. Eğer veli ile çocuk arasında menfaat çatışması söz konusu ile, kayyım atanır.
Çocuk ileride velayetten kurtulunca, zarar uğradığını düşünürse, dava açma hakkına sahiptir.
Peki, tam ehliyetsiz birinin velisi ya da vasisi, onun adına hukuki muamele yapsın. Zarar ortaya çıkarsa, tam ehliyetsiz kişi sorumlu mudur? Hayır.
Çünkü tam ehliyetsiz kişinin, haksız fiil ehliyeti yoktur.
Bu durumun da istisnası vardır. “Hakkaniyet”
Eğer durum hakkaniyet gerektiriyorsa, hakim zararın karşılanmasını isteyebilir. Örn: Zengin bir tam ehliyetsiz, fakir bir simitçiye çarparsa.
Peki eğer kişi kendi iradesi ile tam ehliyetsiz olmuşsa, yani kişi alkol ya da uyuşturucu etkisiyle kişi tam ehliyetsiz ise, o sırada vermiş olduğu zarardan sorumlu mudur? Evet.
Sınırlı Ehliyetsiz: 2 grup sınırlı ehliyetsiz vardır. Sınırlı Ehliyetsiz kişilerin ayırt etme gücü vardır.
- Grup: Ayırt etme gücü olan küçükler (mümeyyiz küçükler)
- Grup: Ayırt etme gücü olan ergin ama kısıtlanmışlar (Ayırt etme gücü olan kısıtlılar = mümeyyiz mahcurlar)
Kısıtlanma Sebepleri:
Kısıtlanma sebepleri sınırlı sayıdadır.
- Akıl Hastalığı
- Akıl Zayıflığı
- Savurganlık
- Kötü Hal
- Bir yıl ve daha fazla hapis cezasına çarptırılanlar
- Kendi İradesi ile kısıtlananlar (Deneyimsizlik ve yaşlılığa bağlanmıştır. Kişi saf olduğu iddiasıyla kısıtlanmasını isteyebilir.)
Bu sebepler varsa, kişi kısıtlanır. Kısıtlanma geriye yürümez. Yani kişi, bir olay ya da fiil gerçekleştikten sonra, kısıtlılık sebebim var, sorumlu değilim diyemez. Olaydan sonra kısıtlılık iddia edilemez.
İhtilaf çıktığında, bu temellerden hareket edilir.
Bu sebepler yoksa ama yaklaşan sebepler varsa, yasal danışman tayin edilir.
Örn: 1 yıl ve daha fazla hapis cezasına çarptırılma sebebi yoktur ama kişi 10 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Yaklaşan sebep vardır. O zaman yasal danışman vardır.
Kısıtlanma kararını mahkeme verir. Kısıtlanma talebe bağlıdır. Sadece, 1 yıl ve daha fazla hapis cezasına çarptırılmak sebebi, talebe bağlı değildir. Hukuk mahkemesine bildirilir.
Bunun dışında talep olmadan kişi kısıtlanamaz. Talep, kişinin kendisi veya çevresi tarafından belirtilir.
Peki, ben bir kişi ile hukuki ilişki içine girdim. Onun hukuki statüsünü nasıl bileceğim? Ancak ve ancak velayet altındaki kişileri bilebilirim zira hukuki ilişkinin kurulması için kimlik, evlilik cüzdanı veya mahkeme kararı gereklidir. O belgelere bakarak, kişinin yaşını ya da velayet altında olup olmadığını bilebilirim. Ancak vesayet altındaki kişiyi bilemeyiz. Kısıtlanmış kişileri bilemeyiz. Çünkü kısıtlanma, talebe bağlıdır. Talep yoksa, kısıtlama yoktur. Ben bütün 3. Kişileri tam ehliyetli olarak düşünürüm. Bu sebeple her somut olayda, ayırt etme gücü olup olmadığı araştırılmalıdır.
Kısıtlanma talepsiz olmaz. İhtilal çıkarsa, kişi için tam ehliyetsiz deriz ve ayırt etme gücü olmadığını söyleyebiliriz. Burada ayırt etme gücü olmaması karinesinden yararlanır.
Sınırlı ehliyetsizler, küçükler ve kısıtlanmışlardır. Haksız fiil ehliyeti tamdır. Çünkü ayırt etme gücü vardır. Zarar ortaya çıkarsa, zararı giderir. Sınırlı ehliyetsiz kişi zarardan dolayı sorumludur. Sınırlı ehliyetsizler, hukuki muamele yapar mı?
- Bizzat Kendisinin Yapacağı Hukuki Muamele
Kanuni temsilcinin kendisinin yapacağı muameleler.
- Yasak Hukuki Muameleler
Kanuni temsilcilerin bile yapamayacağı muamelelerdir.
- Diğer Hukuki Muameleler
(Diğer Borçlandırıcı Muameleler)
3’e ayrılır.
- Bizzat Kanuni Temsilcinin Yapacağı Muameleler
- Kanuni Temsilci İzin Verip, kişinin kendisinin yapacağı muameleler
- İznin olmadığı, onayın beklendiği muameleler. İzin yoktur. Tek taraflı bağlamazlık doğar. İşlem askıdadır. Onay beklenir. Onay gelirse, işlem geçerlidir. Onay Gelmezse, işlem geçersizdir.
Temel hukuki muamelelerden bir tanesi sözleşmelerdir. Genel ilkeye göre, sözleşmenin 2 aşaması vardır.
- İradelerin Birleştiği Aşama = Taahhüt Aşaması
Kişiler borç altına girer ve borçlandırıcı muamele oluşur. Kişi borçlanmıştır. Bu aşama hakka direkt etkili değildir. Hakka yükümlülük getirir.
- Tasarruf Muamelesi
Hakka direkt etkilidir. Borcun yerine getirilmesi aşamasıdır.
Örn: Ceket satacağım. Satma irademi beyan ettim. Ama mülkiyet hala bende Taahhüt Aşaması
Satım işlemi gerçekleşti. Hak direkt etkilendi. Tasarruf Muamelesi
Her sözleşme bu 2 aşamadan oluşur. (İstisna: Alacağın Temliki)
2 Temmuz 2012
Sınırlı ehliyetsizlerin, haksız fiil ehliyetlerinin olduğunu ve eğer zarar ortaya çıkarsa, doğan zarardan sorumlu olduklarını söylemiştik. Sınırlı ehliyetsizlerin kastına ve ihmaline dayanılabilir. Aynı zamanda hukuki muamele ehliyetlerine geldiğimizde ise 3lü bir ayrım söz konusudur:
- Bizzat Kendilerinin Yapabilecekleri Hukuki Muameleler : Ayırt etme güçleri olduğu için, tek başlarına yapabileceği işlemler vardır ve izne ihtiyaç yoktur.
- Kişiliklerine sıkı sıkıya bağlı haklarını kendileri kullanırlar. Ancak somut olayda tam ehliyetsiz bir kişi, kişiliklerine sıkı sıkıya bağlı hakları bizzat kendisi kullanmak zorunda olacağı için zarar uğruyorsa, burada bir istisna vardır ve bu işler kanuni temsilci tarafından yapılabilir.
- Belli meslek ve sanat alanında çalışmalarına izin verilirse, bu alanda çalışıp, hukuki muamele yapıp, para kazanabilirler ve bu parayı harcayabilirler
- Karşılıksız kazanmada bulunabilirler.
- Günlük işlemlerini yapabilirler.
- Yasak İşlemler:
- Vakıf kuramazlar.
- Kefil olamazlar.
- Bağışlamada bulanamazlar.
Bilindiği üzere kefalet bir teminat sözleşmesidir. İki tür teminat vardır. Bunlar şahsi teminat ya da ayni teminattır. Şahsi teminat yasaklanmıştır, ayni teminat ise yasak muamele değildir ama geniş bir yorumla olabilir de.
Bu üç hukuki muamele izin ile olsa dahi yapılamaz.
- Diğer Hukuki Muameleler
Bunlara diğer borçlandırıcı işlemler de denir. Kanuni temsilciler tarafından yapılabilir. Ya da kanuni temsilci izin verebilir. Yani diğer hukuki muameleler ya kanuni temsilci tarafından bizzat yapılır ya da izinle yapılır. Eğer izin alınmazsa, tek taraflı bağlamazlık çıkar. İşlem ne geçerli ne geçersizdir.
Sınırlı ehliyetliler: Bunlar ehliyetlidir ama bazı muameleler yönünden ehliyetleri kısıtlanmıştır.
2 grup sınırlı ehliyetli olarak sayılır.
- Evli olan kişiler
- Kendilerine yasal danışman tayin edilmiş kişiler
Evli olan kişiler: Medeni kanunda ve borçlar kanununda bu durumda özel bir takım düzenlemeler mevcuttur.
Aile konutu bu hususta çok önemlidir. Aile konutu, evlilik birliğinde karı-koca yönünden yoğunlukla işlerin yapıldığı yerdeki oturulan konut aile konutudur. İkametgah ile karıştırılmamalıdır. İkametgah, yerleşim yeridir. Kişinin iradesi ile oturmak için seçtiği yerdir. Aile konutu birden fazla olabilir ancak ikametgah bir tane olmalıdır.
Önemli olan konutun aile konutu olmasıdır ve karı-koca yoğunluklu olarak işlerini orada görüyor.
Örneğin, çiftler 6 ay bir yerde 6 ay bir yerde oturuyorsa, iki konut da aile konutudur ama ikametgah ikisi de olamaz.
Karı-kocanın oturduğu yer ya eşlerin kendi mülkiyetindedir yani eşler konuta ya maliktir ya da konutta kiracıdır.
- Kiracı olma durumunda : Sözleşme hukukunun en temel ilkesinin nisbilik olduğunu söylemiştik. Yani kimler arasında sözleşme ilişkisi başladıysa, o ilişki onları ilgilendirir. 3. Kişileri ilgilendirmez.
Kiracılık sözleşmesi, ev sahibi (kiralayan) ile kiracı arasındadır. Sözleşme bunlar arasında oluşur. Evlilik birliği içinde karı-koca kararı vermiştir ve ev kiralanacaktır. Kadın ya da koca kiralayan olacaktır. Peki hangisi?
Sözleşme nisbidir demiştik. Ancak burada bir istisna söz konusudur. Kim sözleşemeye kiracı olarak katılırsa katılsın, diğer eşin rızası olmadan o kira sözleşmesi sona erdirilemez.
Diğer istisna: Kiracı olmayan diğer eş isterse kiralayana irade açıklamasında bulunur ve kiracı olur. Bu tek taraflı bir irade açıklamasıdır ve kiralayanın onayında değildir. Kanun burada bir borç ilişkisi tanımlar.
- Oturulan yer mülkiyette ise: Aile konutu evlilik birliğindeki karı-kocanın mülkiyetinde ise yani karı ya da koca malik ise, diğer eşin rızası olmadan konut üzerinde tasarrufta bulunulamaz. Eşlerden biri aile konutunu ne satabilir ne de rehin verebilir. Kanun burada kısıtlama getirmiştir. Buna göre malik olan eş istediği zaman tasarruf yetkisini kullanamaz.
Hukuk alanında 2 kısıtlama vardır.
- Tasarruf Ehliyeti Sınırlaması
Kanun tasarruf ehliyetini sınırladıysa, o kişi tasarrufta bulunamaz. Eğer bulunursa işlem kesin geçersizdir. İşlem kimin iznine tabi tutulduysa, o kişi ile işlem yapılmalıdır. Eğer o kişi ile yapılmazsa, kişi sonradan onay verse bile işlem geçersizdir.
- Ehliyet Sınırlaması
Ehliyet sınırlaması olan kişinin yaptığı muamele aksaktır. Geçerli olması için izne ihtiyaç vardır ya da sonradan onay gerekir. İşlem askıdadır ve onaya bağlıdır.
Peki aile konutundaki sınırlama bir ehliyet sınırlaması mıdır yoksa bir tasarruf ehliyeti sınırlaması mıdır?
Genel kabule göre bu bir ehliyet sınırlamasıdır. Malik olan eş izinsiz tasarrufta bulunursa, askıda muamele yapılmış olur.
Evlilik birliği için getirilmiş bir diğer sınırlama da kefil olma durumudur. Buna göre evli olan kişi, diğer eşin rızası olmadan kefil olamaz. Peki bu sınırlama ne tür bir sınırlamadır?
Kanunen, kefalet sözleşmesi yazılı şekilde olur. En geç yazı sözleşme yapıldığı anca diğer eşin imzası olmalıdır. Yoksa işlem geçersizdir. Bu durumda bu kuralın bir tasarruf ehliyeti sınırlaması gibi kaleme alındığı görürüz. Ama bu bir ehliyet sınırlamasıdır. Çünkü evli kişi kefil olacaksa, izin almalıdır. Eşler ehliyetli kişilerdir.
Kendilerine yasal danışman tayin edilmiş kişiler: Kendilerine yasal danışman tayin edilenler de sınırlı ehliyetlilerdir. Kanun vesayet sebeplerini sınırlı sayıda saymıştır. Eğer bu sebepler yoksa ama yaklaşan sebepler varsa, kişiye yasal danışman tayin edilir. Örneğin, 1 yıl ve daha fazla hapis cezası almış kişiler için vesayet söz konusudur. Eğer kişi 1 yıl değil 10 ay hapis cezası almışsa, bu bir yaklaşan sebeptir ve kişiye kanuni temsilci olan bir yasal danışman atanır.
Yasal danışmandan hangi muameleler için izin istenebileceği de sayılmıştır. Bu muameleler dışındaki muameleler için kişi tam ehliyetlidir.
Burada 9 madde vardır. (m.429) 9 hukuki muamele için yasal danışmandan izin istenir. İzin yoksa, onay gelene kadar tek taraflı bağlamazlık söz konusudur.
Bu 9 işlemden bazıları, ticaret için önemlidir. Bunlar;
- Kefil olma
- Taşınmazlara ilişkin ayni hak doğurucu sözleşme kurulması
- Kambiyo taahhüdü altına girme
Eğer bu işlemler için izin/ onay alınmazsa, tek taraflı bağlamazlık çıkar.
Kambiyo taahhüdü altına girmek ticari senet düzenlemektir. 3 tür ticari senet vardır, çek-bono-poliçe.
Hukukta 3 şeyin bilinmediği ileri sürülemez:
- Kanunu bilmemek mazaret sayılmaz.
- Resmi sicil ve senetlerde yazılı hususların bilinmediği ileri sürülemez.
- Mahkeme ilamlarının bilinmediği ileri sürülemez.
Mahkeme, bazı kararları ilan eder. Örn: vesayet ya da yasal danışmanlık kararları.
4 tane kanuni temsilci vardır. Bunlar velayet hükümleri çerçevesince veli, vesayet hükümleri içinde vasi ve kayyım ve yasal danışmandır.
Veli ve vasi, velayet ve vesayet altındakilerin adına ya da hesabına hukuki muamele yapar ya da muameleye onay-izin verir. Kayyım ise mutlaka işlemi kendi yapmalıdır, izin/ onay yoktur.
Yasal danışman ise bizzat yapamaz, onay veya izin verir. Bu sebeple yasal danışmana oy danışmanlığı da denir.
3 Temmuz 2012
Ayni hakkın sahibine 3 yetki verdiğini söylemiştik.
- Tasarruf
- Kullanma
- Semerelerinden yararlanma
Asıl yetkinin tasarruf yetkisi olduğunu ve onun kişinin istediğini yapabilmesi olduğunu söylemiştik. Tasarruf yetkisi mülkiyet hakkının sahibini belirler ve sadece tasarruf yetkisi sahibi maliktir. Bunun istisnası vardır, temsil durumunda kişinin mülkiyet hakkı yoktur ama tasarruf yetkisini kullanabilir.
Eğer bu 3 yetki bir kişide toplanmışsa, o eşya üzerinde tek bir hak vardır o da mülkiyet hakkıdır.
Ama malik 3 yetkiyi birbirinden ayırıp, başkalarına devredebilir. Bu durumda ya sınırlı ayni hak ya da şahsi hak doğar.
Taşınır mallar dünyada çok fazla olduğu için, onlara ait rejim zilyedlik rejimidir. Yani kim ki mala zilyeddir, o mal üzerinde hakimiyeti vardır.
Zilyed, bir taşınır mal üzerinde hakimiyeti olandır.
Taşınmazlarda ise zilyedlik yoktur.
Taşınır mallarda 2 tür zilyedlik mevcuttur:
- Temelinde hakka dayanan zilyedlik
- Temelinde hakka dayanmayan zilyedlik
Hırsızlık, gasp, kaybedilmiş veya unutulmuş malı alma durumunda, zilyedliğin temelinde hak yoktur. Bu durumda burada bir karine söz konusudur.
Her kim ki taşınır mala zilyeddir, o mal üstünde hak sahibidir. Yani kanun bu durumda hak karinesi getirir. 3 hak için de karine mevcuttur, zira mülkiyet hakkı- sınırlı ayni hak ya da şahsi hak ortaya çıkabilir.
Peki kişinin hangi hakka sahip olduğunu bilebilir miyim? Mala zilyed olanın beyanı esastır. Bu durumda güven ilkesi mevcuttur. Kişiye güveniriz.
Taşınmaz mallarda tespit daha kolaydır zira kayıt rejimi söz konusudur. Buna tapu sicili rejimi denir.
Her taşınmaz tapu siciline kaydedilirken, taşınmaz üzerindeki her hak da tapu siciline tescil edilir. Kişinin hangi tür hakka sahip olduğu tapu sicilinde bellidir.
Her ayni hakkın tapu siciline tescil edilmesine sicil zilyedliği de denir.
Oturduğum ev üzerindeki işlemlerimi, tapu siciline dayanarak yaparım.
Burada elbette zaman aşımı ile hak kazanma da gündemde olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki zaman aşımı ile hak kazanmanın temelinde hak yoktur. Süre boyunca kişi hak sahibi değildir. Süre bitince hak sahibi olunur.
Haklar nasıl kullanılacak? Borçlar nasıl ifa edilecek?
Burada 2 kavram mevcuttur. A. Objektif Hüsnüniyet
B. Sübjektif Hüsnüniyet (İyi niyet)
Objektif iyiniyet, hakların kullanılmasında ortaya çıkar. Doğruluk, dürüstlük ve güveni içerir.
Sübjektif iyi niyet ise, hakların kazanılmasındaki ilkedir.
Objektif Hüsnüniyet, özel hukukun bütün alanlarında vardır. Güven kuralları önemlidir. Hakların kullanılması yönünden değil iradelerin yorumlanması yönünden önemlidir.
Sözleşme, karşılıklı irade açıklamalarıdır. (Tek taraflı hukuki muameleler de mevcuttur.) Kişi iradesini düşüncesini gerçekleştirmek için açıklar.
Biz de o iradeyi ona göre algılarız. Sözleşmede ihtilaf çıktığında, iradeler yorumlanmalıdır.
Peki iradeyi yorumlarken kıstasımız ne olacaktır? Yani iradeyi neye göre yorumlayacağız? İrade açıklayana göre mi açıklanana göre mi?
Burada güven ilkesi gereğince kıstas, normal orta zekalı vatandaştır. Normal orta zekalı vatandaş, ne anlam veriyorsa, o anlam verilir.
Doğruluk ve dürüstlük özel hukukta ortaya çıkar. Bir kişi normal orta zekalı vatandaş olarak hakkını nasıl kullanıyorsa, hak sahibi de o sınırda hareket etmeli ve eğer o davranışı ile sınırın dışına çıkarsa, hakkını kötüye kullanmıştır.
Hakkın kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz. Bu durumda özel bir yaptırım uygulanır. Bu durum kişiyi ilk başa döndürür. Hakkını kullanan kişi kullanmamış sayılır. Eğer borcu ifa ederken bir kötüye kullanım mevcutsa, burada kişi borcunu ifa etmemiş sayılır. Yani kötü ifa söz konusudur. Bu durumda hakkın kötüye kullanımı ya da borcun kötü ifası kişiyi ilk başa döndürür.
Hukukun hakkın kötüye kullanımını ve borcun kötü ifasını desteklemeyeceğini söylemiştik. Burada geçersiz bir muamele sonradan geçerli hale getirilebilir.
Hak, ağzınızı açtığınızda ortaya çıkar. Hakkın kötüye kullanılması ifadesi de her an için mümkündür.
Bu durumda dava açılır. Dava hakları kazanmak ve korumak içindir.
Dava açarak da kişi hak kullanır ve kendini savunur.
Dava hakkı kötüye kullanılmayacağına göre, hakim hakkın kötüye kullanımını söylüyorsa, geçersiz muameleler geçerli hale gelebilir.
Örn: Şekil kimi durumlarda bir zorunluluk şartıdır. Sözleşme o şekilde yapılmadıysa, sözleşme geçersizdir. Şekle aykırı sözleşme yapınca, geçersizlik oluşur. Taraflardan biri şekil şartına uyulmadığı için sözleşme geçersizdir derse, ve hakim de takdir yetkisini kullanırsa ve hakkın korunmasını dürüstlük kuralına aykırı bulursa, sözleşme geçerlidir.
Her davada hakkın kötüye kullanılması iddiasında bulunulabilir. 1987’ye kadar bu ilke göz önünde tutulmuyordu. Ardından bir Yargıtay içtihadı birleştirme kararı ile, geçersiz de olsa sözleşme yapılmışsa ve zaman geçtiyse, geçersizlik iddiasında bulunulamaz dendi.
Bu durum geçersiz sözleşmeyi, geçerli hale getiren bir örnek oldu.
Borçların ifası yönünden de hakkın kötüye kullanımı mevcuttur. Borçlu borcunu ifa ederken, normal orta zekalı vatandaş nasıl ifa ediyorsa öyle ifa etmelidir. Örn, 500 liraya ev kiraladım. Her ay borcumu ödemeliyim. Normal orta zekalı vatandaş borcunu büyük meblağdaki kağıt paralarla en az para kullanılacak şekilde öder. Eğer ben 500 lirayı 10 kuruş haline getirip, çuvallarla ödemeye kalkarsam, borcun kötü ifası olur ve borç ödenmemiş sayılır.
Hak kazanma durumunda 2 ilke mevcuttur.
- Aslen Kazanma
- Devren Kazanma
Aslen Kazanma: Hiç kimsenin dahili olmadan o kişi kendi fiilleri ile hak kazanır. Sahipsiz eşya var ise, el attığın anda hakkı kazanırsı. Sahipsiz eşya, üzerinde hiçbir hak olmayan eşyadır. Aslen kazanma istisnadır.
Devren kazanmada, başka birisi hakkı devrederek kazandırır. Devren kazanma genel kuraldır.
Devren kazanma için sözleşme yapılır. Hak sahibi hakkını devredecektir.
Hakkı kim devreder? Malik, yani tasarruf yetkisi sahibi hakkı devredebilir.
Eğer malik devrettiyse, karşı taraf hak kazanmıştır. Önemli olan sözleşmenin geçerli mi geçersiz mi olduğudur?
Peki devreden kişi tasarruf yetkisi sahibi değilse? O zaman MK 3 anlamında, sübjektif iyi niyet devreye girer.
4 Temmuz 2012
Hakların devri konusunda önemli hususlardan birinin, hakkı devreden kişinin tasarruf yetkisi olup olmaması olduğunu söylemiştik. Eğer yapılan sözleşmede zaten tasarruf yetkisi olan kişi hakkını devrederse, araştırma yapılmaz ve hak devredilmiş sayılır. Söz konusu sözleşme ancak geçersizlik sebeplerine dayanırsa hüküm ve sonuç doğurmaz. Eğer bir geçersizlik sebebi yoksa sözleşme hüküm ve sonuçlarını doğurur ve hak kazanılmış sayılır.
Eğer hakkı devren kazanan, tasarruf yetkisi sahibi değil ise, o zaman iyi niyetle hak kazanımı ortaya çıkar. İyi niyet konusunda karine vardır İyi niyet karinesi. Bu karineye göre, toplumda her kişi iyi niyetlidir. Kişinin iyi niyetli olduğunu ispata gerek yoktur, bu bir karine olduğu için ispat yükü tersine çevrilir ve aksini iddia eden ispat eder. İyi niyetin aksi kötü niyettir ve kötü niyet ispat edilir. Bir hususu bilmemek ve bilebilecek durumda olmamak iyi niyettir. İyi niyetin olması için mazur görülen bir bilgisizliğin olması şarttır. Kendisine düşen araştırma görevlerini yerine getirmesine rağmen, kişi bir hususu bilmiyorsa, burada iyi niyet vardır. Araştırma görevini sıkı yorumlamamak gerekir, araştırmadan kasıt kişinin elinin altındaki araçlarla kendi yaptığı araştırmadır.
Medeni Kanunun 3. Maddesi bir hususu kesin olarak belirler. Buna göre iyi niyet kanunda atıf yapılan hallerde olur. Kanunda atıf yoksa iyi niyete dayanılamaz. Kanunda atıf olan yerlerde iyi niyet yani mazur görülen bilgisizlik olur.
3 halde iyi niyete dayanılamaz, yani 3 halde iyi niyet korunmaz:
- Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz
- Mahkeme ilamlarının bilinmediği ileri sürülemez.
- Resmi sicil ve senetlerde yazılı hususların bilinmediği ileri sürülemez
Sicil burada önemlidir zira sicilden kasıt devletin tuttuğu devlet sicilidir. Devletin güvenilir bir kurum olduğu gerçeğine dayanılarak, sicil de güvenilir olduğu ifade edilir. Sicil 2’ye ayrılır.
- Aleni (Açık) Sicil
- Açık Olmayan Sicil
Sicil açıksa, o sicili ilgili herkes görebilir. Eğer kişinin sicili görebileceği bir durum söz konusu ise, o sicildeki bilgilerin bilinmediği iddia edilemez.
Açık olmayan sicili ise kişiler görmek durumunda değildir.
Dolayısıyla iyi niyet iddiası görülebilecek siciller yönünden geçerli değildir zira bu sicilleri ilgililer görebilir. Açık olmayan siciller için iyi niyete dayanılabilir.
Eğer sicil açık değilse, kişiler sicile bakmak durumunda değildir. O zaman burada da iyi niyet iddiası mümkündür.
Peki bir sicilin açık mı açık olmadığı mı nasıl anlaşılacak?
Onu yaratan kanun hükmünden, sicilin açıklığı anlaşılır. O hükümde sicilin ilgili kişilerce kontrol edilmesi durumu söz konusudur.
Örn: Trafik Sicili açık değildir. Karayolları Trafik Kanununda, trafik sicilinin açık olduğunu söyleyen hüküm yoktur.
Sicilin açıklığı hususundaki kanun hükmünden sonraki ikinci bir kıstas da, bazı resmi sicillerin niteliği itibari ile açık olamayacağıdır. Örn: Noter sicili
Noter sicili açık değildir zira sicilin hangi noterde tutulmuş olduğu belli değildir. Eğer noter sicili açık hale getirilse idi, ilgili herkesin o sicili görebileceği varsayılacaktı ve kişiler noter sicilini görmek için bütün noterleri dolaşmak zorunda kalacaklardı. O sebeple noter sicili niteliği itibari ile açık değildir.
Örneğin, mülkiyeti müdafaa sicili noterde tutulur. Alım-satım sözleşmesi yapacağım ama mal üstündeki mülkiyet hakkımı geçirmek istemiyorum. Notere gittim ve mülkiyetimi sicile kaydettirdim. Taksitli ödeme ile malın bedelini alacağım. Kişi son taksiti ödeyinceye kadar mülkiyet benimdir ve son taksit ödendiğinde mülkiyet hakkı geçecektir. Mülkiyeti geçirmeden kişiye malı teslim etmiş olayım. Malın sahibi değildir kişi zira sınırlı ayni hak doğmamıştır. Dolayısıyla kişi emin sıfatıyla zilyeddir. Bu sicil de bu sebeple niteliği itibari ile açık değildir.
İyi niyetin iddiası da açık siciller için vardır.
Örn: Araba, bir taşınır maldır. Kredi ile araba aldım. Banka, araba üzerine rehin koyar. Peki nasıl? Taşınır olduğu için araba üzerinde rehin ancak zilyedlik ile olur ve bunun için de bankanın arabayı teslim alması gerekir. Ama banka rehin koyarken arabayı teslim alırsa, bu alım işlemi benim bir işime yaramaz. İşte banka burada ruhsada arabanın rehinli olduğunu düşer. Ama rehin hakkı doğmamıştır çünkü trafik kanununda böyle bir hüküm yoktur. Sınırlı ayni hak olan rehin hakkı bu sebeple doğmaz.
Resmi sicilin açık olması şarttır. Gerek kanun hükmü ile gerek sicilin niteliği ile bu şart desteklenir.
Peki iyi niyetin fonksiyonu nedir? İyi niyet hak kazanımı için önemlidir. İyi niyet kişiye hak kazandırır. Peki ne zaman? Devir ile. Kişi hakkını devrettiği anda, hak kazanılmıştır. Ancak devir ile hak kazanımı elbette ki devreden kişinin hak üstünde tasarruf yetkisi olmaması durumunda mümkündür. Aksi takdirde zaten kişinin tasarruf yetkisi olduğu için, iyi niyete gerek kalmadan devir ile hak kazanımı olur.
İyi niyetin kanunda ancak atıf yapılan hallerde iddia edilebileceğini söyledik.
Ayni hakların kazanılması yönünde kanunda iyi niyete atıf vardır ancak şahsi hakların kazanılması yönünden böyle bir atıf yoktur. Ayni haklar ise iyi niyetle kazanılır.
Örn: Alacak hakkımı başkasına devredebilirim. Ama alacak hakkım yok ise, devredebilir miyim? Devrettim diyelim, ancak burada alacak hakkı bir şahsi hak olduğu için iyi niyet ile hak kazanılmaz yani devretsem bile iyi niyet iddiasında bulunulamaz.
İyi niyetin iki fonksiyonu vardır:
- Anında Hak Kazandırma
- Zaman Aşımı ile Hak Kazandırma
Ayni hak sadece maddi mallarda vardır. Taşınırlar ve taşınmazlar maddi mallardır.
Taşınır mallarda iyi niyetle hak kazanımı için zilyedlik vardır.
Zilyedlik için ise 2 durum söz konusudur:
- Temelinde hakka dayanan zilyedlik
- Temelinde hakka dayanmayan zilyedlik
Bu iki durum için de hak karinesi vardır.
Bu durum da zorunlu olarak bir başka ayrımı getirmiştir:
- Sahibinin elinden rızası ile çıkmış mal
- Sahibinin elinden rızası dışında çıkmış mal
Sahibinin elinden rızası ile çıkmış mal için iyi niyet ile hak kazanımı anında olur. Mülkiyet hakkı sahibinde olup rızası ile çıkmış mal için, kullanma ve yararlanma yetkileri devredilir ve sınırlı ayni hak ya da şahsi hak doğar.
Sahibinin elinden rızası dışında çıkmış mal ise çalıntı, gasp, unutma ya da kaybolma durumudur.
Peki devir nasıl olacak? Sözleşme ile. Sözleşme gereği kişi şahsi ya da sınırlı ayni hak sahibi olur.
Sahibinin elinden rızası ile çıkmış mal için o malı elinde bulunduran kişi emin sıfatı ile zilyeddir. Eğer 3. Kişi hakkı devreden kişinin tasarruf yetkisi olmadığını bilmiyorsa, iyi niyet ile hak kazanılır. Eğer bilgisizlik mazur görülen bir bilgisizlik ise hak kazanılır. Çünkü burada zarara uğrayan kişi olmaz. 3. Kişi hakkı kazandığı için zarara uğramaz, 2. Kişi bedel aldığı için zarara uğramaz, 1. Kişinin zararı ise 2. Kişi tarafından tazmin edilir, zarar ortaya çıkmaz.
Tazminat iki türlü olabilir:
- Ayni Tazminat
- Nakdi Tazminat
Ayni tazminatta, kişi malın aynısı ile tazmin eder. Nakdi tazminatta ise malın aynısı yok olduğu için, malın değeri ve faizi ile tazmin vardır.
Bunlar topal muamelenin akışını sağlar.
Peki mal sahibinin elinden rızası dışında çıkmış ise ne olacak? Sahibinin elinden rızası dışında çıkmış bir mal için iyi niyet korunmaz. Hırsız malı bana sattı diyelim. Ben malı iyi niyete dayanarak kazanamam. Malı ancak zaman aşımı ile kazanabilirim. İyi niyetli olmak koşulu ile malı belli süre elimde tutarsam, mülkiyet hakkını kazanırım. (bu süre şu an için 5 yıldır.)
Taşınır mallar için her türlü ayni hakkın iyi niyet ile kazanılacağını söylemiştik. (emin sıfatı ile zilyedin iyi niyetli 3. Kişiye devri söz konusu ise)
Örn: Malı kiraladım, emin sıfatı ile zilyed oldum. Bankadan kredi alacağım. Banka kredi için teminat talep etti. Ben de malı teminat gösterdim, banka hakkı kazanır mı? Evet, 5 yıl iyi niyetli olmak koşulu ile kazanır.
Taşınmaz mallar için kayıt ve açık sicil olduğunu söylemiştik. (Herkes bakabilsin diye.)
Örn: Tapu sicili açıktır ve ilgili herkes kontrol edebilir.
Tapu sicili resmidir ve karineten sicildeki kayıtların doğruluğu asıldır.
Modern hukukta tapu siciline bakma yükümlülüğü var ve sicilin doğru olduğu varsayılıyor.
Bir diğer ilke ise güven ilkesidir burada. Tapu siciline güvenmek zorundayızdır. Ancak tapu sicilinde yanlış kayıt olabilir. Bunun adı yolsuz tescildir. Tapu sicilindeki yolsuz tescile güvenen kişi anında hak kazanır.
10 Temmuz 2012 Salı
İyi niyetle hak kazanma durumunun oluşması için 3 şartın olması gerektiğini söylemiştik.
- Sahibinin elinden rızası ile çıkan mal (Yani malın sahibi mülkiyet hakkını kendinde bırakmak suretiyle malı devretmiş olmalıdır.)
- Devralan kişi emin sıfatıyla zilyeddir.
- Hakkı kazanan kişi iyiniyetli olmalıdır.
Burada önemli olan nokta mal sahibi ile emin sıfatıyla zilyed arasında sözleşme ilişkisi olmasıdır. Ayrıca hakkı iyi niyetli 3. Kişi kazanırsa, emin sıfatıyla zilyede mal iade edilmez ancak emin sıfatıyla zilyed malik’in zararını tazmin edeceği için burada bir zarar olmaz. Bu şekilde hak kazanımı muamele hayatının akışı için şarttır.
Eğer sahibinin elinden rızası dışında çıkmış bir mal söz konusu ise bu şekilde bir hak kazanımı söz konusu olamaz ancak bu konuda da çeşitli istisnalar mevcuttur. Mesela tedavülü çok olan mallarda örneğin para ve hamiline yazılı senetlerde istisna mevcuttur. Burada 3. Kişi iyi niyetli olmak koşulu ile anında hak kazanır.
Kıymetli evraklar için istisnai olarak mücerretlik ilkesi benimsenir.
Kıymetli Evrak nasıldır, nedir?
Bir evrakın kıymetli evrak statüsünde olup olmaması kanundan anlaşılır. Kanun o evrakın kıymetli olduğunu mutlaka düzenlemiştir.
Genel kural: Hak, senede o şekilde mündemiçtir ki senetten gayrı devredilemez. Yani her kıymetli evrak bir hak barındırır.
Kıymetli evrakların ne şekilde düzenleneceği de kanunda belirlenmiştir:
- Nama Yazılı Kıymetli Evrak
- Emre Yazılı Kıymetli Evrak
- Hamile (Hamiline) Yazılı Kıymetli Evrak
Eğer kıymetli evraka isim ve soyad yazarsak, söz konusu evrak nama yazılıdır.
Eğer söz konusu kıymetli evraka isim ve soyadı yazdıktan sonra yanına “emrü havalesine” yazarsak, söz konusu kıymetli evrak emre düzenlenmiş kıymetli evraktır.
Eğer kıymetli evrakta hiç isim yoksa, evrak hamiline yazılmış kıymetli evraktır. Burada önemli olan noktalardan bir tanesi, para ile hamile yazılı kıymetli evrak arasında hiç fark olmamasıdır.
Her kıymetli evrakın üzerinde hak vardır. Bilindiği üzere paranın da üzerinde hak vardır. Ancak para kıymetli evrak statüsünde değildir. Hak senede o şekilde bağlıdır ki senet devredilmediği sürece hak devredilmez.
Nama yazılı kıymetli evrak devredildiğinde ise kağıdın arkasına temlikname yazılır. Ancak hakkın kazanılması için temlikname yetmez. Aynı zamanda senedin de karşı tarafa devredilmesi gerekir.
Emre yazılı kıymetli evrak için senet teslim edilir ve senedin arka yüzüne ciro yapılır. Yani senedi ele alan kişi hak sahibidir.
Hamiline yazılı kıymetli evrak için ise senedin teslimi ile hak karşı tarafa geçer.
Bankalardan kredi alırken durum nasıldır?
Burada banka kar amacı güttüğü için onun iyi niyetine dayanılamaz.
Malın rıza ile ya da rıza dışında çıkmasının önemli olduğunu söylemiştik. Ancak bir durum vardır ki bu durumda rıza ayrımı olmadan iyi niyetli 3. Kişi hak sahibi olur. Para ve hamile yazıtlı senetlerde rıza ayrımı olmadan iyi niyetli 3. Kişi hak sahibi olur.
Örneğin, bir ihtilaf söz konusu olsun. Dava açılsın. Davalı ve davacı söz konusudur.
Davacı davayı açtı ve iddiaları var. Davalı da dilekçe ile iddialara cevap verir.
Savunma yönünden davalının 3 durumu söz konusudur:
- İkrar edebilir. (İddiaları kabul eder.)
- İnkar eder. (İddiaları toptan reddeder.) Burada ispat yükümlülüğü karşımıza çıkar. Delillerle ispat edilir.
- İtiraz eder.
Son aşama olarak da taraflara yemin teklif edilir.
İkrarda karşı taraf iddia edilen hakları kabul eder. İnkarda tamamen reddeder. İnkar durumunda hakkın doğduğu kabul edilmez.
En son aşamada ise hakkın doğduğunu kabul edersin ama hakkın ortadan kalktığını iddia edersin. Ancak hakkın doğduğunu kabul edersin.
İtiraz durumunu taraf kendi de ileri sürebilir ancak bunun dışında hakim de re’sen göz önünde bulundurabilir.
Burada 2 süre söz konusudur:
- Hak Düşürücü Süre
- Zaman Aşımı
Hak düşürücü sürede, hak düşer. Örneğin zina söz konusu olsun. Zinanın öğrenildiği andan itibaren 6 ay, yapıldığı andan 5 yıl içinde hak sona erer.
Zaman Aşımında ise sürenin sonunda hak düşmez ve hak hala vardır. Örneğin, alacak hakkı 10 yıl içinde ileri sürülmelidir. 11. Yılda da ileri sürülebilir çünkü hak hala vardır.
Defi durumunda hakkın varlığı kabul edilir . Hak hala da vardır ama dava yolu ile ileri sürülmez. Defilerde hak hala devam ettiği için hakim re’sen göz önünde bulundurmaz.
Bir istisna söz konusudur, sahibinin elinden rızası ile çıkmış mal Pazar yerinden ya da umumi yerden alındıysa alan kişi iyi niyetli olduğu sürece bedel ödeninceye kadar malı elinde bulundurma hakkına sahiptir.
Bunların hepsi ile modern hukukun 2 önemli ilkesine ulaşırız:
İllilik ve Mücerretlik
İllilik:
Sebebe bağlılıktır. Türk Hukuku genel olarak illilik ilkesini benimsemiştir. Buna göre her hukuki muamelenin mutlaka bir sebebi olmalıdır. Önemli olan bu sebebin kanuna/ ahlaka/ adaba aykırı olmamasıdır.
Mücerretlik:
Bu ilke sebepten yoksunluk ilkesidir. Türk Hukukunda illilik ilkesinin benimsenmesi dışında istisnai olarak kıymetli evrak yönünden mücerretlik ilkesi benimsenmiştir.
Bilindiği üzere hukuki muamelenin 2 aşaması mevcuttur:
İlk safha taahhüt safhasıdır. Sözleşmeden kastedilen safha sözleşmenin taahhüt safhasıdır. Buna göre 2. Safha olan tasarruf safhasının sebebi taahhüt safhasıdır. Bu safha kanuna, ahlaka, adaba ve hukuka aykırı olamaz.
Eğer bir hukuk sistemi illilik sistemini benimsedi ise, ilk başta taahhüt muamelesinin geçerli olması gerekir. Bu sebeple illilik sisteminin benimsendiği bir sistemde öncelikle taahhüt muamelesi aşamasında araştırma yapılır. Bir sebep varsa ve söz konusu sebep kanuna-ahlaka-adaba ve hukuka aykırı değilse taahhüt muamelesi geçerlidir. Yani muamele geçerlidir ve sonuç doğurur. Eğer hukuk sistemi illilik prensibini değil mücerretlik ilkesini benimsiyorsa, burada ilk aşamada araştırma yapılmaz. Gözle görülen hususa bakılır. (Çıplak gözle görülebilen husus) Hukuki muamele açısından gözle görülebilen husustan kasıt iradelerin birleşmesidir. Eğer görüyorsam, mücerretlik ilkesi gereği işlem geçerlidir.
Bir çek söz konusu olsun. Çek olduğunu görüyorsan ve çek elinde ise, çekin temelinde yatan sebep mücerretlik ilkesi gereğince önemli değildir. Çünkü burada gözle görülebilen gerçek tamamdır. Sebep araştırması burada en son aşamada yapılır.
İllilikte ise örneğin 500 lira borcum/ alacağım olsun. Hakim bu borcun temelindeki sebebe bakmalıdır. Eğer sebep kanuna ahlaka hukuka aykırı değilse, borç/ alacak ödenir.
Her hukuki muamelenin temelinde yatan sebep bellidir.
- Ya kişinin borcu vardır, borcunu ifa eder. İfa Sebebi
- Ya kişinin borcu yoktur. Ona rağmen öder. Kazandırma Sebebi
- Ya kişi bağışlama yapmak ister Bağışlama Sebebi
- Teminat isteme söz konusu ise de Teminat Sebebi
3 tür tasarruf muamelesi vardır.
Bunlar teslim, tescil ve temliktir.
Teslim ve tescil maddi bir olaya dayanan gözle görülebilir durumlardır.
Tasarruf Muamelesinin sebebinin taahhüt muamelesi olduğunu söylemiştik.
Bu sebeple tasarruf muamelesinin geçerli olması için temelinde yatan taahhüt muamelesinin geçerli olması şarttır.
Mücerretlik ilkesi gereğince hakkın karşı tarafa geçtiğini söylemiştik. Bu sebeple mücerretlik ilkesi kurallarınca yapılan bir teslim ya da tescil varsa, burada sözleşmenin geçersiz olduğuna hükmedilirse, kaybedilen hak sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri alınır.
Bu sistemde hak kaybedilmiş olduğu için ve biz de sebepsiz yere fakirleştiğimiz için sebepsiz zenginleşme esastır.
Ancak eğer illilik ilkesi benimsenmişse ve baştan yapılan araştırmada geçersizlik yaptırımı ortaya çıkmışsa, tasarruf muamelesi de geçersizdir. Una göre verilen hak, hakka dayanarak geri alınır çünkü daha hak karşı tarafa geçmemiştir. Burada mülkiyete dayalı istihkak davası esastır.
Temlik:
Temlik yazılı yapılır ve yapıldığı anda hak karşı tarafa geçer. Temelinde taahhüt muamelesi olmayan tasarruf muamelesidir. Bu sebeple de mücerrettir.
Eğer temlik’in sebebi ahlaka-adaba-kanuna aykırı ise sebepsiz zenginleşme söz konusu olur.
Taşınmazlarda iyi niyetle kazanım:
Burada taşınmaz bir mal için rızası ile çıkmış ya da rızası dışında çıkmış ayrımı yapılmaz. Çünkü burada tapu sicili rejimi vardır.
Tapu sicili açıktır ve ilgililer görebilir.
Tescil illidir yani sebebe dayanır. Bu sebeple yanlış tescil yapılabilir. Buna yolsuz tescil denir.
Örn: 17 yaşındayım ve bir taahhüt muamelesi ile taşınmazı satıyorum. Burada benim ehliyetimden dolayı kanuni temsilcinin iznine ihtiyacım vardır.
Tapu Sicili rejiminde resmi sicil söz konusudur. MK 6 burada karine getirir. Tapu sicili açıktır ve ilgililer bu sicili kontrol etmelidir. Bu sebeple tescil varsa ben bu tescile güvenmeliyimdir.
Yani tapu siciline güven ilkesi son derece önemlidir. Ancak güvenmek zorunda olan kişi yolsuz tescil olduğunu biliyorsa, o güven korunmaz.
Taşınmazların iyi niyetle kazanılması için;
- Yolsuz Tescil olmalıdır.
- Taşınmazın lehine yolsuz tescil olandan iyi niyetle devralınması gereklidir.
- 3. Kişi iyi niyetli olmalıdır.
Tapu sicilindeki kayıt yönünden iyi niyet:
A’ya kayıtlı bir taşınmaz olsun. B sahte vekaletname ile C’ye sattı. Burada tapu sicilinde yolsuz kayıt yoktur, üç kağıt dışarıdadır. Dolayısıyla burada iyi niyetle kazanım yoktur.
Önemli durumlardan bir tanesi de ölüm durumudur. Kişi öldüğü zaman bütün malvarlığı mirasçılara geçer. Burada anında iktisap vardır ve mirasçılar hak sahibidir. Ancak eğer mirasçılar tapu sicilindeki ismi kendileri adına değiştirmezse ve hala tapu sicilinde ölen kişinin adı yazıyorsa, burada yolsuz tescil vardır. 3. Kişinin hak kazanma ihtimali burada çok yüksektir.
Örneğin,
A Öldü.
B – C – D ‘de mirasçı olsun.
X ise sahte vekaletname ile A’nın mirasçılarına kalan taşınmazını Y’ye sattı. Ben bu malı devraldığımda iyi niyetli isem, iyi niyetle hak kazandım.
Elbette bu örneğin dışında da yolsuz tescil olur. Tapuda rüşvet, sahte vekaletname de yolsuz tescil örnekleridir.
İyi niyet bir karinedir, burada kişilerin iyi niyet olmadığını yani kötü niyetin söz konusu olduğunu ispat etmesi gerekir.
Lehine yolsuz tescil yapılan kişi de iyi niyetli olabilir.
İrade sakatlığı durumları buna örnektir. Hata bir irade sakatlığıdır ve kişinin lehine hata sonucu yolsuz tescil yapılmış olabilir.
A, B’ye taşınmazı satsın. Temelinde de hata olsun.
Burada yolsuz tescil vardır. Lehine yolsuz tescil yapılan iyi niyetlidir. Bu iyi niyetli hal 10 yıl devam ederse, 10. Yılın sonunda yolsuz tescil geçerli olur.
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Kişilik Hakları
Kişilik hakları mutlak haklardandır. Mutlak hakları ayni haklar, fikri haklar ve kişilik hakları olarak ayırmıştık.
Kişilik hakları mutlak olduğu için herkese karşı ileri sürülebilir. Bu sebeple herkes de bu haklara uyar. Aynı zamanda zamanaşımına ve hak düşürücü süreye uğramazlar. İstisnalar saklıdır : (Ayni haklar zaman aşımı ile kazanılabilir. Ama kişilik haklarında böyle bir istisna yoktur.)
Kişilik hakları devredilemez ve miras yolu ile kalmaz. Diğer mutlak haklar böyle olmadığı için bu özellik kişilik haklarına özgüdür.
Kişilik hakları konusunda 3 başlık söz konusudur.
- Maddi Bütünlük: Bedensel bütünlük anlamındadır. Bedensel bütünlük organlardan oluşur. Organlar üstünde hak vardır ve bu haklar kişilik haklarıdır.
- Manevi Bütünlük: Şeref, haysiyet, namus, resim, mektup, sır ve isimdir. İsme ilişkin medeni kanunda özel düzenlemeler vardır.
- Ekonomik Bütünlük: Kişinin belli bir mesleği seçip, o meslek alanında faaliyet göstermesi, iş görmesi ve elde edeceği gelirlerdir.
Kişilik hakları çok sert kalıplar halinde uygulanmıyor. Bu sebeple hukuk sistemi istisnalar getirmek zorundadır. Aksi düşünülemez dersek doktora bile muayene olamayız.
Ceset Kavramı:
Ölüm, kişiliği bitirir. Dolayısıyla ceset üstünde kişilik hakkı yoktur. Çünkü kişilik hakkı, kişilik varsa vardır.
Peki ceset mal mıdır? Değildir. Peki ceset nedir?
Modern hukuk sistemleri şöyle söylüyor: Ceset kendine özgü varlıktır. Toplumlardaki manevi değerler açısından cesetler önemlidir. Yakınlar yönünden ceset önemlidir. Ceset üzerinde yakınlarının bir takım hakları vardır. Gömülme- organ bağışı gibi. Kişinin yakınları kişinin cesedi üzerinde tasarruf muamelesinde bulunabilir.
Bedensel bütünlük konusunda önemli hususlardan biri de ameliyattır. Ameliyat olmak bedensel bütünlüğe müdahaledir. Apandisit, saç traşı, kalp pili ve organ nakli gibi durumların hepsi bedensel bütünlüğe müdahaledir.
Peki vücuttan ayrılan ya da vücuda giren organlar yönünden durum nasıldır?
Burada önemli olan vücuttan ayrılan organın vücuttan ayrıldıktan sonra ekonomik değere sahip olup olmamasıdır. Eğer ekonomik değer söz konusu ise organ eşya haline gelir ve üzerinde ayni hak söz konusu olur. (Uzun saçın kestirilip peruk haline getirilmesi.)
Eğer organ vücuttan ayrıldığı andan itibaren ekonomik değere sahip değilse, onlar hiçbir şeydir. Sadece saçın kesilmesi, ekonomik değere mahal vermez.
Vücuda dahil olanlar: Eğer vücuttan ayrılabilir tarzda bedene giren bir yapay organ söz konusu ise organın eşya niteliği devam eder ve organın üzerinde ayni hak söz konusu olur. Peruk, takma diş, lens vb.
Ancak yapay organ vücuttan ayrılmaz biçimde onla birleşmiş ise eşya niteliğini kaybeder ve organ kavramı içine girerek kişilik hakkının bir parçası haline gelir. Örn: Diş dolgusu, kalp pili. Bunlar artık bedensel bütünlüğün bir parçasıdır.
Maddi Bütünlük: Kişinin organları üzerindeki hakkıdır ve bu bütünlük üzerinde hukuk kurallarının çok sıkı uygulanıp uygulanmayacağı tartışmalıdır. Toplumsal yaşam açısından istisnalar zorunludur.
- Tıbbi Müdahale: Kişilik hakkı ve içindeki maddi bütünlük mutlaktır. Yani herkese karşı ileri sürülür ve bunlara karşı hiçbir müdahalede bulunulamaz. Ancak kişinin sağlığı ve iyiliği için müdahalede bulunulması gerekiyorsa, tıbbın gelişmesi sonucu istisnalara getirilir. Kişinin rızası burada önemlidir.
Kişinin rızası var ise, beden bütünlüğüne müdahale olur. Peki kişinin rızasının sınırı var mıdır? Evet, rızanın da hukuka, ahlaka ve adaba aykırı olmaması gerekir. Örneğin kişi kendisinin doğranmasını isteyemez.
Temelinde kişinin rızası olması tıbbi müdahale açısından önemlidir. Çünkü burada üstün amaç vardır. Üstün amaç kişinin sağlığıdır.
Ehliyet yönünden ayırt etme gücü olmayan bir kişi için rıza yoktur. Peki onun rızasını nasıl alırız?
Aslında bilindiği üzere kişilik hakkı temsil kabul etmez. Ama istisna söz konusudur ki bu da üstün amaçtır. Kişinin üstün amacı gereği, kanuni temsilcinin rızası yeterli olmak koşulu ile tıbbi müdahalede bulunulabilir.
Peki kişi sınırlı ehliyetsiz ise ne olacak?
Sınırlı ehliyetsizler, ayırt etme gücüne sahiptir ancak velayet altındadır ya da kısıtlıdır. Kişilik hakkı kişiliğe sıkı sıkıya bağlı olduğu için kişinin kendi rızası yeterlidir ve burada bu haklar temsil kabul etmez. Ama kanun koyucu burada üstün amaçtan ötürü yani kişinin menfaatini koruma açısından kanuni temsilci tayin eder ki kişi yaş küçüklüğünden ya da tecrübesizlikten dolayı zarara uğramasın. Onun için de kişiye sıkı sıkıya bağlı hakları bunlar kendilerini kullanırken kişinin sağlığı açısından çok önemli olduğu için bir istisna söz konusu olur. Burada sadece sınırlı ehliyetsizin rızası ve imzası yetmez aynı zamanda kişinin kanuni temsilcisinin de rıza vermesi gerekir. Çünkü sağlık açısından önemlidir ve sağlık açısından gerekli olduğu için tecrübeli kişi onun adına karar vermelidir.
Bilindiği üzere tam ehliyetsizler ayırt etme gücüne sahip değildir. Kişiye sıkı sıkıya bağlı haklarını nasıl kullanacaklar?
İşte burada bir istisna vardır: Sağlık açısından şartsa, kanuni temsilcinin rızası kişiye tıbbi müdahale yapmak açısından yeterlidir. Burada tam ehliyetsizin rızası var mı yok mu aranmaz.
Ancak tam ehliyetli olmamıza rağmen, tıbbi müdahalenin olacağı anda tam ehliyetli olmadığımız durumlar olabilir. Örneğin, trafik kazası geçirdik ve koma halinde hastaneye geldik. Ne bizden rıza alınabiliyor ne de yakına ya da temsilciye ulaşılabiliyor. Ne yapılacak? Burada tıbbı açıdan anında müdahale şartsa, kişinin yararından ötürü rızaya gerek olmadan müdahale gerçekleştirilir. Eğer müdahale hemen gerekli değilse, rıza muhakkak beklenir.
Maddi bütünlük yönünden hukuka aykırılık vücuda dokunmaktır. Bu kişilik hakkına saldırıdır. Ancak burada hukuka aykırılığı ortadan kaldıran bir takım istisnalar mevcuttur:
- Kişinin Rızası: Verilen rızanın hukuka, ahlaka, adaba, kanuna aykırı olmaması koşulu ile kişinin rızası ile ona yapılan müdahaleler hukuka aykırılığı ortadan kaldırır.
- Yetkili Makamın Rızası: Hukuka aykırılığı ortadan kaldıran rızadır.
Maddi Bütünlük Açısından Organ Nakli- Kürtaj- Tüp Bebek
Bu durumlarda üstün amaç söz konusudur ancak 2 yönde üstün amaç dikkate alınmalıdır.
- Kişinin Sağlığına Kavuşturulması
- Müdahalenin sağlığa sakıncalı olmaması
Gerek nakil, gerek kürtaj gerekse tüp bebek konusunda özel kanun mevcuttur.
Organ naklinde çok fazla tartışma yoktur ama diğer 2 hususta tartışma mevcuttur.
Organ naklinde gerek organı veren gerekse organı alan ve onların rızası önemlidir.
Organı veren kişi yönünden kişinin sağ olup olmadığı önemlidir. Öncelikle kişinin rızası olmalıdır. Eğer kişi sağ iken organını başkasına veriyorsa, o organın verilmesinin kişinin sağlığı açısından zararının olmaması gereklidir.
Organı alan kişi için ise onun da rızası olmalıdır ve organı almaya sağlığı açısından gerek olmalıdır.
Organ bağışı, sağ olmayan kişiler yönünden de önemlidir. Kişi organı ölümünden sonra bağışlanmak üzere sağlığında bağışlamış olabilir. Ya da kişinin ölümü gerçekleştikten sonra bağışlanmış olabilir.
Kişi sağlığında organ bağışında bulunmadı ise öldükten sonra ne olur?
Ceset üzerinde oy birliği ile organ bağışı kararına yakınları tarafından varılabilir. Eğer oy birliği yoksa organın alınmaması tavsiye edilir.
Kürtaj ve tüp bebekte kanun değişmektedir, önemli olan amaçtır.
Kürtajın serbest olduğu ilk zamanlarda, 3 aya kadar, evli çiftler yönünden, kocanın rızası da olmak koşulu ile kürtaj gerçekleştiriliyordu. Eğer kadının sağlığı açısından kesinlikle gerekli ise koca rızası aranmıyordu.
Sonra evlilik şartı ile kocanın rızası şartı kaldırıldı. Tüp bebek de özel bir düzenlemeye tabidir. Evli kişilerde, eşler arasında sperm nakli ile mümkün oluyor. Bu sebeple Türkiye’de sperm bankası kurulamıyor. Bu özel hukuk açısından mümkün değilken, kamu hukukuna göre suç değildir.
Manevi bütünlük:
Manevi bütünlük kişinin şeref, haysiyet ve namusudur. Değişen değer yargılarına göre bunun bir tanımı yoktur, bu sebeple bu kavramın sınırları katı olarak belirlenemez. Ama resim, mektup, sır, isim önemlidir.
Resim: Her türlü resim önemlidir. El yapımı resimden, fotoğraf çekmeye kadar resmin üzerinde kişilik hakkı vardır. Kişinin rızası olmadan resmi basılamaz. Ancak bir istisnası var, toplumca tanınmış kişiler yönünden resimler basılıp, yayınlanabilir. Burada ahlaka, adaba, hukuka aykırı olmadığı sürece, tanınmış kişinin rızası olduğu var sayılır.
Sır:
Kişinin 3 türlü yaşam alanı vardır.
- Genel Yaşam Alanı: Burada sır kavramı yoktur çünkü kişi genel yaşam alanında toplumun önündedir. Bu sebeple buradaki hareketleri için sır kavramı geçerli değildir.
- Özel Yaşam Alanı: Kişinin belli grup kişilerle, aile birliği içinde, annesi babası, kardeşi ile olan ilişkisi ve yaşam alanıdır. Burada yapılan hareketler ve söylenen sözler bu alanda kalmalıdır. Bu alanının dışına taşma söz konusu ise sırların açıklanması kavramıyla karşılaşırız.
- Çok Özel Yaşam Alanı: İkili, üçlü ilişkilerde karşımıza çıkar. Eğer bu alanda yaşananlar, bu alanın dışına çıkarsa, sırların açıklanması ile kişilik hakları ihlali ile karşılaşırız.
Mektup:
Kişilik hakkına dahildir. Mektup taraflar arasında olur. Eğer tarafların dışına taşarsa, kişilik haklarına aykırılık doğar.
12 Temmuz 2012 Perşembe
Resim yönünden toplumca tanınmış kişilerin resimlerinin yayınlanabileceğini söylemiştik. Yani genel olarak kişinin resmi yayınlanamaz ya da elden ele dolaşamaz fakat istisnai olarak tanınmış kişilerin resimlerinin basılmasında rıza aranmaz. İsim yönünden ise özel maddeler söz konusudur.
Tüzel kişiler için de kişilik hakkı söz konusudur. Tüzel kişiler için şeref ve haysiyet yerine itibar söz konusudur. Bedensel bütünlük yoktur. Adı ve unvanı vardır.
Hukuk kurallarının ya yazılı ya da yazısız olacağını söylemiştik.
Yazılı hukuk kuralları ise kanundur. İhtilaf çıktığında ve mahkemeye gittiğimizde, mahkeme hukuk kurallarını uygulayacaktır. Ancak bazı durumlarda mahkeme kanun koyucu yerine de geçebilir.
Yani olaya ilişkin özel hüküm olmadığında kıyas yolu ile karar verebilir.
Ya da kendisi hukuk yaratabilir. Ancak hâkim kendisi hukuk yarattığında bu hukuk herkesi bağlayıcı değildir ve sadece o dava için gereklidir.
- Genel kanun: herkes için yürürlüktedir, herkes için uygulanır.
- Özel kanun: Dernekler kanunu, bankacılık kanunu vb.
Genel kanun ile özel kanun çatıştığında ne olacak? Burada özel kanun uygulanır. Aynı şey kanun hükümleri için de geçerlidir. Özel hüküm ile genel hüküm çatışırsa, özel hüküm uygulanır.
Medeni kanunda iki türlü tazminat olduğunu öğrenmiştik. Maddi ve manevi tazminat.
Bunlardan bazıları genel bazıları özel hükme tabidir. Maddi tazminatı hükme bağlayan genel hüküm borçlar kanununda yer alır. Maddi tazminat için özel düzenleme vardır ve buna göre,
- Hukuka Aykırı Fiil
- İlliyet Bağı
- Zarar
- Kusur
Bu unsurlar maddi tazminata hükmedilmesi için şarttır.
Yani genel hüküm gereği maddi tazminata hükmedilmesi için bedensel veyahut malvarlıksal bir zarar olması şarttır.
Boşanma davasında maddi tazminat gelir.
Maddi zarar nedir? Burada evlilik bittiği için çıkarların zarar uğradığını iddia varsa, maddi tazminat doğar. Özel hüküm uygulanır.
Ancak maddi tazminat kadar manevi tazminat da önemlidir. Genel hüküm gereğince borçlar kanunu 49’da hangi hallerde manevi tazminata hükmedileceği yazar.
1990 yılına kadar Türkiye’de manevi tazminata hükmedilmesi için bir genel hüküm söz konusu idi: Kişinin ağır zarar uğramış olması ve ağır kusurunun olması gerekirdi.
Kişi bir fiil sonucunda üzüldüyse ya da krize girdiyse bile ağır zarar yoksa ve karşı tarafın da ağır kusuru yoksa manevi zarar olmazdı. Burada kusur sorumluluğu uygulanır mı ya da üzüntüden dolayı tazminat talebinde bulunabilir miyim? Bu gibi durumlarda maddi tazminat kabul edilirdi ve kusursuz sorumluluk hallerinde asla manevi tazminat istenemezdi.
1990’a kadar ne kusurlu ne de kusursuz sorumluluk halinde manevi tazminata hükmedilmezdi.
Turgut Özal hakkında Emin Çölaşan’ın yazdığı bir kitapla birlikte düzenleme yapıldı ve manevi tazminat ile maddi tazminatın genel hükümleri birleşti.
Ekonomik bütünlük:
Kişinin meslek ve sanat seçimi ve meslek ve sanatta faaliyet göstermesi ile kişinin elde ettiği gelirler bu kavrama dahildir. Peki istisnalar var mıdır?
Kişinin elde edeceği gelirler üzerinde kişilik hakkı vardır. O zaman bunlara dokunulmamalıdır ama istisnaları vardır örneğin; Tek Bir Alacağın Temliki (devri)
Alacakların Toptan Devri ile Tek Bir Alacağın Devri 2 ayrı husustur.
Örneğin bankadan 100.000 lira kredi alacağım. Banka teminat istedi. Ben de ticaretten doğan ve doğacak olan bütün alacaklarımı bankaya teminat olarak gösterdim. Burada alacakların toptan devri söz konusu olur.
Factoring sistemi de bir diğer alacakların toptan devri durumudur. Kar amacı ile alacaklar şirkete devredilir, şirket alacağın bir miktar altında nakit ödeme yapar ve sizin alacağınızı kendisini temin eder. Bu durum ekonomik bütünlüğe aykırıdır. Bunun aykırı olmadığını savunanlar şu saik’e dayanır:
Kişi hayatı boyunca bütün gelirlerini değil ticari hayattan doğan gelirlerini satar. Bu sebeple ekonomik bütünlüğe aykırılık yoktur.
Basın:
Basın özgürlüğü anayasal güvence altındadır. Basın haber değeri taşıyan her şeyi yayınlar ancak burada kıstaslar vardır.
- Haber olma niteliği
- Kamu yararı ve toplumun bilgilendirilmesi amacı
- Basın mensubu haberin gerçekliği hususunda araştırma yapmalıdır. Burada araştırmadan kasıt çok parçalı değildir, zira basın mensubu kendisine düşen standartlarda araştırma yapar. İlgilere soru sorar, onları arar.
Örneğin haber yanlış çıktı ama basın mensubu da kendisine düşen araştırmayı yaptı. O zaman burada basın mensubu sorumlu değildir.
Kişilik Haklarına Aykırılık
Kişilik haklarına aykırılığın adı, kişilik haklarına saldırı (tecavüz) dür.
Burada kişilik haklarının korunması meselesi karşımıza çıkar:
Nasıl korunur?
- Kişi kendine karşı korunur
- Dışarıdan (3. Kişilerin) Saldırılarına karşı korunur
Kişi kendi kendine saldırırsa, kişi kendinden korunur. Kişinin kendi kendine saldırısı kişinin yaptığı sözleşmelerle olur. Türkiye’de ötenazinin yapılmamasının gerekçesi budur.
Dışarıdan saldırı ise, 3. Bir kişinin hukuka aykırı fiili ile olur. Burada rıza unsuru var ise rıza hukuka aykırılığı belli durumlarda ortadan kaldırabilir.
16 Temmuz 2012
Kişi için 2 türlü korumanın söz konusu olduğunu söylemiştik. Yani kişi ya kendine karşı korunabilir ya da 3. Kişilerin saldırısına karşı korunur.
Kişi kendine kurmuş olduğu sözleşmeler ile saldırabilir. Bu Medeni Kanunun 23, 24 ve 25. Maddelerinden anlaşılır.
Ancak her ne olursa olsun, kişi yaptığı sözleşmeler ile hak ehliyetine, fiil ehliyetine ve özgürlük alanına saldırıda bulunamaz eğer bulunursa, kendine saldırmış olur. Çünkü kişi kısmen dahi olsa hak ehliyetinden, fiil ehliyetinden ve özgürlüklerinden vazgeçemez.
Kişi;
- Hak ehliyetine saldırıda bulunursa,
- Fiil ehliyetine saldırıda bulunursa,
- Özgürlük alanına saldırıda bulunursa,
Kendisine karşı saldırıda bulunmuş sayılır ve bu 3 alanda koruma altına alınır.
Örneğin kişi, dava açma ehliyetinden vazgeçerse hak ehliyetinden vazgeçmiş olur.
Ya da kişi “evlenmeyeceğine” dair sözleşme yaparsa fiil ehliyetine saldırıda bulunabilir. Bu tür sözleşmeler için mutlak butlan yaptırımı kullanılır.
Özgürlüğün kısıtlanamayacağını söylemiştik. Peki çalışma hayatında her gün hizmet sözleşmesi aracılığı ile özgürlükler kısıtlanmıyor mu? Çünkü her gün belli bir saatte belli bir mekanda olacağımıza ilişkin sözleşme yapıyoruz. Ancak modern hukukta bu kısıtlama sayılmıyor.
Kişinin 3. Kişilere Karşı Korunması:
Kişi 3. Kişilere karşı da korunabilir. Bunun için 3. Kişinin, söz konusu kişinin kişilik hakkına saldırıda bulunması gerekir.
3 türlü savunma / korunma söz konusudur:
- Tespit Davaları
- Tazminat Davaları
- Vekaletsiz İşgörme
Bir kişiye saldırıdan bahsedebilmemiz için o kişiye dışarıdan bir fiil ile davranılmış olması gerekir ve söz konusu fiilin de hukuka aykırı olması gerekir. Dolayısıyla kişilik haklarına saldırı ancak hukuka aykırı bir fiil ile mümkündür.
Ancak bazı durumlarda bazı fiillerin hukuka aykırılığını ortadan kaldıran nedenler söz konusudur:
- Rıza Kişinin rızası söz konusu ise ve söz konusu rıza da hukuka aykırı değil ise, rızaya dayanarak işlenmiş fiil hukuka aykırı sayılmaz.
- Kendi Özel çıkarı varsa Kişi koma halinde hastaneye getirildiyse orada ona yapılan işlemler için hukuka aykırılık iddia edilemez. Ya da organ bağışı durumlarında da kişinin özel çıkarı söz konusudur.
- Kamu Yararı Diyelim ki bir suçlu kaçmaktayken polis tarafından yakalandı ve vuruldu, burada suçlunun topluma karışması kamu yararına aykırı olacağından, fiil hukuka aykırı değildir.
- Yetkili Organlar tarafından emir verildiyse Telefon dinlemeleri mahkeme kararı ile yapıldıysa, hukuka aykırılık yoktur.
Ayrıca kişinin kendisine yapılan bir saldırıyı def etmek için karşı saldırıda bulunması yani meşru müdafaa da hukuka aykırılığı ortadan kaldırır. Mala olan saldırıda da mesela bir kamyon frenleri patlamış halde kişinin üstüne geliyorsa ve kişi de bir evin camını kırıp kurtulmak için içeri giriyorsa, bu durumda da hukuka aykırılık ortadan kalkar.
Kişi kendi hakkını kendi kuramaz. Hak devlet tarafından korunur. Ancak kişi yetkili organlara başvuramadıysa ya da başvurduğu halde yetkili organlar kişinin hakkını koruyamayacak durumdaysa, kişi hakkını bizzat koruyabilir.
Saldırının oluşması için hukuka aykırı fiilin oluşması gerektiğini söylemiştik.
Kişilik hakkına saldırı varsa,
- Tespit Davası açılabilir.
Tespit davası için saldırının yani hukuka aykırı fiilin olması şarttır.
3 türlü tespit davası söz konusudur.
- Saldırı olmuş bitmiş ise saldırının olduğunu tespit ettirmek için “saldırının tespiti” davası açılabilir.
- Saldırı başlamışsa ve devam ediyorsa, saldırının sona erdirilmesi/ kaldırılması için dava açılır. Bu saldırının kaldırılması davasıdır.
- Saldırı başlamamışsa ama saldırı olma ihtimali çok yüksekse, saldırının önlenmesi davası açılabilir.
Bu davaları açabilmek için tek şart, hukuka aykırı bir fiilin olması yani saldırının söz konusu olmasıdır.
Kişinin üçüncü kişilere karşı korunmasında birinci tür davalar, tespit davalarıdır. Bir de tazminat davaları söz konusudur. Tazminat davası açabilmek için saldırı olmuş olması yeterli değildir. Aynı zamanda saldıran kişinin kusuru olmalıdır. Öyleyse tazminat davası açabilmenin şartı: saldırı + saldıran kişinin kusurudur. Tazminat davası açabilmenin gereği saldırı yani hukuka aykırılık, saldıran kişinin kusuru ve elbette ki bu durumdan zarar görmüş bir kişidir.
Eğer kişinin maddi zararı söz konusu ise maddi tazminat talep edilir.
Eğer kişi üzüntüye düşmüşse, fiil sonucu bunalıma girmişse ya da toplum tarafından kınanmışsa, kişi manevi tazminat talebinde bulunabilir.
Eskiden manevi tazminat talebinde bulunulması için ağır kusurun ve ağır zararın olması gerekliydi. Ancak yeni kanun ile maddi ve manevi tazminat yönünden şartlar eşitlenmiştir.
Kişinin korunması için 3. Tür bir dava türü daha 2001 yılından beri uygulanır. Bunlar vekaletsiz işgörme hükümleridir. Kanun koyucu kanunu çıkarırken vekaletsiz işgörme diyerek tariflemiştir.
Kişilik hakkına saldırıda bulunan kişi, kişilik hakkına saldırdığı kişiden kâr elde eder. Saldırılan kişi yönünden, saldıranın kârını maddi ve manevi tazminat ile alması mümkün değildir çünkü ortada bir zarar yoktur, sadece kâr söz konusudur. Maddi ve manevi tazminat için zarar şartı vardır.
Örneğin, bir kişi yazdığı bir kitap ile bir başka kişinin kişilik hakkına saldırdı ve kitap da mesela 25. Baskısını yaptı. Bunun sonucunda yazar büyük bir gelir elde etti. 2001’de gelen hüküm uyarınca, böyle bir menfaat söz konusu ise, bu menfaatlerin de kişiye iadesi söz konusu oldu. Bu bir nevi sebepsiz zenginleşmedir.
Vekaletsiz İş Görme:
Temsil ve vekalet birbirinden farklı kavramlardır.
Temsil bir hukuki muameledir ve tek taraflı irade beyanı ile olur. Vekalet ise bir iş görmedir ve karşılıklı iradelerin açıklanması ile mümkün olan sözleşme şeklinde düzenlenmiştir.
Günlük hayatta bir kişi bir başkası için iş görüyorsa ama aralarından bir sözleşme ilişkisi yoksa, bu vekaletsiz iş görmedir.
Burada sorun şudur; madem aralarında sözleşme ilişkisi yok. Hukuk düzeni bu durumu korur mu, korumaz mı? Burada 2 türlü bir cevap söz konusudur:
Caiz olan (Kabul edilebilir) Vekaletsiz İş görme:
Eğer iş görme durumu, kabul edilebilir bir durumsa burada hukuk düzeni tarafından koruma söz konusudur. Vekalet hükümleri uygulanır.
Caiz Olmayan ( Kabul Edilemez) Vekaletsiz İş Görme:
Burada vekaletsiz iş görme hükümleri uygulanmaz.
Vekalet Sözleşmesi Hükümleri:
- Vekil, müvekkil için gördüğü iş karşılığı harcamada bulunduysa ya da işin sonucunda bir kazanım elde ettiyse, müvekkile döner. Vekil yaptığı masrafı talep edebilir. Vekil kazandığı hakkı müvekkile geçirir.
Örn: Apartmanda komşunuz tatile çıkmış olsun. Ben de elektriği kesilmesin diye komşumun elektrik faturasını ödemiş olayım. Burada ben ve komşum arasında bir sözleşme ilişkisi yoktur ve ben vekaletsiz olarak onun için iş görmüşümdür. Bu durum caiz bir vekaletsiz iş görmedir. Çünkü eğer fatura ödenmezse zarar oluşur. Bu durumda ödeyen kişi masrafını komşusundan isteyebilir.
Örn: Apartmanda komşu tatile çıktı ve anahtarı da bende. Çiçek sulamam için benden rica etti. Ben çiçek suladım ve yanında da evinin camını- penceresini değiştirdim. Bu örnek bir caiz olmayan vekaletsiz iş görme örneğidir. Bu durumda ,ev için yaptığım masrafı komşumdan alamam. Burada vekalet hükümleri uygulanmaz.
Vekaletsiz iş görme tanımı yerine sebepsiz zenginleşme de denebilirdi ama kanun koyucu bu tarifi seçmemiştir.
Kişiliğin korunması için bu 3 tür dava dışında bir de özel yaptırımlar söz konusudur. Örneğin, gazetede bir haber ya da yazı ile bir kişiye saldırıda bulunulursa, gazetede yalanma yazısı yazdırılabilir ve kişiden özür dilenebilir. Bu da bir kişiliğin korunması örneği olur.
Medeni Kanunun 25. Maddesi ismi düzenler. İsim manevi bütünlük içinde olmasına rağmen isim için özel düzenleme söz konusudur.
Kişinin ismi için 3 tür durum söz konusu olabilir:
- İsme saldırı olabilir.
- İsim haksız yere kullanılabilir.
- İsim gasp edilebilir.
Örneğin 2 kişinin ismi aynı olsun. İsmi aynı olan kişilerden biri de ünlü biri olsun. Diğer kişi ünlü olan aynı adlı kişinin ismini haksız yere kullanarak, ondan yararlanabilir.
Örneğin isim saldırıya uğrayabilir. Kişinin ismi bir köpeğe verilebilir. Bu durumda saldırı için tespit davası açılır ve kusur şartı söz konusudur.
Peki kaç türlü isim vardır?
- Soyad: Doğum ile kazanılır. Kişi doğduğunda bağlı olduğu ailenin soyadını alır. Evlilik birliği söz konusu ile babanın/ kocanın soyadı alınır. Eğer evlilik birliği yoksa annenin soyadı alınır.
- Öz Ad: Doğumla kazanılır. Kişinin öz adını velisi koyar. Eğer veli yoksa kişiyi bulan, öz ada da karar verir.
- Lakap: Kişiye 3. Kişilerin yani yakın çevresinin/ arkadaşlarının taktığı addır.
- Nam-ı Müstear: Kişinin kendi kendine taktığı addır. Genelde edebiyat, sanat ve sporda görülür. Nam-ı müstear da isim kavramına girer ve ismin korunma yollarından faydalanır. Lakap’ta ise alay edilir cinsten bir ifade söz konusu değilse, lakap da korunur. Yani lakap da ismin içine mütalaa edilir.
Kişilik hakkına ilişkin genel düzenlemeler söz konusudur ancak özel kanunlarda kişilik hakkına ilişkin şeyler varsa, özel kanun uygulanır.
Örn: Medeni Kanun’un 23-24-25. Maddeleri sırlarla ilgili genel hükümler içerir. Ama Bankacılık Kanunun bazı maddeleri özel olarak sırlara ilişkin hükümler içerir. Bu durumda özel kanunda özel düzenleme söz konusu olduğu için medeni kanuna bakılmaz, özel hükme bakılır.
Bir de ikametgah kavramı söz konusudur.
İkametgah, yerleşim yeridir. Bu hususta 2 temel ilke vardır.
- Teklik İlkesi: Herkesin en fazla 1 ikametgahı olur.
- Zorunluluk İlkesi: Herkesin mutlaka bir ikametgahı olmalıdır.
İkametgah ile mesken farklı kavramlardır. İkametgah bir tanedir ama mesken birden fazla olabilir. Mesken bulunulan, oturulan yerdir.
3 türlü ikametgah vardır:
- İradi İkametgah: Aslolan ikametgah budur. Bir kişi oturmak amacıyla/ kastıyla ikametgahı seçer. Amaç ve kast olmalıdır.
- Kanuni İkametgah: Velayet ve vesayet altındakilerin ikametgahıdır. 2 tür kanuni ikametgah vardır : Velilerin ikametgahı ve vasilerin ikametgahı.
- İtibari İkametgah: İrade ile ikametgah seçmediysek veya yurt dışından yeni geldiysek bulunduğumuz yer ikametgahımız sayılır.
Eskiden nüfus siciline kayıt olunan yer ikametgah olmazdı. Kişi iradesiyle seçerdi. Hangi mahalden gelindiyse o mahalden yazı getirilirdi. Bu durum davalı ve davacılara yapılan tebligatlar için önemlidir.
17 Temmuz 2012
İkametgah yönünden hapiste olanlar ve öğrenciler için kanuni ikametgah yoktur. Kişinin öğrencilik hayatında bulunduğu yerler ikametgah olmaz. Geçici gelinen yerler ikametgah olmaz. Kişi 18 yaşına gelene kadar velinin ikametgahına tabidir. 18 yaşında hala iradi ikametgah seçilmemişse, velinin olduğu yer iradi ikametgah sayılır. Geçici hapis, öğrencilik ve başka yerlerde olmak ikametgah olmaz.
İsim Değişikliği:
İsim değiştirilebilir mi?
Haklı sebeplerle dava açılıp, hakim inandırılırsa isim değişikliği mümkündür.
Hısımlık:
Günlük hayatta akrabalık, hukuk dilinde hısımlıktır.
Hısımlık 3 türlüdür:
- Kan Bağına Dayanan Hısımlık
- Sözleşmeye Dayanan Hısımlık (Evlilik- Kayın Hısımlığı)
- Cali Hısımlık (Zorlama/ Uydurma – Evlatlık ilişkisine dayanan Hısımlık)
2001’e kadarki evlatlık ilişkisi ile 2001’den sonraki ilişki değişmiştir.
2001’de evlatlık ilişkisi sözleşme ilişkisi ile ortaya çıkıyor. Ancak burada bir sıkıntı söz konusudur. Taraflar arasında yapılan sözleşme ilişkisi sona erdirilebilir. Ancak taraflar evlatlık ilişkisini sona erdiremezler. Eski Medeni Kanunda, evlatlık olan ile evlat edinilen evlenemezdi ve nisbi butlan söz konusu olurdu. Bu şu anlama gelirdi, her nasılsa bu iki insan evlenmişse, bu evlilik geçerlidir. Yeni medeni kanun ile bu evlilik kesinlikle yasaklandı. Evlatlık ilişkisi içinde olan kişiler arasında sözleşmeye dayanan hısımlık olmadığı, cali hısımlık olduğu ifade edildi. Bu durumda yeni medeni kanun ile evlatlık ilişkisi içinde olan kişiler arasında kan bağı olduğu varsayıldı.
Kan Bağına Dayanan Hısımlık:
- Birbirinin Soyundan Gelen Kişiler Yönünden: Buna düz hat kan hısımlığı da denir. Anne ve çocuk ve torun… arasındaki ilişkidir.
- Müşterek Soydan Gelen Kan Hısımlığı: Buna da civar kan hısımlığı denmektedir. Bir kişi alınır, seçilir. Onun soyundan gelen kişilerin arasındaki kan hısımlığı civar kan hısımlığı olarak gösterilir. Ortak biri seçilir ve onun soyundan gelenler incelenir.
Sözleşmeye Dayanan Hısımlık (Sıhri Hısımlık): Evlilik birliği ile ortaya çıkan hısımlıktır. Evlilik birliği ile ortaya çıkan bu hısımlığa sıhri hısımlık/ kayın hısımlığı denir. Burada örneğin, erkeğin kan hısımları, kadının sıhri hısımları olur. Sıhri hısımlık sınırlıdır. Evlilik birliğindeki karı- koca ile sınırlanmıştır. Ancak burada önemli olan nokta, kadının kan hısımları ile erkeğin kan hısımları birbirinin sıhri hısımları olamaz. Yani erkeğin babası ile kadının babası birbirinin sıhri hısmı değildir. Eşler birbirinin hısmı değildir.
Temeli kan hısımlığına dayanır.
Düz Hat Kayın Hısımlığı: Evlendiğim kişinin düz hat kan hısmı, benim düz hat kayın hısmımdır.
Civar Kayın Hısımlığı: Evlendiğim kişinin civar kan hısımları, benim civar kayın hısmımdır.
Cali Hısımlık: Sadece evlat edinen ile evlat edilen birbiriyle hısım olur. Kanun cali hısımlar için “tıpkı altsoy hımsıdır” ifadesini kullanır. Evlat edinen ile evlat edinilen arasında kan bağı ilişkisi var denir.
Hısımlık neden önemlidir? Belli hukuki yasaklar ve kurallar, hısımlık ilişkisine dayanarak getirilir.
- Evlenme Yasağı
- Dava Yönünden Hakimin Davaya Bakamama Yasağı
- Tanık Olma Yönünden Yasaklık
Örneğin, 2 kardeşin evlenememesi.
Hısımlık şekillerle ifade edilir. Erkek bir daire ile şeklen gösterilir. Kadın ise bir kare ya da üçgen ile şeklen gösterilir. Kişilerden bahsedilirken bu şekiller kullanılır.
Hısımlıkta çizgiler çok önemlidir. Çizgiler sadece evlilik birliği için yatay olur. Diğer ilişkiler için dikeydir. Düz çizgi çocuğa götürür. Civar Kan Hısımlığı aşağıya doğru meyilli bir çizgi ile gösterilir.
Çizgiler hısımlıkta derece açısından önemlidir. Her bir çizgi bir kafayı yani dereceyi gösterir.
Baba ile çocuğu arasında birinci derece düz hat kan hısımlığı vardır. 1 çizgi söz konusudur.
Kardeşler de birinci derece hısımdır.
Bu dereceler sıhri hısımlık için de geçerlidir. Evlendiğim kişinin benden önce çocuğu varsa, 1. Derecede sıhri hısımımdır. 3. Dereceye kadar (3. Derece dahil) kan hısımları arasında evlilik yasaktır. Amca-Hala-Dayı-Teyze’ye kadar. (Onlar dahil.)
Aynı şey sıhri hısımlık için de geçerlidir. Düz hat sıhri hısımlar arasında evlilik yasaktır.
Miras Hukuku:
Hısımlık miras hukuku sistemi için çok önemlidir.
Miras ya vasiyet yolu ile ya da miras sözleşmesi ile bırakılır. İki türlü mirasçı vardır.
Ya kişi kanundan doğan hakkı ile kanuni/ yasal mirasçı olur. Ya da ölen kişi mirasçılarını belirler. Ölen kişi mirasçılarını ölüme bağlı tasarruf ile belirler. Bu tasarruf tek taraflı hukuki muamele olan vasiyetname olarak karşımıza çıkacağı gibi miras sözleşmesi ile de olur.
Kanuni Mirasçı: Derece usulü belirlenir. Örneğin, 1 üst derecede mirasçı varsa, bir alt derecedeki kişi miras alamaz. 1. Derecede mirasçı yoksa 2. Derecedeki alır, o da yoksa 3. Derecedeki alır. 3’den sonra miras devlete kalır. 1. Derece mirasçı ölenin alt soyudur. Alt soy kavramı çocuk ile sınırlı değildir. Çocuk- Çocuğun çocuğu- onun çocuğu…
Üst soy ile ana babadır ancak ana- baba ile sınırlı değildir. Ana babanın ana babası da üst soydur.
Birinci derece mirasçı ölenin altsoyudur. İkinci derece mirasçı ölenin ana babası ve onların alt soyudur. Yani kardeşler de ikinci derece mirasçıdır. Üçüncü derece mirasçı büyük anne- büyük baba ve onların alt soyudur. Eğer bu derecede de mirasçı yoksa, miras devlete kalır.
Halefiyet Kavramı: Eğer derece başı hayatta değilse, onların alt soylarının mirasçı olmaları halefiyet yolu iledir. Yani anne baba hayatta değilse anne babanın altsoyunun mirasçılığı halefiyet yoluyladır.
Aynı anda ölen kişiler birbirinin mirasçısı olamazlar. Sağ ve tam doğmak kaydıyla kişinin hak ehliyeti doğduğu için kişi bir an dahi bile yaşamış olsa mirasçıdır.
Kanuni Mirasçı, ölen kişinin geride kalan eşidir. Evlilik birliği olduğu müddetle ölen kişinin eşi kanuni mirasçıdır. Kalan eş her derece ile mirasçıdır. Sadece hissesi değişir. Eğer ölen kişinin eşi mirasa birinci derece giriyorsa, yani mirasa kendi çocukları ile giriyorsa, ¼’ü kendisinin, geri kalan ¾ ise çocuklarınındır.
Eğer ikinci derece ile mirasa giriyorsa, ½’si eşin, geri kalan ½’si ile diğer mirasçılarındır. Mirasçı murisi öldürmeye teşebbüs ettiyse, mirastan mahrum kalır.
Saklı Paylı Mirasçı: Saklı paylı mirasçılar kanuni mirasçılar arasındandır. Ölen kişi ne yaparsa yapsın, saklı paylı mirasçının kanunen saklanmış olan payını yok edemez. Saklı paylı mirasçılar ölenin eşi ve çocuklarıdır. Eşin miras hissesinin tamamı saklı paydır. Çocukların saklı payı kendilerine düşen miras hissesinin ¼’üdür.
Kişi ölmeden evvel istediği şekilde tasarrufta bulunur ancak eşinin ve çocuklarının saklı payı üzerinde tasarrufta bulunamaz. Eğer ölen kişinin yapmış olduğu tasarruflar saklı payları aşmışsa ise, saklı payın üzerinde kalan kısım kimlere bırakıldıysa oranları göz önünde bulundurularak geri alınır ve kanuni mirasçılara bırakılır.
Eşin, başka birinden olan çocuğu birinci dereceden kayın hısmıdır.
Baba-ana bir kardeşler ikinci derecede civar kan hısmıdır ama onlar saklı paylı değildir.
18 Temmuz 2012
Kişisel Durum Sicilleri:
Bir kişinin durumunu belirleyen sicildir. Peki kişinin durumu nasıl belirlenir?
- Kişilik kazandığı zaman Doğum ile belirlenir. Buna doğum sicili denir.
- Kişilik Devam ederken Evlilik sicili gibi, kişinin statü değişikleri belirlenir.
- Kişilik bittiği anda Ölüm sicili
Sicil için 3 önemli husus vardır. Doğum-Evlilik ve Ölüm. Bu sicilleri devlet tutar. Bu sebeple bu siciller resmi sicildir. Peki devletin tuttuğu resmi sicilde kayıtlı olan yanlış bir bilgi değiştirilebilir mi? Evet, dava ile değiştirilmelidir.
Nüfus sicili hayat boyu karşımıza çıkar. Nüfus sicilinde yanlışlık varsa mutlaka dava açılmalı ve mahkeme kararı ile düzeltilmelidir.
Kişisel durum sicili ile zarara uğradık diyelim, bu zarardan kim sorumludur? Devlet.
Devlet, resmi sicildeki bir bilgiden ötürü doğan zarardan kusursuz sorumludur.
Genel ilke: Zarar varsa, zarar giderilmelidir.
Peki zararı kim giderecek? Sorumlu kişi.
Ancak unutulmamalıdır ki zarar ortaya çıkana kadar sorumluluk yoktur.
Kişisel durum sicilinde yanlışlık varsa ama bu yanlışlıktan doğan bir zarar yoksa, devletin sorumluluğuna gidebilir miyim?
Hayır gidemem,çünkü devlet kusursuz sorumludur ve zarar varsa sorumluluk söz konusudur.
Genel ilke, kusur sorumluluğudur. Kişinin zarardan sorumlu olması kusuruna bağlıdır. Ancak bazı özel durumlarda kusur şartı ortadan kalkar. Şimdiye kadar, hakkaniyet dolayısıyla oluşan veya tüzel kişinin organlarından dolayı tüzel kişinin sorumluluğu kusursuz sorumluluk örnekleriydi.
Kişisel durum sicilinden dolayı zarar varsa, devlet kusursuz sorumludur. Devlet zararı gidermelidir. Eğer devlet organında çalışan bir yetkili gerçek kişinin kusuru varsa, devlet karşıladığı zararı çalışandan rücu etme imkanına sahiptir.
19 Temmuz 2012
Tüzel Kişiler Tekrarı:
Şirketlerin resmi organları olduğunu söylemiştik. Şirketler Ticaret Kanununda sınırlı sayıda sayılmıştır ve 5 türlü şirket vardır. Şirketlerin kaçar kişiden oluşacağı Ticaret Kanununda belirlenmiştir. Şirketler ticaret siciline kaydedilerek olur. Bir şirket ticaret siciline kaydedildiğinde böyle bir tüzel kişinin var olduğu var sayılır. Dolayısıyla bu tüzel kişi ile ilişkiye girmek mümkün hale gelir. Tüzel kişilerin en aşağı bir amacı olmalıdır. Bu amaç ultra vires kuralını oluşturur, böylelikle tüzel kişiler amaçlarının dışında faaliyet gösteremezler. Burada şirketler amaçların dışına çıkarsa kesin geçersizlik yaptırımı uygulanır. Peki bir faaliyetin bir tüzel kişinin amacı içinde mi yoksa amacı dışında mı olduğu nasıl anlaşılır? Tüzel kişilerin amaçları dernekse tüzük’te, vakıf ise vakıf senedi veya vasiyetname’de, şirketse ana sözleşmede yazar. Buralara bakarak tüzel kişinin faaliyetinin amacı ile olan ilişkisine bakabiliriz.
Tüzel kişilerin gerçek kişilerden hareket edilerek oluşturulduğunu biliyoruz. Gerçek kişilere atfen tüzel kişinin de organları vardır ve tüzel kişinin organları tüzel kişinin bizzat kendisidir. Bu durumda organların tüzel kişileri temsil ettiğini söyleyebiliriz ancak burada dikkat etmemiz gereken bir nokta temsil kavramıdır. Zira temsil başkası adına hukuki işlem yapmaktır. Tüzel kişi ise organ için başkası değildir. Dolayısıyla buradaki temsil başka türlü bir temsildir. Tüzel kişiler ve organlar arasındaki bu ilişkiye temsil denmesinin sebebi bu ilişkiyi karşılayacak bir başka kavramın olmamasıdır.
Günlük hayatta tüzel kişilerle ilişkiye giriyorsak,
- Böyle bir tüzel kişi var mı yok mu, buna dikkat ederim.
- Eğer böyle bir tüzel kişi varsa, o tüzel kişi ile ilişkiye girebilir miyim diye bakarım.
- Eğer böyle bir tüzel kişi ile ilişkiye giriyorsam, söz konusu ilişkiye bu tüzel kişi ile mi giriyorum diye bakarım ve girerim.
Peki bir organın hangi tüzel kişiye ait olup olmadığını nasıl anlayacağım? Tüzel kişinin ana sözleşme/ vakıf senedi/ vasiyetname/ tüzük gibi resmi belgelerinde tek tek bütün organları sayılır ve ismen yazılır.
Tüzel kişi yönünden önemli olan bir diğer nokta ise tüzel kişiliğin sona ermesi durumudur. Tüzel kişi ya kendiliğinden sona erer. Ya da tüzel kişi kurulduğunda kuruluş metninde ona belirli bir süre atfedilmiştir, bu süre dolduğunda tüzel kişi sona erer. Eğer tüzel kişi için bir süre verilmemişse tüzel kişi gerçek kişiye benzetildiği için ömrünün 99 yıl olduğu var sayılır ve 99 yıllık ömür verilir. Yani 99 yılın sonunda tüzel kişi ömrünü tamamlar.
Tüzel kişi kendini feshederek de bitebilir. Bir diğer tüzel kişiliğin sona ermesi yolu ise mahkeme kararıdır.
Tüzel kişiliğin bitmesinde 2 safha vardır. Bunlardan birincisi tasfiye safhasıdır. Bu safhada tüzel kişinin alacakları ve borçları belirlenir ve bu safhada tüzel kişi alacaklarını alır, borçlarını ifa eder. Bunun sonunda tüzel kişinin saf malvarlığı ortaya çıkar. Tüzel kişinin kalan mal varlığının kime/ nereye dağıtılacağı özgüleme safhasında belirlenir. Özgüleme safhası tüzel kişiliğin bitmesinin ikinci safhasıdır.
Tüzel kişinin borçlarını ifa etmesi ve alacaklarını alması için birinci safha boyunca fiil ehliyetinin devam etmesi gerekir. Bu sebeple tüzel kişinin 2. Safhada sona erdiği düşünülür. Çünkü tüzel kişinin fiil ehliyeti tasfiye safhasının sonuna kadar devam eder. Ancak bu fiil ehliyeti sınırlıdır. Yani tüzel kişi kendisine 1. Safha için atfedilmiş fiil ehliyeti ile ancak borçlarını ifa edebilir ve alacaklarını elde eder. Bunun dışında hukuki muamele yapamaz. 2. Safhada tüzel kişinin mal varlığı dağıtılır. Tüzel kişinin mal varlığının dağıtımı yazılı metinde belirlenmiştir. Eğer yazılı metinde malvarlığının dağıtımı konusunda bir şey yoksa tüzel kişi dağıtıma kendi karar verir. Eğer kendi karar veremezse de mal varlığı tüzel kişinin en yakınına kalır.