Beccaria – Ölüm Cezası Üzerine

İnsanları hiç de iyi bir konuma getirmemiş olan ölüm cezasının bu yararsız yaygınlığı, iyi örgütlenmiş bir devlette ölüm cezasının gerçekten yararlı ve adil olup olmadığını incelemeye sürükledi, beni.

Kendi benzerlerini öldürmeleri, boğazlamaları nasıl bir hak olabiliyor ki, insanlar bunu ellerinde tutabiliyorlar?

Hiç kuşkusuz egemenlikten ve yasalardan kaynaklanan, onlara dayanan bir hak değildir, bu. Egemenlik ve yasalar, her bireyin özel özgürlüğünün küçük parçalarının yalnızca bir toplamıdır. Egemenlik ve yasalar, bireylerin iradelerinin birleşmesiyle oluşan genel iradeyi temsil eder.

Böyle bile olsa, kendini öldürme yetkisini başka insanlara bırakmayı kim ister ve kim göze alır ki? Bütün değerler arasında en büyüğü, en kapsamlısı, en üstünü olan insan yaşamı, her insanın özgürlüğünün küçük bir özverisi olan küçük bir parçası içinde nasıl sığdırılabilir ki? Eğer bu böyle olsaydı, öbür ilkeyle, yani insanın kendini öldürme hakkı bulunmama ilkesiyle bu nasıl bağdaşabilirdi?

Eğer başkasını öldürme hakkı, bir başkasına ya da bütün topluma tanınabilseydi, insanın kendini öldürme hakkının da olması gerekirdi.

Öyleyse ölüm cezasının hiçbir hukuksal temeli yoktur. Böylelikle ölüm cezasının, ancak bir insanın yaşam hakkının yok edilmesini toplum açısından zorunlu ve yararlı gördüğüm, yani olsa olsa bir ulusun bir yurttaşa karşı savaş açtığı zaman söz konusu olabileceğini ortaya koymuş oluyorum. Buradan yola çıkarak, eğer ölümün ne yararlı ne de zorunlu olduğunu ortaya koyabilirsem, insanlığın davasını kazanmış olacağım demektir, bu.

Bir yurttaşın öldürülmesinin zorunluluğuna yalnızca iki gerekçeyle inanılabilir. Birincisi, özgürlüğünden yoksun olduğu zaman bile yurttaşın, ulusun güvenliğini, esenliğini tehlikeye düşüren ilişkilerinin ve gücünün söz konusu olması. Yurttaşın varlığının istikrarlı bir yönetimin oluşumunu engelleyecek ve tehlikeli bir başkaldırmaya yol açabilecek olması. İşte bu durumlarda ortaya çıkar, bu kendi özgürlüğünü yitirmesi ya da geri alması sırasında yahut da anarşi durumunda yasaların yerine kargaşanın geçmesi sırasında zorunlu olur, ancak.

Şöyle bir ülke düşünelim. Orada yasalar, dinginlik içinde hükümlerini yürütsünler. Orada ulusun onayını kazanmış bir yönetim olsun. Arkasında içerideki ve dışarıdaki düşmanlara karşı bir ordusu ve belki de bu ordu gücünden daha etkili olan kamuoyu ve buların çok iyi bir desteği, buyruk-komuta yetkisi de yalnızca hükümdarda bulunsun. Orada zenginlikler yetkileri değil, sadece zevkleri satın alabilirler. Böyle bir ülkede, bir yurttaşın yaşamını ortadan kaldırmak için hiçbir zorunluluk görmüyorum, ben. Yeter ki, ona verilecek ölüm cezası, başkalarının yeni suçları işlemesini engellemek, caydırıp durdurmak için biricik ve gerçek dizginleme olsun. İşte, ölüm cezasının zorunlu ve haklı olduğuna inandırabilecek ikinci gerekçe budur.

Oysa bütün yüzyılların deneyimi şunu göstermektedir; En son verilen ölüm cezası, topluma zarar vermeye eğilimli insanları asla caydırmamıştır. Romalı yurttaşların başına gelen örnekler ortada. Moskova’da tam yirmi yıl imparatoriçe olarak egemenliğini sürdüren ve bu süre içinde, yurt çocuklarının kanları karşılığında yapılan bir çok fetihle en azından eşdeğer nitelikte olan ve halkın seçkinlerine sunulan anlı şanlı örnek de ortada; (Kraliçe Elizabeth, 1741-1761 yılları arasında ölüm cezalarının hiçbirinin yerine getirilmesine izin vermeyerek eylemsel olarak bu cezayı kaldırmıştır. İkinci Katerina da aynı yolu izlemiştir.) Eğer bu örnekler insanları inandırmaya yetmiyorlarsa, benim iddiasına başvurmak yeterli olacaktır. Ancak biliyorum ki, bu insanlara aklın dili her zaman kuşkulu görünmüş, ama otoritenin dili her zaman etkili olmuştur.

İnsanın ruhu/zekası üzerinde en büyük etkiyi yapan şey, cezanın ağırlığı değil, süresidir. Çünkü, biz insanların duyarlılıkları, şiddetli ama geçici eylemden çok, hafif ama kolaylıkla ve sürekli biçimde yinelenen izlenimlerden daha çok etkilenmekte ve sarsılmaktadır. Duyumsayan her varlık üzerinde alışkanlığın yaygın, kapsamlı (evrensel) bir gücü vardır. Nasıl insan yinelenen alışkanlıkların yardımı sayesinde konuşur, yürür ve gereksinmelerini karşılayıp giderse, aynı biçimde ahlaki görüşler de yalnızca sürekli ve yinelenip duran heyecanlanlarla, izlenimlerle insanın kafasında, belleğinde mıhlanıp kalmaktadırlar.

Bir caninin öldürülmesinin dehşet verici, ama geçici görünüşünden çok, özgürlükten yoksun bir insanın uzun ve acılı durumunun örnek olması, suçlara karşı çok güçlü bir dizgindir. Çünkü insan, bir tür hizmet hayvanına dönüşünce topluma verdiği zararı kendi yorucu çalışmasıyla giderip onarmaktadır. Bu etki, insanların her zaman uzak bir karanlıkta gördükleri ölüm düşüncesinden çok daha güçlü ve sarsıcıdır. Zira, o zaman insan, bizzat kendisinin üzerine kapanacak, sık sık şöyle deyip duracaktır; “benzeri suçları işlersem, ben de uzun süre bu tür acınası koşullara boyun eğmek zorunda kalırım.

Ölüm cezasının bıraktığı izlenim ve etki, ne denli şiddetli olursa olsun, en kalıcı olaylarda bile çabucak bellekten silinip unutulmaya karşı fazla direnemez. Bu unutma, insanın doğasında vardır. Özellikle tutkular, bu unutma sürecini hızlandırırlar.

Genel kural şudur; Şiddetli tutkular, izlenimler insanları şiddetle sarsarlar, şaşırtırlar. Ancak, etkileri uzun sürmez. Ne var ki, bu tutkular, bu izlenimler, sözgelimi bir Acemler ya da bir Ispartalılar ordusu yaratarak devrimler bile yaptırmaya elverişlidirler. Ancak, özgür ve kendisine güvenen bir yönetimde, izlenimler şiddetli olmaktan daha çok sık sık duyumsanmalıdır.

Ölüm cezası, yerine getirilmesi sırasında hazır bulunanların çoğu için bir gösteri, bir seyir; öbürleri için ise öfkeyle karışık bir acıma konusudur. Bu iki duygu, onu gören seyircilerin ruhuna, yasanın esinlediği, uyandırdığı ileri sürülen yararlı, uyarıcı korkudan daha çok egemen olur. Oysa, ılımlı ve sürekli cezalarda, egemen duygu tektir, yalnızca sonuncusudur, yani korkudur. Suçludan çok seyirciler için yapılan ölüm cezasının yerine getirilmesi, seyredenlerin ruhlarında bir başkasının suç işleme eğilimini bastırdığı zaman, yasa koyucunun cezanın ağırlığı konusunda belirleyeceği sınır ortaya çıkmakta ve bu da acıma duygusuna ayarlanıp bağlanmış görünmektedir.

Oysa bir cezanın adil (Roma hukukunda benimsenen ilkeye göre, “jus est ars boni et aequi: hukuk, adil ve hakkaniyetli olanı bilme sanatıdır.”) olması için, insanları sadece suç işlemekten caydıracak derecede ağır olması yeterlidir. Gerçekten, suçu işlemekle elde edebileceği yarar ile kendi özgürlüğünü bütünüyle ve sonsuza dek yitirme tehlikesi arasında, bunları düşünerek bir seçimde bulunmaya hiçbir insan yoktur. Öyleyse, ölüm cezasının yerine geçen ömür boyu özgürlükten yoksunluk, yani ağır hapis cezasının ağırlığı, ne kadar gözü kara olursa olsun, her zekayı caydırmak için yeterli güce sahiptir. Dahasını ekleyeyim. Çokları ölüm cezasını dingin bir yüzle karşılarlar, o gözle görürler. Kimileri körü körüne bağnazlıkla, kimileri de insana mezar ötesine dek eşlik eden bir kendini beğenmişlikle ele alır, bu cezayı. Ötekiler ise, ya bezdikleri yaşamdan ya da acınası durumdan kurtulmak için son ve umutsuz bir girişim olarak değerlendirirler, ölümü. Ancak, ne bağnazlık ne de kendini beğenmişlik, sürgit sopa altında, boyunduruk altında, zincirlerin, tomrukların arasında, demir kafes içinde kalırlar. Umutsuzluk, umutsuzluktan doğan kötülüklere son vermez. Ama onları başlatır.

Ruhumuz, geçici ama aşırı acıların şiddetine karşı zamana ve sürekli üzüntülere oranla daha çok dirençlidir. Zira, birinci durumda, acıları kovmak amacıyla bir an için bütün gücünü toplayabilmektedir. Ancak, onun gücünün esnekliği, ikincilerin uzun süre yinelenip duran etkileriyle başa çıkmakta yetersiz kalmaktadır.

Ölüm cezasının uygulandığı bir ülkede, bu ceza ile birlikte topluma/ulusa sunulan her örnek, bir suçun varlığını varsayar. Ömür boyu (ağır) hapis cezasında ise, yalnızca bir tek suç bile yenilenen ve sayısız ve sürekli örnekler (ibretler) sunar durur. Eğer yasaların gücünü sık sık insanların görmeleri, duyumsamaları çok önemli ise, ölüm cezalarının çok aralıklı değil, çok sık verilmeleri gerekir. O zaman, ölüm cezasını gerektiren suçların da sık sık işlendikleri varsayılacaktır.

Demek, ölüm cezasının yararlı olması için insanlar üzerinde yapması gereken bütün izlenimleri, etkileri doğurmasına gerek vardır. Bu bir. Demek, bu ceza ister yararlı, ister yararsız olsun, ölüm cezasını gerektiren suçların sıklıkla işlendikleri düşünülmek gerekir. Bu da iki.

Kim ömür boyu (ağır) hapis cezasının acımasız olması yüzünden ölüm cezası kadar acı verici olduğunu söylerse, onu şöyle yanıtlarım; Ömür boyu (ağır) hapis cezası, bu cezanın yol açtığı bütün mutsuz anlar bir araya getirildiğinde büyük olasılıkla daha ağır bir cezadır. Zira, bu mutsuz anlar, hükümlünün bütün yaşamı boyunca sürer. Oysa, öbürü, yani ölüm cezası bütün gücünü ve etkisini bir çırpıda kullanıp tüketmektedir. Buna karşılık, ömür boyu (ağır) hapis cezası, ölüm cezasını görüp gözleyenden, acısını çekenden daha çok korkutmaktadır. İşte, ömür boyu (ağır) hapis cezasının yararı budur. Çünkü, yaşayan birincisi, acıklı, mutsuz anların bütün toplamını düşünür, değerlendirir; ikincisi ise, içinde bulunduğu anda yaşanılan mutsuzluğun/sefaletin ağır basması yüzünden esasen gelecekten kopmuştur.

Bütün kötülükler, felaketler, insan kafasında durmadan abartılır, büyütülür. Acı çeken her insan, seyircilerin bilmedikleri ve inanmadıkları çareleri, tutunacak dalları ve tesellileri bulur. Oysa, cezayı seyredenlerde, mutsuzluğun, sefaletin körleştirdiği ruhun yerini kendi duyarlılıkları almıştır.

Biliyorum ki, insanın kendi ruhunun duygularını geliştirmesi bir sanattır. Bu sanat öğrenimle elde edilir. Ancak, bir cani ya da hırsızın yasaları çiğnemelerini durdurmak için darağacı ya da çark cezasından daha etkili bir başka güç yoktur. Zira onların yürüttüğü mantık aşağı yukarı şudur; “Benimle zengin birisi arasında bu denli büyük ayrım yaratan ve beni boyun eğmeye zorlayan şu yasalar hangileridir? O zengin adam peşinde koştuğum beş lirayı benden esirgiyor, bilmediğim bir işi yapmamı buyurmaktan, beni ezmekten geri kalmıyor ve bundan üzüntü de duymuyor. Bu yasaları kimler yaptırlar? Elbette varsıl ve güçlü insanlar. (Çevirmenin notu: Bu bölümde yansıtılan görüşler, yeri gelmişken belirteyim ki Franz Kafka’nın şu deyişlerini anımsatmaktadırlar; “Ayrcalıklı kişilerin ezilmişler karşısında kendilerini bağışlatmak için omuzlarında hissettikleri kaygılar, aslında ayrıcalıklı kişilerin ayrıcalıklı yasalarını koruyabilme kaygılarıdır.” Mavi Oktav Defterleri, Kafka) Bu tuzu kurular, bir yoksulun perişan kulübesini görmeye bile tenezzül etmemişler; bugüne değin bir yoksulun aç çocuklarının masum çığlıkları ve annelerinin gözyaşları arasında bir küflü ekmeği bile asla yoksullarla paylaşmamışlardır. Çoğunluğun zararına, azınlıkta kılan kimileriyle duyarsız zorbaların yararına olan bu kökenindeki adaletsizliği yok edelim. O zaman doğal bağımsızlık durumuna (vahşi tabiat haline) dönmüş olacağım. Kendi gözü pekliğimin ve kendi yeteneğimin, hünerimin ürünleriyle bir süre için özgür ve mutlu yaşayacağım. Belki, acı ve pişmanlık duyacağım günler olacak. Ama, bu dönemler kısa olacak ve ben, zahmetli bir gün karşılığında özgürlük ve zevklerle dolu pek çok yıllara kavuşacağım. Az sayıda insanın kralı olarak, varsıllığın yarattığı yanılgıları düzelteceğim. Bir zamanlar aşağılayıcı bir gösterişle atlarının ve köpeklerinin bile ardından sürüklenen birilerinin önünde bu zorbaların sararıp solduklarını ve tir tir titrediklerini göreceğim.”

O zaman din, her şeyi kötüye kullanan caninin aklına gelir ve ona kolay bir pişmanlık/tövbe ile ebedi mutluluğun kesin güvencesini, umudunu verir. Böylelikle de bu son trajedinin korkunçluğu önemini yitirmiş olur. Ancak iş bununla bitmez. Birlikte ve özgür yaşadığı kendisine eşit kendi yurttaşları karşısında aşağılanmış/kölelik ve acı içinde geçecek olan yıllarının küçük bir kesimi ya da yaşamının bütün akışı gözlerinin önünde canlanır. O artık kendisini koruyan yasaların tutsağı olmuştur. Kendi işlediği suçlarının sonuçlarının belirsizliğini, işlediği bu suçlar sayesinde devşirdiği meyveleri tattığı zamanın kısalığını gözeterek, her şeyin yararlılık açısından bir karşılaştırmasını yapar. Ve her Allah’ın günü kendi tedbirsizliğinin kurbanlarını görmeye başlar. Sonuçta bunların sürekli yinelenen birer örnek olmaları, onun üzerinde, iyileştirmeden ziyade onu kanıksatıp katılaştıran bir cezanın seyrinden çok daha güçlü bir iz bırakır, etki yaparlar.

Ölüm cezası, insanlara verdiği canavarlık örneği nedeniyle de yararlı olmamaktadır.

Tutkular, öfkeler ya da savaş zorunluluğu, insan kanının akmasını öğretmiş, telkin etmiş olsalar bile, insanların davranışını yumuşatan yasalar, bu denli çarpıcı, kaba örnekleri çoğaltmamalıdır. Ölüm cezasına, birçok aygıt ve yöntemler eşlik ettikleri zaman, bu örnekler daha da uğursuz, tiksindirici olmaktadır.

Genel iradenin yansıması olan ve insan öldürmekten tiksinen ve onu cezalandıran yasaların bu suçlardan birini bizzat kendilerinin işle(t)meleri ve tasarlayarak adam öldürmek eyleminden yurttaşları uzaklaştırmak için herkese açık yerde tasarlayarak cinayet işlenmesini buyurmaları bana saçma görünmektedir.

Doğru ve en yararlı yasalar hangileridir? Özel çıkarın her zaman gizli sesinin sustuğu ya da kamusal çıkarla bağdaştığı ve bu nedenle herkesin görmek ve önermek istediği sözleşmeler ve koşullar, yani bu tür yasalardır, elbette.

Öyleyse her birimizin ölüm cezası konusundaki duygularımız acaba nelerdir? Her birimizin cellada baktığında sergilediği öfke ve aşağılama davranışlarında bu duyguları okuyoruz, aslında. Oysa cellat, genel iradenin buyruğunu yerine getiren masum biridir. Herkesin iyiliğine, esenliğine katkıda bulunan iyi bir yurttaştır. Tıpkı dış düşmanlara karşı güvenliğimizi sağlayan değerli askerlerimiz gibi, içeride kamu güvenliğini sağlayan vazgeçilmez bir savunma elemanıdır.

Öyleyse bu çelişkinin kökeni, aslı esası nedir? Aklımıza, mantığımıza karşın neden bu duygu insanlarda yaşayıp gider ve silinmez? Çünkü, insanlar, ruhlarının çok gizli bir köşesinde, asıl eski doğalarının özgün biçimini hala her şeyden çok özenle korumaktadırlar. Kısacası insanlar; zorunluluğun (doğa yasasının) belirlediği hiçbir dış gücün dışında kendilerinin yaşamları üzerinde kimsenin (meşru) hakkı olmadığına ve evreni kendi demir sopasıyla zorunluluk kuralının (doğa yasasının) yönettiğine inanmış bulunmaktadırlar.

Adaletin bilge yargıçlarının ve akıllı uslu kutsal görevlilerinin, din adamlarının vurdumduymaz bir serinkanlılıkla suçluyu darağacı töreniyle ölüme sürüklediklerini gördükleri zaman, insanlar acaba neyi düşünmek zorunda kalmaktadırlar? Buna karşılık, ölüm cezasına hüküm giyen zavallı insan, acılar, ürpermeler içinde can çekişmenin son üzüntülerini yaşarken ve alınyazısına son vuruşu beklerken, onu mahkum eden yargıç, kim bilir belki de duyarsız bir serinkanlılıkla kullandığı kendi yetkisinin sağladığı gizli bir mutluluk/hoşnutluk içindedir ve yaşamın ona sunduğu rahatlıkların ve zevklerin tadını çıkarmak, gününü gün etmek üzere mahkemeden çıkıp gitmektedir?

“Ah! diyeceklerdir onlar, bu yasalar sadece zorbalığın bir bahanesi ve yalnızca adaletin tasarlanıp kurgulanmış ve acımasız yöntemleridir. Bu yasalar, olsa olsa zorbalığın aç gözlü putuna kurban diye adanmış mağdurlar olarak, güvenlik bahanesiyle bizleri kurban etmek için yapılmış bir sözleşmenin dilidir. Bize korkunç bir suç diye anlatılmış olan tasarlayarak insan öldürmenin hiçbir tiksinti, vicdan azabı ve öfke duyulmaksızın işlendiğini görmekteyiz, burada. Bu örnekten yararlanarak onu değerlendirelim. Bize yapılan betimlemelerde (tasvirlerde), kaba güce dayalı ölüm (cezası), dehşet verici bir sahne olarak resmedilmektedir. Oysa bu, göz açıp kapamadan bir çırpıda biten bir iş. Dahası, bu, kendisine acı veren şeylerden yılmayan bir kimse için, bu an daha da kısa olacak ve on hiç aldırış etmeden öylece duracak, onu öyleyece bekleyecektir!”

İşte, açık biçimde olmasa, en azından biraz bulanık ve karışık biçimde olsa da, insanları suç işlemeye hazır duruma getiren mantık çarpıklıkları bunlardır. Bu insanlarda, daha önce gördüğümüz gibi, dinin/inancın kötüye kullanımı, aynı dinin/inancın bizatihi kendisinden çok daha güçlü olabilmektedir.

Eğer bana, bütün yüzyıllar içinde ve bütün uluslarda kimi suçlara ölüm cezası öngörüldüğü ileri sürülerek karşı çıkılırsa, onlara bu iddianın eskiyip zamanaşımına uğramayan ve değişmeyen gerçek karşısında hiçbir değeri bulunmadığını söyler geçerim.

İnsanlığın tarihi, bizi uçsuz bucaksız bir yanılgılar denizinin bulunduğu düşüncesine götürmektedir. Bu yanılgılar denizinde, birbirinden çok uzak aralıklarla belli belirsiz biçimde onların arasından ancak bilinebilen pek azı suyun üzerinde yüzmektedir. Neredeyse bütün uluslarda/devletlerde, insan kurban etme (ölüm cezası) bulunmaktadır. Peki bu kurbanlardan kim özür dileyecek?

Pek az da olsa kimi toplumlar, yalnızca çok kısa bir süre için ölüm cezasını uygulamaktan kaçınmıştır.

Bu durum da, karşı görüşten çok beni desteklemektedir. Çünkü bu saptama, büyük gerçeklerin yazgısına uygun düşmektedir. Zira büyük gerçeklerin ömürleri, insanları kuşatan uzun ve karanlık gecelerle karşılaştırıldıklarında bir şimşek hızı kadar kısadır. Bugüne dek, işlenen yanılgılar da egemen oldu. Ne var ki, büyük çoğunlukların gerçeği benimsedikleri mutlu döneme henüz gelinmedi. Bugüne dek, sonsuza uzanan yüce (tanrısal) bilgeliğin vahyederek başkalarıyla paylaşmak istediği temel gerçekler de bu evrensel yasadan bağışık değildir.

Düşünürün sesi, kuşkusuz, kör gelenek tarafından yönlendirilen onca kalabalığın gürültüleri ve çığlıkları karşısında çok etkisizdir. Ancak, bana yeryüzüne dağılmış pek az insanın yüreklerinin derinliklerinden olumlu yankıları gelmektedir.

Gerçeği hükümdardan uzak tutan sonsuz engeller bulunmaktadır. Bunlara karşın, eğer gerçek, hükümdarın tahtına kadar ulaşabilirse, o hükümdar bilsin ki, söz konusu gerçek, oraya bütün insanların gizli oylarını, dileklerini ulaştıracaktır ve onun gözünde fatihlerin kanlı şöhretini susturacaktır. Geleceğin haksever kuşakları, kuşkusuz gerçeği, Titus’ların, Antonius’ların ve Trajanus’ların zaferlerinin üzerinde bir yere, mutlaka birinci basamağa çıkaracaklardır.

İlk kez kendisine yasa yapan bir insanlık, ne mutlu bir insanlıktır! Günümüzde Avrupa tahtlarına oturmuş nice iyiliksever hükümdar görmekteyiz. Gösterişsiz erdemlerin, bilimlerin, sanatların dostları, kendi halklarının babalarıdır, onlar. Taç giymiş bu yurttaşların otoritelerinin artması uyruklarını mutlu etmektedir. Çünkü, onlar çok acımasız oldukları kadar az güvenilir bulunan zorbalığı, yurttaşlar ile kendileri arasından kaldırmaktadırlar. Tahta ulaşabildiği zaman hep mutlu olan halkın daima içten gelen sesi, bu zorbalık tarafından ne yazık ki, boğulup gitmektedir! Diyorum ki, eğer bilge hükümdarlar, hala eski yasaların varlıklarını sürdürmelerine göz yumuyorlarsa, bu durum, birçok yüzyılların tutmuş pasını taşıyan engellerin kaldırılmalarının sayısız güçlüklerinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekçelerden bir başkası da şudur; Bilgili yurttaşlar, hükümdarların yetkilerinin sürekli artması için büyük çaba göstermek isteğini sergilemektedirler.

 

Cesare Beccaria

 


Kuşkusuz Beccaria, ölüm cezasını ilk sorgulayan ve karşı çıkan düşünür olmanın onurunu taşımaktadır. Ancak, zaferini, kendi çağında değil, yüzyılımızda kazanmış görünmektedir. Eski ve onun yaşadığı dönemlerde bu ceza her ülkede vardı. Ayrık olanlar pek azdı. Beccaria bu ayrıklara zaten değinmektedir. Platon iyileştirilemez kimselere bu cezayı öngörüyordu. Quintilianus da öyle. Alphonse de Castro ve Jean Bodin sınırlı uygulanmasını öneriyorlardı. Montesquieu (aynı yapıt, De l’esprit des lois, livre, XII, chapitre 4) ve Jean-Jaques Rousseau (Du contrat social, livre, II, chapitre 5), bu cezanın zorunluluğuna inanıyorlardı. Kant ise Beccaria’ya karşı çıkıyor, suç işlemeye evet, cezaya hayır demenin bir safsata olduğunu söylüyordu. Nitekim, Rahip Vincenzo Facchinei de Cofri’nin suçlamalarına verdiği karşılığın başkaldırı bölümünün 4. yanıtında, İtalyan Arkeolog Muratori’nin (1672-1750) yazdıklarına göre, Roma İmparatoru Büyük Theodosius’un hükümranlığı sırasında, MS 389’da ölüm cezası hükümlülerine manastırdan çıkmayarak bu cezanın yerine getirilmesini önlemelerini salık verdiğini, İmparator Augustus döneminde yaşayan Yunanlı Tarihçi Sicilyalı Diodorus’un “Tarihsel Kitaplık” adlı yapıtında yazdığına göre Mısır Kralı Sabacon’un ölüm cezalarını ömür boyu kürek cezasına çevirdiğini, Yunanlı coğrafyacı ve Tarihçi Strabon’un Kafkaslarda ölüm cezasını uygulamayan bir ulusun yaşadığından söz ettiğini, ayrıca Latin Tarihçi Titus-Livus da (MÖ 59-MS 19) ulus tarafından onaylanmadıkça Eski Roma’da ölüm cezasının yerine getirilemeyeceğine ilişkin Porcia Yasası’nın bulunduğunu belirtmekte ve görüşünü şöyle özetlemektedir; Yararlı ve zorunlu değilse bu ceza verilmemeli, aslında bu ceza ne yararlı ne de zorunludur, öyleyse bu ceza kaldırılmalıdır.

Şunu da belirteyim ki, ölüm cezası konusunda Beccaria’nın söyledikleri bu yapıtındakilerle sınırlı kalmamıştır. 1776’da önemli bir yapıt yayımlayan Risi’den sonra Beccaria, Yüksek Mahkeme Üyesi Gallarati Scotti ile katıldığı bir komisyonun 12 Ocak 1972 tarihli ünlü toplantısında hazır bulunmuştur. Azınlıkta kalmalara karşın, anılan komisyon, ayaklanmalar gibi önemli suçlar dışında ölüm cezasını kaldırmıştır. Bakan Kaunitz’e iki (aslında üç) rapor gönderilmiş ve azınlık görüşünü Beccaria kaleme almıştır. Yapıtındaki görüşleri yineleyen Beccaria, bu raporda ölüm cezasının zorunlu olmadığını ve ömür boyu (ağır) hapis cezasının daha etkili bulunduğunu vurgulamıştır. Bunların yanı sıra, kitabında üzerinde çok durmadığı bir konuyu da işlemiştir. Ölüm cezası, ona göre, sonucu onarılamaz bir cezadır. Bu yüzden, özellikle bulgulara dayanan hükümlülükler sonucu sıklıkla yaşanan adli yanılgılarda durumun çok acı olduğunu ve ölüm cezasını ipten kazıktan kopma canilere acıdığı için değil, onları cezalandırmaya yetmediği için kaldırılmasını istediğini belirtmiştir. Bu rapor, bir sanatçının en büyük yapıtı (le chant du cygne) gibi, onun bu konuda kaleme aldığı en görkemli türküsüdür. Bu türküyle o bilgece yazılan kitabına ve insanlığın durumunu düşünerek geçirdiği yaşamına adeta unutulmaz bir damga vurmuştur.

Ne acıdır ki, bugünden yüzyıllar önce Beccaria bunları yazadursun, biz bugün gündemimizi “ölüm cezası geri gelmeli mi” sorusuyla açıyoruz kapatıyoruz. Yazık ki ne yazık.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir