Federico Garcia Lorca – Kızkurusu Gül Hanım / Çiçeklerin Dili

KIZKURUSU GÜL HANIM

ya da

ÇİÇEKLERİN DİLİ

İngilizce’den çeviren: Can Yücel

KİŞİLER

Amca

Kâhya Kadın

Hala

Gül Hanım

Yeğen

I. Manola

II. Manola

III. Manola

Bay X

I. Kızkurusu

II. Kızkurusu

III. Kızkurusu

I. Ayola

II. Ayola

Don Martin

İki İşçi

Genç

I. PERDE

(Limonluğa açılan bir oda.)

Amca — Tohumlarım nerde pekiy?

Kâhya Kadın — Burdaydılar ya!

Amca — Nerde? Yok işte!

Hala — Düğünçiçekleri, küpeler, krizantemler… şeyler işte… cezayirmenekşeleri, günebakanlar… yer yarılıp içine girmediler a bütün!

Kâhya Kadın — Tohum diğ’mi ya, girmişlerdir belki…

Amca — Çiçeklere dikkat etmen lazım, dikkat!

Kâhya Kadın — Hep benim yüzümden yani?…

Hala — Karşılık veriyor bi de!

Amca — Sözüm sana değil sade. Daha dün buldum dalya soğanlarını, ayak altında ezilmişler tekmil. (Limonluğa girer.) Takdir edeniniz yok limonluğumu benim. Anlatıyoruz ama ne fayda! Meşhur Kontes Wandes’ den beri, o da tâa 1807 senesinde, bir tek ben varım misk gülü yetiştiren koskoca Endülüs’de, üniversite nebatatçıları bile pes dediler… Nahak yere söylemiyorum sana, nebatlarımın hatırını say diye…

Kâhya Kadın — Yaa! Demek hatır saymıyormuşum ben!

Hala — Çeneni tutamaz mısın sen!

Kâhya Kadın — Çenem gevşedi zaar da ondan! Hem çiçeklere su koştura koştura, ortalığı seller götürdü, sofadaki divanın altında kurbağalar viyaklamaya başladı, diye söylenip duran da benim tabiy!

Hala — Canım, sen de çiçeklerin kokusuna ayılıp bayılıyorsun ya, dırdır etmeden duramıyorsun işte!

Kâhya Kadın — Ben mi kokularına bayılıyormuşum! Benim hesabıma bu çiçekler, ha çocuk cenazesi, ha kilise buhurdanlığı, hiç farkı yok. Kasvetten keser getiriyorlar içime. Şöyle dalı-budağı yerinde bir portakal, bir ayva ağacına, alimallah, feda olsun dünyanın bütün cici bici gülleri! Nedir bu böyle yau! Sağa bakıyorsun silme gül, sola bakıyorsun, efendim, açelyalar, petunyalar, siklamenler… töbe, töbe… ne kadar fantiri-fitton çiçek varsa, alnının şakında… Ya o çingen yosmalarının saçlarına emsal, dolaşık başlı kirizma mı, kirizantem mi nedir!… Bir hayır sahibi çıksa da şu bahçeye bir armut, bir kiraz fidanı, bir tırabzonhurması dikse diye yatıp kalkıp dua ediyorum!

Hala — Afiyetle tıkınasın diye diğ’mi, açgözlü!

Kâhya Kadın — Ne sandın ya, hanım! Havaya açayım diye yaratmamış a ağzımı Tanrı! Ne derler bizim orda —

Yemiş yemeye ağız,

Yol yürümeye ayak,

Ya genç kızlardaki naz,

O ne yemeye yarar?…

(Hala’nın yanına varıp, kulağına bişey fısıldar.)

Hala — Hafazanallah! (İstavroz çıkarır.)

Kâhya Kadın — Taşra yerinin ayıplığı işte… töbe, töbe!;.. (İstavroz çıkarır.)

Gül (hızla girer. 1900’lerin üslubunca, kenarları fistolu, karpuz kollu, gül kurusu bir entari giymiş) — Şapkam pekiy? Şapkam nerde? Luiye’nin çanları saat

başına çalıyor dan dun… Üç oldu saat, üç!

Kâhya Kadın — Masanın üstüne bırakmıştım a!…

Gül — Masanın üstüne bırakmışmış!…

(Aranırlar. Kâhya Kadın çıkar.)

Hala — Gardıroba baktın mı? Bakmamışsındır sen…

(Hala çıkar.)

Kâhya Kadın (girer) — Bulamadım, vallaa.

Gül — Şapkamın nerde olduğunu bilen yok demek aranızda! Gülüyüm bari!

Kâhya Kadın — Güleceğine, Gül Hanım, o papatyalı mapatyalı şapkanı giysen kıyamet kopmaz a!

Gül — Delisin, dadı, delisin sen!

Kâhya Kadın — Ben deliysem, sen de zırdelisin, küçük hanım!

Hala (girer) — Buldum işte! Al!

(Gül şapkayı kapıp koşa koşa çıkar.)

Kâhya Kadın — Ne istiyorsa, sıpınişi konacak önüne! Bugün çarşamba mı günlerden, haspamın aklı cumada! Vaaza geç kaldı sanki. Tevekkeli anlatmazdım ben ona bebecikken; «Gül Hanım geldin şimdi seksen yaşına! Bakalım, ne yapıp, ne öreceğin?» diye masallar düzmezdim boşuna!… Boşunaymış ama, boşuna! Hangi Allah kulu görmüş delifişeğin fitilini iliştirip de bir oturağa beş dakika eline tığı, çileyi alıp, bir sıracık olsun örgü ördüğünü!

Hala — Öyle, öyle!

Kâhya Kadın — Bahar rüzgârı sanki kâfir! Merdivenin üst başından görünmesiyle alt başında alıyor soluğu. Ne doluya bakıyor, ne boşa. Bu gidişle doluyu kodurtuvermesin de boşluğuna!

Hala — Yel alsın ağzından!

Kâhya Kadın — Yellim yellim lâleylim…

Hala — Haklısındır kim bilir… Bende kabahat, bir dediğine iki dedirtmedim şimdiye dek. Lakin, sen sen ol da, «olmaz» de anasız, babasız yavrucağıza!

Kâhya Kadın — Evlatçıım! Ne anası var, ne babası… yolunu koklayıp havlayası bir finocuğu bile yok… Ama öyle bir amcası, öyle bir halası var ki, anaya, babaya bin bedel. (Sarılır Hala’ya.)

Amca (içerden) — Aaa, bu kadar da olmaz artık!

Hala — Başımıza gelenler!

Amca — Soğanlarımı çiğnediler, hadi sustuk, sustuk ama, her şeyin de bir haddi var, canım! Gözüm gibi baktığım gülün körpecik yapraklarını da, yooo, kırdırtmam bu hatırbilmezlere! Misk gülü, şam gülü, boşnak gülü, ne ki bu kıymatlımın yanında! (Hala’ya — ) Gel, gel hanım da gör ne halt yemişler yine!

Hala — Sapından mı kırılmış yoksa?

Amca — Daha neler!… O da, o da olacakmış a!… Allahın inayetiyle işte!…

Kâhya Kadın — Şükürler olsun sana, rabbim!

Amca — Bir bilsem, bir bilsem, kimin marifeti bu!…

Kâhya Kadın — Hiç öyle dik dik bakma benim yüzüme!

Amca — Saksıyı ben devirdim mahsus, diğ’mi? Kendi damarıma basmak için?…

Kâhya Kadın — Bu mahallede kedi köpeğe kıran girdi sanki dünden bugüne! Rüzgâr da üfürmüyor hiç içeriyi, siz çiçekler havalansın diye fora ettikçe camları ikide bir!…

Hala — Sen pay vereceğine gidip süpürsene döküntü toprakları!…

Kâhya Kadın — Anlaşıldı, anlaşıldı, konuşmaya izin yok bu evde!

Amca (girer) — Bir gül ki, görmemişsindir böylesini, hanidir seyir için sana saklıyordum, vallaa. Aklın, hayalin duracak! Hani güzgülünü bilirsin, koncası bükük boyunlu… Pusatsızı da bilirsin, dikensiz öyle, harika!… Ya o Belçika’dan gelme katmerliler! Bunun üstüne gül olmaz demiştin hani!… Karanlıkta açan

kükürdiyeleri de hatırla! Bi de bunu gör bak! Topunun esamisi okunuyor mu yanında!… Nebatatçı-lar «mütehavvil» tesmiye ediyorlar, Botanistler de «rosa mutabile». Yeniyetmeler de «değişken gül» diyorlardır muhakkak… Bir değişmenliği, bir delişmenliği anlatmak için ne çok kelime, ne çok!… Bak, bu kitapta bir tarifi de var, bi de manzum tasviri — Sabahları kıpkırmızı oluyor… (Açar kitabı.) Akşamları ağarıyor, geceleyin de dağılıyor —

Sabah sagah açar kâfir

Kan-kırmızı.

Yanına yanaşmaz çiy

Yanmış bikere ağzı…

Tam açılır öğlenleyin,

Dipdiri sanki mercan,

«Benden de parlak!» diye güneş

Hayran bakar camlardan…

Kuşlar başladı mıydı dallarda

Zemzeme çekişine

Ve baygın düştüğünde ikindi

Denizin menevişine,

Küser ki herhal, sararıp solar,

Dünyanın gidişine…

Üfürdüğünde de klarnetini gece

Aheste beste

Ve yıldızlar adım adım ilerleyip

Rüzgâr geriledikte,

Yağmaya başlar yaprakları

Ve karanlık ki eşikte…

Hala — Konca da verdi mi?

Amca — Verdi bir tane, açtı açacak nerdeyse.

Hala — Demek ömrü bir günlük sade?

Amca — Bir günlük ya! Oturacağım ama başında bütün gün, nasıl ağarıyor, bakayım, göreyim diye.

Gül (girer) — Şemsiyem!

Amca — Aa!… (Limonluğa döndürerek başını.)

Hala (bağırarak) — Canım, kızın şemsiyesi!

Kâhya Kadın (peyda olarak) — Şemsiye mi? İştee!

(Gül şemsiyeyi alıp Hala’sıyla Amca’sını öper.)

Gül — Nasılım?

Amca — Gülü tarife ne hacet!

Hala — Peri padişahının kızı gibi elbet.

Gül (şemsiyeyi açarak) — Ya şimdi?

Kâhya Kadın — Hay Allah! Kapa şunu, kız! Şemsiye açılır mı hiç ev içinde! Uğursuzluk getirir, ayol!

Ermiş Bartol çarkı için,

Kutsal defneden biten

Ermiş Yusuf’u güden

Yeşil asa hakkı için

Defolsun düşmanlar tüm

Dört kapısından Kudüs’ün!

Tü-tü-tü!…

(Hep birden gülerler. Amca çıkar.)

Gül (şemsiyeyi kapatarak) — Göynün oldu mu?

Kâhya Kadın — Bir daha yapma bunu… alimallah!…

Gül — Amaan sen de!

Hala — Ne diyecektin ki öyle?

Kâhya Kadın — Çıkarmadım ya baklayı dilimin altından, daha ne!…

Gül — Islansın diye mi bekliyorsun yoksa! (Gülerek çıkar.)

Hala — Kimnen gidiyorsun?

Gül (içeri dönüp) — Manolalarla. *

* Manola — Cazibesinden emin ve işvesini kimi çiçeklerin, sedef kakma tarakların, kimi bir ipek şalın veya bir yelpazenin, kimi de tekmilinin birden denkleştirdiği sihirle katmerlendirme-yi bilen delidolu yosma, İspanyolluğun tiynetinden, sayagelmi-şizdir Manola’yı, e, öyledir de. Goya’nın devrinde «Maja» diye anılırlardı.

Kâhya Kadın — Oynaşınla ve de.

Hala — Bugün işim var dediydi o hani!

Kâhya Kadın — Hangisine daha çok kanım kaynıyor, oynaşına mı, bizim deli kıza mı, biliyorsam, aşkolsun.

(Hala oturur koltuğuna, kukalarla tentene örmeye koyulur.)

Öyle iki kardeş-çocuğu ki, yaradana kurban, kaptığın gibi burdan, götür, oturt en birinci bebekçinin camekânına. Allah etmesin, öldüler diyelim, mumyalayıp bezeyip kondursan kardan, billurdan bir mahfazanın içine yan yana, melekler bile kör-olasıya ağlarlar ardından… Hangisi senin daha kıymatlın?

(Toz almaya başlar.)

Hala — İkisi de yeğenim. Ayırt etmek olur mu!

Kâhya Kadın — Ha alta, ha üste gelen yüzü aynı yastık yüzünün… de… işte…

Hala — Ee, Gül benim elimde büyüdü, biliyorsun…

Kâhya Kadın — Bilmez miyim! Hem, ben o kanbağı derler a, ona da kulak asmam. Akarmış sözde damarında, akarsa aksın, ben görmedikten sonra. Bana sorarsan, her gün kokusunu kokladığın uzak bir hısım, taa uzaklardaki öz kardeşinden bin kat yakındır adama. Sebebine gelince…

Hala — Elindeki işine baksan ya sen, kadın!

Kâhya Kadın — Sustum, sustum. Bu evde konuşması da yasak zaten. Güzeller güzeli bir kız büyütmüşün, kadrini bilen mi var! Kendi çocuklarını dağ başında bir kulübede bırakmacasına üstelik, açlıktan titreye titreye evlatcıklarımı…

Hala — Soğuktan demek istiyorsun.

Kâhya Kadın — Soğuktan da, açlıktan da… Hem ne fark eder ki, bunca fedakârlığa karşı «Sus!» diye terslendikten sonra! Ben de bir hizmetçi parçası olduğum için susacağım tabiy. Susuyorum da işte, karşı-

lık da vermiyorum, diyorum ki…

Hala — Ne diyormuşun?

Kâhya Kadın — Ne mi diyormuşum? Bırak elinden şu. Allahın cezası kukaları, diyorum. Ne diyeceğim başka? Tıkır, tıkır, tıkır, çatlayacakmış gibi oluyor kafam..

Hala (gülerek) — Git, bak, bakalım, kim geldi!

(Susadurur sahne, kukaların tıkırtısı işitilir sadece.)

Satıcının Sesi — Pa-a-patya-ci-i-i-yi… Dağ-çi-çi-yi-i-i -i-i!

Hala (kendi kendine konuşarak) — Az gelir o aldığımız papatya. Dünyanın bin türlü hali var… Bakarız çaresine, papatyacı bidaha sefer geçtiğinde… Otuzyedi, otuzsekiz…

Satıcının Sesi (uzaktan) — Pa-a-patya-ci-i-i-yi… Dağ-çi-çi-yi-i-i-i!

Hala (bir iğne daha ataraktan) — Kırk… Kırktır, uğurdur…

Yeğen (girerek) — Hala…

Hala (başını işten kaldırmadan) — A, sen misin? Otursana!… Gül de gezmeye çıktı demin.

Yeğen — Kimnen gitti ki?

Hala — Manola’larla. (Duralar, Yeğen’e bakar.) Nen var senin? Bişey mi oldu?

Yeğen — Evet.

Hala (tedirgin) — Yoksaa?… Korktuğum gelmemiştir, inşallah, başımıza!

Yeğen — Yok! Oku hele şunu!

Hala (okur) — E, belliydi bunun böyle olacağı. Onun için karşı koydum a Gül’le nişanlanmana. Biliyordum, mecbur, ananın-babanın yanına gideceğini er geç. Ne de yakın yer, yarabbi, kapı komşu! Kırk günlük yol dedindi, diğ’mi, Tukuman mı nedir o cehennemin dibi?… Bak; sana söyleyim, erkek olmadığıma şükret, bi de ihtiyar halime, yoksaa, nassı’ bir şamar

patlatırdım o senin şipşirin suratına!…

Yeğen — Gül’e âşık olduysam ben, mahsus mu yaptım?… Bu mektuba sanki bayram mı ediyorum sandın?… Niye koştum geldim ki senin yanına? Şurdan şuraya kımıldamak istemiyorum da ondan!..

Hala — Ne dedin? Ne dedin? Kımıldamıycakmışın mı burdan? Boynuna borç, senin oraya gitmek! Çiftlik çiftlik değil ki, arzullahı vasıâ, baban da alil… İstesen de, istemesen de, zorla bindiririm ben seni o vapura… Bindiririm, bindiririm a, yine de bil nasıl zehir ettiğini hayatımı!… Ya Gül, o n’olacak? Öyle mor şeritli, felaket bir ok atıyorsun ki kızcağızımın yüreciğine! Anlayacak garibim, anlayacak keten denen nesnenin sade çiçek örneği işlemeye değil, gözyaşlarını silmeye de yaradığını…

Yeğen — Bana öğüt, n’apayım ben, hala?

Hala — Gideceksin elbet. Seni çağıran babansa, benim de kardeşim o. Burda kaldırım mühendisliği yapıyorsun, başka ne! Oraya gidince bari bir baltaya sap olacaksın.

Yeğen — Bütün istediğim ama…

Hala — Evlenmek diyil mi?… Aklını mı oynattın sen? Elin ekmek tutmadan, tîh-ı teber, şâh-ı levent, baş-göz olacaksın, haa! Gül’ü kapıp yanına, ver elini babanın bakımsız çiftliği? Yok öyle şey, küçük bey! Ölürüm de yine bırakmam, amcanın ölüsünü görüyim ki!…

Yeğen — Canım, ben de şey için söyledim. Biliyordum yoksa olamayacağını. Yeter ki Gül beklesin beni. Çok sürmez, dönüp geleceğim nasıl olsa.

Hala — Orda Tukumanlı bir kızla mercimeği fırına vermezsen tabiy. Ah, ah, nişanlanacağız biz, diye karşıma dikildiğinizde, dilim kopaydı da, o «evet» sözü ağzımdan çıkamaz olaydı! Yavrucağım şimdi benim, dört duvar arasında, bibaşına çile doldursun dursun! Sen

de alıp başını okyanuslar aşırı, Amazonlar taşırı, o portakal bahçelerinde keyif çatmaya yollan! Küçücük kızım benim tesbih tanesi gibi günleri sayıp dururken burda, sen altında doru kısrağın, sülün avlarında gönül eyle… Allahtan reva bu?…

Yeğen — Neler söylüyorsun sen, hala, hiç yoktan böyle! Söz verdim, tutacağım elbet. Babam Amerika’daysa şu anda, sözünün eri olduğu için, değil mi? Sen de biliyorsun pekâlâ…

Hala (yavaştan) — Yavaş ol!

Yeğen — Yavaş olayım ama, sen de saygılıyım diye sana, şerefimi ayaklar altına alma!

Hala (Endülüskâri bir istihzayla) — Affedersin! Unuttum büyüdüğünü, erkek mertebesine erdiğini. Kusuruma bakma!

Kâhya Kadın (ağlayarak girer) — Erkekmiş! Erkek olaydı, kımıldar mıydı hiç burdan!

Hala (harbi) — Sus sen!

(Kâhya Kadın höngürdemeye başlar.)

Yeğen — Gidiyim ben, şimdi dönerim. Siz söyleyin ona, n’olur!

Hala — Söylerim, merak etme! İhtiyar omuzlarıma çöker zati çöküntülerin yükü hep.

(Yeğen çıkar.)

Kâhya Kadın — Ahh-ah, nedir bu başına gelenler senin, küçücük yavrucuğum! Ahh-ah-ah-ah, neymiş bu senin taksiratın!… Erkek sırasına sayılıyor bu da! Sopa çizmiş yer etmiş, Allah adını er etmiş! Onun yerinde olsam ben, sokaklarda ite köpeğe avuç açardım da, bu dünyalar nimetini tepip, şurdan şuraya kıpramazdım!… Ah, hanım, ah, gözyaşlarına belenecek bu ev yine… yine… (Toparlar kendini.) Hay sağlıcakla yesin şeytan minareleri onun şerefini de, şerefesini de!

Hala — Allah yapar, iyi yapar!

Kâhya Kadın —

Susam tohumuna rahmet,

Teslise ki siyanet,

Kopsa da kızılca kıyamet,

Gözüne girmesin gaflet,

Ve de belindeki bereket

Tuz buz olsun nihayet!

(Su kovasını kapıp eline, yere bir istavroz çıkarır.)

Hala — Lanet okuma, kuzum! Temizliğine bak sen!

(Kâhya Kadın çıkar. Kahkahalar duyulur. Hala da çıkar.)

I. Manola (girip, şemsiyesini kapatarak) — Ha, ha-ha-hay!

II. Manola — Ha-hay! Allah layığını versin!

III. Manola — Off-of!

Gül —

Ofuna of ama, niye?

Kim bu kavalye?

III. Manola —

Kime kimseye!

Gül —

Kim derecek bu ofları

Elvan ağzından pekiy?

I. Manola —

Midye yahut istiridye.

II. Manola —

Allah etmeye!

III. Manola —

Bindi mi iş resmiye,

Yastığıma yüz sürmeye…

Gül —

Biyer varmış, Manolya,

Of diye bir yer,

Gitmez miydin oraya?

II. Manola —

Kim o Andrea Dorya,

Denize dikilmiş fasulya.?

Gül —

Ya varsa öyle bir genç, gözlerinnen ela,

Gölgeleri güneşe döndüren bir dünya?

Karadır bir tanyeri kaşlarının arası,

Gülhatmiler kıyamıyor okşamaya…

İki akşam da mı etmez gelincikli bir rüya?

I. Manola —

Ela gözlerine onun bari

Bağla hemen eflatun bir kordela!

II. Manola —

Lâ-lâ Lâlâllâ la!

III. Manola —

Lâlâllâ lâlâlâlâ la!

Gül —

Allah alla!

Senin için de ama,

Busen, neler söylüyorlar,

Manola!

I. Manola —

Deli deli hep,

Dedikodu!

II. Manola —

Battı balık,

Gecekondu!

III. Manola —

Kimmiş o benim hakkımda konuşan

Dudullulu Dudu?

Gül —

Pekiy, Gül konuşsun bi de,

Bakalım, o ne dedi?

I. Manola —

Dedikodu,

Kodu-dedi,

Sarman kedi!

Gül —

Endülüs’ün Elevera Caddesi,

Bir konak var, manolyalar bahçesi,

Üç kardeş ki ciğerimin köşesi,

Manola’lar, üçü dördü, dördü beşi,

Battı mıydı o akşamın güneşi

Süzülürler birer birer dışarı,

Hem de Elhamra Sarayı’na doğru…

Yeşiller giyinmiş benimki,

Öbürünün entarisi leylaki,

Üçüncünün belinde İskoç kemeri

Püskülleri kalçalar’nın üstünde

Sallanıyor bi ileri bi geri…

Önden sekiyor iki keklik,

Hotozludur arkadaki güvercin.

Yol boyunca telli kavak,

Hışır hışır eder muslin…

Ne ıssız yermiş şu Elhamra!

Kız, Manola, ne demeye girersin

Sarmaşığın güllere sırnaştığı

O kuytulara, o kovuklara?

Aşıklar mı var yolun bekleyen?

Kavil yerin hangi mersin?

Hangi eller derecek mürvetini

Göğsünde tokuşan ikizlerin?…

Yoo, hiç günahlarına girmeyelim,

Uslu uslu gidiyorlar, bakın,

İki keklikle ardından bir güvercin!

Çapkınlık diye de bişey var lakin,

Dallara tünemiş üç uçarı cin…

O çan kulesi ki ihtiyar çoban

Rüzgâra katıp tunç sürülerini

Ağıllarına yolladı çoktan,

Çocuklar da topladı körebelerini.

Gece indi inecek düzlere

Dağ başlarından karartılarla.

Ama oralı değil küçük Manola,

Eteğinin fırfırları arasından

Ruganlarını gösterip duruyor hâlâ,

Ve kaşlarını düzeltirken ortanca

Kırıtarak geliyor arkadan abla — ..

Nereye ki böyle bu üç huri,

Merakından dimdik olmuş göğüsleri?…

I. Manola —

Biz kaldık sanki koskoca Endülüs’de

Tefe konup çalınacak aşifte!

II. Manola ;

Âşığı filan mı var birimizden birinin?

Gül —

Ben öyle bişey demedim.

II. Manola —

Emin misin?

Gül —

Eminim.

III. Manola —

Hiç merak etme, kardeş,

Biz gelin oluncaya dek

Koynumuza değil erkek,

Bir kelebek bile girmeyecek.

Gül —

Öyle ama…

I. Manola —

Suç mu yani geceleri dolaşmayı seviyorsak?

Gül —

E ama…

III. Manola —

Sokaklar karanlıksa bizim mi kabahat?

Gül —

Pekiy ama…

II. Manola —

Elhamra’ya gidiyorsak kopmadı ya kıyamet,

Hem de kavalyesiz, yalnız başına!

I. Manola —

Off of!

III. Manola —

Suss, kız!

I. Manola —

Niyeymiş o?

III. Manola —

Bir duyan olur, ayol!

II. Manola —

Oyy oy!

Gül —

Elhamra bu, değil saray,

Yasından bir yasemin

Üstüne vurdukça ay…

Kâhya Kadın (çok üzgün) — Halan çağırıyor, yavrum.

Gül — Ağlamışsın sen!

Kâhya Kadın (nefsini, dizginleyerek) — Yok, canıım!… bişey oldu da işte…

Gül — Ne oldu, dadı?,.. Var bir ferasetlik!…

(Kâhya Kadın’ın gözlerinin içine takarak, hızlı hızlı çıkar. Kahya Kadın da sessiz sessiz ağlamaya taşlar.)

I. Manola (bağırarak) — Ne oldu?

II. Manola — Anlatsana!

Kâhya Kadın — Yavaş!

III. Manola (alçak sesle) — Çok mu kötü bir haber?

(Kâhya Kadın kızları kapıya güder, Gül’ün gittiği tarafı kolaçan eder.)

Kâhya Kadın — Söylüyor halası. Evlatçıım!

(içeriyi dinledikleri sürece, sessizlik.)

I. Manola — Ağlıyor Gül. Gidelim yanına.

Kâhya Kadın — Gelin benlen de, anlatayım ne oldu.

Yalnız bırakın onu. Yan kapıdan çıkartırım sizi.

(Çıkarlar. Sahne boştur. Uzaklardaki bir piyanodan bir Czerny etüdü duyulur. Sessizlik. Yeğen girer, odanın ortasına geldiğinde, Gül’ün de girdiğini görünce durur. Oldukları yerden bakışırlar. Yeğen ilerler. Gül’ü belinden kavrar. O da başını delikanlının omzuna dayar.)

Gül —

O hain gözlerin niye

Perçinlendi gözlerime,

Göze gelsin yüreğim, ,

Göz göz olsun mu diye?

Bundan böyle nasibim

Bülbüle nasip çile.

Cemalinle aklım çeldin,

Bent ettin beni kendine,

Yitti çengim, düzenim

Gurbet ele gitmenle.

Yeğen (karşısına alır kızı, otururlar) —

Ah, kuzinim, definem,

Filizkırana bülbül

Düştü diyorsun madem,

Gül de kavrulmasın için

Nefes tüketme, bitanem!

Gider miydim ben yoksa

Köpükten sümbüllerle

Aşarak okyanusu,

Bilsem ki söndürecek

İçimdeki ateşi su!

Gül —

Hanımeli! kameriyede

Uyuklarken bir ikindi

Baktım, indi önde güle

Aşk meleği çift Kerûbî,

Akça pakçaydı zavallı,

Kor ateş kesildi öyle

Ve yanmış olmalı ki

İlk sevda öpüşüyle,

Döküldü hep yaprakları

Kendi gibi nazlı nazlı…

Ben de aynen, mazlum yeğen,

Özlemim melteme minnet,

Bedenim sazlara nisbet,

Defneler içre koşarken,

Ben ki toy, şaşkın ceren,

Bişey saplandı şurama

Gözlerim sana değmeynen,

Yareler açtı bağrıma

Aşk ki meğer bir diken…

Yeğen —

Dönmez olsun bu dünya

Ben de eğer dönmezsem

Kapıp seni kaçırmaya,

Mutluluğa açıp yelken

Altın bir sefineylen…

O gün erişinceye dek

Derdim günüm seni sevmek.

Gül —

Çanağımdan taşan ağu,

Aşksız kaldı mıydı ruhu

Kavuran amansız buğu

Dalgaların köpüğüylen

Dokur bana da bir kefen.

Yeğen —

Çiy çalınmış çayıra

Yayılmış mahmur atlar,

Nehirden yükselen sis

Yel önünde ak duvar,

Uykusuz ettiğim sabah

Ah etmişim kim duyar?

Sürgünden başka ne ki

Sensiz bana o diyar?

Ben o yoldan dönmezsem,

Uğruna ölürüm, yâr!

Gül —

Bekliyceğem elbet seni.

Yanlış anlama asla!

Tuza kesmiş ışıklar hep

Denizlere daüssıla…

Gelirsin diye bir akşam

Sırtında bavulunla…

Sayrılara dönmüş bahçem

Limonların sarısınla…

Endülüs kendine küs,

Yaseminler bakar yola,

Hayrola diye, hayrola!

Yeğen —

Döneceğim, döneceğim!

Gül —

Muştunu verecek kim?

Kim o hayırlı güvercin?

Yeğen —

Üveyikler benim sevgim!

Gül —

Ben de sana ipeklerle

Güveylikler dikeceğim!

Yeğen —

İsa’nın pırılına,

Karanfilin kızılına

Ant olsun ki ben de

Gecikmey’cem, gecikmey’cem!

Yakında görüşmeye,

Dünya gözüynen!

Gül —

Yakında görüşmeye,

Rüya gözüynen!

(Kucaklaşırlar. Piyano sesi gelir uzaktan. Yeğen çıkar. Gül geride kalır, ağlar. Amca görünür, limonluğa yönelir. Onu görünce, Gül oracıkta duran gül kitabını alır eline.)

Amca — N’apıyorsun?

Gül — Hiç.

Amca — Kitap mı okuyordun?

Gül — Hııı…

(Amca çıkar.)

Gül (okur) —

Sabah sabah açar kâfir

Kan-kırmızı.

Yanına yanaşmaz çiy,

Yanmış bikere ağzı…

Tam açılır öğlenleyin

Dipdiri, sanki mercan.

«Benden de parlak!» diye güneş

Hayran bakar camlardan…

Kuşlar başladı mıydı dallarda

Zemzeme çekişine

Ve baygın düştüğünde ikindi

Denizin menevişine,

Küser ki herhal, sararıp solar,

Dünyanın gidişine…

Üfürdüğünde de klarnetini gece

Aheste beste

Ve yıldızlar adım adım ilerleyip

Rüzgâr geriledikte,

Yağmaya başlar yaprakları

Ve karanlık ki eşikte…

PERDE

II. PERDE

(Gül Hanım’ın evinde bir oda. Geride bahçe.)

Bay X — Bu yüzden de ben bu asrın insanıyım, yani asri bir insan.

Amca — Yeni başladığımız bu asır maddecilik asrı olacak, maddecilik!

Bay X — Lakin geride bıraktığımız asırdan çok daha mütekâmil bir asır… Ne diyorsunuz siz, azizim, Madrid’in ileri gelenlerinden Senyör Longoria bir otomobil satın aldı ki geçen gün, tam on sekiz mil sürat yapıyor saatte, uçuyor adeta, uçuyor. İran Şahı da… e, çok janti bir zat doğrusu… bir Panhard Levasson marka araba almış, he-heyy, yirmi dört beygirlik motoru!

Amca — İyi, güzel âmâ, aceleleri ne, nereye yetişecekler bu süratle? Biliyorsunuz Paris-Madrid yarışında ne oldu, daha Bordeaux’ya gelmeden kafalarını patlattıkları için tekmil yarışçılar, tatil edildi müsabaka, değil mi?

Bay X — O kazada ölen Kont Zbronsky ve Marcel Renault veya Renol… her iki surette telaffuza müsait çünkü… müsbet ilmin şehitleri olarak bir gün, asrı-

mıza uygun bir din kurulacağına göre er geç, takdis edilecek ve merasimle mabedlere defnolunacaklardır, hiç şüpheniz olmasın. Yakın arkadaşımdı Renault. Çok severdim keratayı.

Amca — Mazur görün, bu hususta mutabık değilim sizinle.

Bay X — Bu harika işte! Gerçi bir ekonomi politik profesörünün bir gül yetiştiriciyle münakaşası biraz garip kaçıyor ama, sizi temin ederim, azizim, böyle bir günde, böyle bir çağda, tevekkül felsefesi ve… hangi tarz olursa olsun… gerici fikirler tutunamayacaklardır asla. Diyorum ki, günümüzde yeni bir Vaftizci Yahya ortaya çıkmış, yeni bir yol veya yeni bir tarik… iki surette de söylenebilinir çünkü… açmıştır önümüze. Ve… başka bir misal vermek lazım geliyorsa, bir Kont Leo Tolstva… ki avam arasında Tolstoy diye anılıyor maalesef… şekilde yepyeni incelikler ve manada yepyeni derinlikler bahş etmiştir edebiyata. Ben şahsen dağdağalı bir şehrin, daha doğrusu bir metropolün göbeğinde yaşamakla müftehirim. Natura naturata’ya, yani tabii tabiata muhalifim.

Amca — Herkes kendi hayatını yaşıyor, yahut yaşıyorum sanır, aklının erdiği kadar elbet…

Bay X — O malum!… Arz, vasattan da aşağı bir seyyare, biliyoruz onu ama, medeniyete de yardım etmemiz lazım! Santos Dumont mesela, mukayeseli meteoroloji tahsil edecek yerde, gülleri seyre vakfedeydi kendini, zatül-hareke balon, Brahma’nın bol bulutlu etekleri altında kaybolur, giderdi tabii…

Amca (içerleyerek) — Nebatat da bir ilimdir ama!

Bay X (küçümseyerek) — Evet, evet, tatbiki bir ilim yalnız! Dediğim gibi, o rayihalı ravent kökünün evsafını veya Datura Stramonium’un müsekkin hassalarını tetkikle iştigal eden ve orda başlayıp orda biten dar bir saha!…

Amca (masumane) — Ülfetiniz oldu demek bu nebatlarla?

Bay X — Min-gâyri-haddin! Zikri geçecek derecede değil tabii ama… Beni asıl alakadar eden saha kültür, bey’fendi, kültür! İşte bu kadar! Voila! (Sesizlik.} Gül Hanım nerelerde?

Amca — Güül. (Sessizlik. Daha yüksek sesle — ) Güüül!

Ses (içerden) — Evde değil!

Amca — Evde değilmiş.

Bay X — Üzüldüm.

Amca — Ben de… Sahii, İsim Günü’ydü bugün, kırk amentü okumaya gitmiş olacak kiliseye.

Bay X — Benim adıma bu kolyeyi kendisine takdim eder misiniz, lütfen? Gagalarında endüstri çarkını taşıyan iki güvercinin sırtından yükselen, ve sedeften bir Eyfel Kulesi.

Amca — Çok sevinecektir bu lütfunuza.

Bay X — Azkaldı, gümüş bir top gördüm… ateş eden cinsinden yani… namlusundan Jeanne d’Arc’ın sureti görünüyordu, onu alacaktım. Derken bir kemer tokası ilişti gözüme, bir yılanla dört yusufçuk işlenmiş üstüne… Sonra bu seçtiğim, daha şık bir hediye olacak diye düşündüm…

Amca — Teşekkürler.

Bay X — Beğendiğinize çok memnun oldum.

Amca — Teşekkürler.

Bay X — Azize zevcenize tazimlerimi, lütfen, nakledin!

Amca — Çok teşekkürler.

Bay X — O sarman yeğeninize de tazimlerimi arz ederim tabii. Kendisine İsim Günü dolayısıyla, en iyi şanslar temenni ederim, naturellement…

Amca — Binlerce teşekkür.

Bay X — Her zaman emrinizdeyim, efendim.

Amca — Milyon kere teşekkür.

Bay X — Tekrar ediyorum…

Amca — Teşekkür ediyorum ben de, teşekkürler, efendim, teşekkürler.

Bay X — Görüşmek üzre, görüşmek üzre… (Çıkar.)

Amca (bağıra bağıra) — Teşekkür ettik sana! Teşekkür! Teşekkür!…

Kâhya Kadın (gülerek girer) — Ne sabırlı adammışsın sen, bey’fendi! Ama bu sabrın sonu selamet değil. Bu herifle o öbür adıbatasıca Konefiçyüs Bey mi ne, hafta sekiz, gün dokuz gide gele, sonunda bu hane çatadanak çatlayacak orta yerinden. Duvarları sabırtaşından örülmüş olsa da kâr etmez, alimallah!

Amca — Kaçtır söylüyorum sana, şu kapıdan dinleme âdetinden vazgeç diye!

Kâhya Kadın — E, buna nankörlük denir resmen! Kapının arkasına dinelmiştim, doğru, ama dinlemeye değil… nesini dinleyecekmişim o zırvaların!… tavan süpürgesini kapıya dayamak için başaşağı, tez cehennem olsun diye o kazulet!

Hala (girer) — Gitti mi nihayet?

Amca — Gitti. (Çıkar.)

Kâhya Kadın — Bu da mı Gül’ün taliplilerinden yoksa?

Hala — Ne talibi? Neler saçmalıyorsun yine? Gül’ü tanımamışsın sen!

Kâhya Kadın — Taliplileri gözüm seçiyor ama.

Hala — Yeğenim nişanlı benim, nişanlı!

Kâhya Kadın — Ağzımı açtırma benim, kuzum, açtırma ağzımı, söyletme kötüyü!

Hala — Kapat çeneni öyleyse!

Kâhya Kadın — Söyle, hanım, sözlü bir erkeğin, on beş yıl bu dile kolay, şu eşi-menendi bulunmaz kızı geride koyup gurbette eğleşmesi doğru mu sence? Evlenmesi lazım yavrucuğun, yazık, günah değil mi böyle? O marsilya tentenesi masa örtülerini, işlemeli yatak takımlarını, sofra takımlarını, rokoko çiçekli yatak ör-

tülerini güneşlensin diye çıkarıp yeniden sandığa yerleştirirken geçen gün, kollarıma nasıl bir kesiklik geldi, bilemezsin! O güzelim çeyizliklerini bahtiyarlık içinde kullana kullana çoktan eskitmiş olmalıydı şimdiye kadar. Ama zamanın nasıl koşturduğunun farkında değil garibim. Böyle giderse, söylemedin deme bana, ak düşmüş saçlarıyla billah, balaylık sabahlığının yenlerine seten şeritler geçirerek gününü gün edecek hâlâ…

Hala — Pekiy ama, ne diye sen üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokuyorsun?

Kâhya Kadın (şaşalayarak) — Yaa, demek öyle! Bilesin ama, ben o işlere burnumu sokmuyorum, o işler benim burnuma sokuluyor, a hanım!

Hala — Kendi memnunsa halinden, daha ne?

Kâhya Kadın — Öyle sanıyor o, işin felaketi!… Dün, yanından ayırmadı beni, tuttu sirkin kapı ağzında, tam beş saat, kuklacılardan biri sözlüsüne benziyormuş diye sözde!

Hala — Benziyor muydu da sahiden?

Kâhya Kadın — Ne münasebet! Çocuk, kiliseye ilk vaazını vermeye gelmiş çiçeği burnunda bir rahip demesine güzeldi. Ama bizimki, kuruntu ediyor kendine, o çekme bel, o pembe-beyaz gerdan, o kaytan bıyıklar o sözlüsü olacak kıytırıkda da var diye sankim… Benzeteyim öyle benzetmeyi!… Sizin ailede de, hanım, doğrusu, yakışıklı erkek nanay!

Hala — Anlamadım!

Kâhya Kadın — Anlamayacak ne var bunda, tıkızdır hep sizin sulbünüz, dar omuzludurlar.

Hala — Yaaaaaa!

Kâhya Kadın — Yağı balı bu bunun, hanım!… Asıl diyeceğim, Gül o serseriden hoşlandı fena halde. Sen de, ben de, genç olsak, hoşaflanırdık a ona, neyse… Lakin kız, öbür alığa komanço ediyor bu oğlanın mezi-

yetlerini! Şeytan dedi, kap şu pabucunu, çal şu çaylağın çatına alnının! Şaşkolozz!

Hala — Anlaşıldı, anlaşıldı! Burda kalsın bu aramızda!… Maskara da maskaralığını bilsin, söylensin ama, fazla da ileri gitmesin!

Kâhya Kadın — A, üstüme iy’lik sağlık! Ağzın varsa… hani nerdeyse, Gül’ü sevmiyorsun sen diyeceksin bana!…

Hala — O da aklımı çelmiyor değil zaman zaman…

Kâhya Kadın — Ben ki ona, istese, istemese de, ağzımdan lokmamı, damarımdan kanımı veririm seve seve…

Hala (sertçe) — Amaan, laf ebesi seni!

Kâhya Kadın — Unuttun mu yoksa, ben onun ebesiyim, ayol! Onun için de daha yakınım ona, var mı bi diyeceğin?

Hala — Affetmişin sen onu!

Kâhya Kadın (celallenerek) — Affı maffı bu işte!

Hala — Yüzüme bağırıyor bi de!

Kâhya Kadın (sesini yükselterek) — Bağıracağım işte!

Hala — Sus bakıyım ordan, cahil!

Kâhya Kadın — Kırk yıllık hizmete karşılık bu, değil mi!

Hala (ağladı ağlayacak) — Atıldın işten!

Kâhya Kadın (büsbütün sesini yükselterek) — Şükür Allahıma, şu suratını görmeyeceğim senin bidaha!

Hala (ağlayarak) — Defol dışarı!

Kâhya Kadın (hıçkıra hıçkıra) — Dışarı haa!

(Höngürdeyerek kapıya yönelir. Tam dışarı çıkacakken, bişey düşer yere. İkisi de ağlıyordur. Sessizlik.)

Hala (gözyaşlarını silerek, tatlı dille) — Neydi o düşürdüğün?

Kâhya Kadın (ağlayarak) — Termometre mahfazası. Antika.

Hala — Antika mı?

Kâhya Kadın — On beşinci mi, yirmi beşinci mi unuttum, şimdi, Louis’nin birinin biçiminceymiş, öyle dediler.

(Ağladırlar.)

Hala — Görebilir miyim?

Kâhya Kadın (yanaşarak) — Gül’e İsim Günü hediyesi.

Hala (burnunu çekerek) — Pek de zarifmiş!

Kâhya Kadın (ağlamaklı bir sesle) — Al kadifenin göbeğine bir çeşme oturtmuşlar, deniz kabuklarından. Çeşmenin başına da telden ama, yeşil güller açmış bir ağaç… Yalağı mavi puldan, akarsuyu da termometrenin kendisi. Yanlarındaki birikintiler yağlıboya çalınmışı, kıyıcağında bir bülbül, gelin telinlen işlenmiş, su içiyor ordan… Bir yay uydurun dedim, kurgu, ötsün bülbül diye hani, olamıyormuş nedense…

Hala — İnce işçilik ister de ondan.

Kâhya Kadın — Hem bülbül şakımasa ne lazım gelir ki? Canlıları var öten bizim bahçede.

Hala — Doğru ya. (Sessizlik.) Niye bu kadar zahmetler ettin ama?

Kâhya Kadın (hıçkırarak yeniden) — Gül’üm için zahmetin sözü mü olurmuş!

Hala — Senin gibi seven yok oncağızımı.

Kâhya Kadın — Sen varsın a!

Hala — Yoo, yo! Sen ona hayat verdin, ayol!

Kâhya Kadın — Sen de ona hayatını verdin ama!

Hala — Ben yaptıysam o işi, boynuma borç diyeydi, seninkiyse gönlünün yüceliğinden.

Kâhya Kadın (sesini yükselterek) — Bidaha söylersen bunu, bak, karışmam!

Hala — Çoktan ispat ettin sen onu herkeslerden fazla sevdiğini.

Kâhya Kadın — Benim yerimde kim olsa yapardı o

kadarını. Hizmetçi değil miyim ben? Sayıyorsun paramı, ben de hizmet ediyorum ona göre.

Hala — Şimdi değil bu, ben seni oldum-olası aileden biri saymışımdır.

Kâhya Kadın — Gücü yettiğince çalışan bir hizmetçi parçasıyım ben, başka ne?

Hala — Halt etmişin sen onu!

Kâhya Kadın — Haltı maltı; üstü altı bu işte!

Hala (sinirlenerek) — Bu sözü söyletmem ben sana bu evde! Tez gideyim şurdan da, işitmemiş olayım bari!

Kâhya Kadın (sinirlenerek) — İşitmezsen, ben de giderim işemeye!

(Ayrı ayrı kapılardan, ikisi de çıkacak olurlar. Sade, Hala tam dışarı adım atıyorken, Amca ile toslaşır.)

Amca — Nedir bu, yau! Siz yıllardır gül gibi yaşadığınıza bakmayıp beraber, diken oldum sanıyorsunuz birbirinize!

Hala — Huysuzluğundan onun hep, dikbaşlılığından.

Amca — Anlatma hiç boşuna! Ezbere biliyorum ben bu işi… Lakin, onsuz da edemiyorsun, değil mi? Daha dün kulak misafiri oldum tesadüfen, bankadaki hesabımızın ıcığını cıcığını anlatıyordun ona. Diyeceğim, sen hanımlığını biliyor musun ki, o da haddini bilsin! Bir hizmetçiyle konuşulacak mevzu mu bu!

Hala — Hizmetçi değil ki o!

Amca (tatlılıkla) — Tamam, tamam! Münakaşa etmeyelim hiç!

Hala — Yani konuşulmaz mı demek istiyorsun benimle?

Amca — Konuşulur a, ben susmayı tercih ediyorum şu ara.

Hala — Alttan alttan sitem etmeyi de ihmal etmiyorsun ama!

Amca — Ne diyim istiyorsun, unlar elenmiş, elekler asılmış madem?… Kendim yapıyorum yatağımı, elbisele-

rimi kınakına kabuğuyla temizliyorum, odamdaki halıları havalandırıyorum… tek, aramızda bir tatsızlık çıkmasın diye…

Hala — Bu evde her bişey senin rahatına, paşa gönlüne göre ayarlanmışken, ayıp şimdi böyle ihmale uğramış aile reisi tavırları takınman, çok ayıp!

Amca (tatlı tatlı) — Tam tersine, canımın içi!

Hala — Tam tersine tabii! Köşemizde oturup tentene öreceğimize, senin güllerini buduyoruz. Sen, benim için ne yapıyorsun sanki?

Amca — Affedersin, hayatım. İnsan hayatında bir an geliyor ki, yıllar-yılı anca-kanca yaşamış insanlar en olmadık şeylerden küskünlük bahaneleri, hırgür vesileleri çıkarmaya başlıyorlar. Sırf… küllenmiş de ne!… ölmüş bir ateşi canlandırmak için… Yirmi yaşındayken bizler, böyle mi konuşurduk?

Hala — Böyle konuşmazdık elbet, camı çerçeveyi indirirdik…

Amca — Sahi!… Hiç üşümezdik, değil mi, yine de…

(Gül Hanım görünür. Gülkurusu entarisinin rengi. Biçimi de değişik. 1900 modası karpuzkollar tarihe karışmıştır. Eteği balon. Elinde bir makasla sahneyi yarıp geçecekken, ortada duraklar.)

Gül — Postacı gelmedi mi?

Amca — Geldi mi?

Hala — Bilmem. (Seslenir.) Postacı geldi mi? (Sessizlik.) Gelmemiş, gelmemiş daha.

Gül — Bu saatte hep geçiyordu da.

Amca — Bir iki saat öncedir onun geçişi.

Hala — Canım, gecikiyor da arasıra…

Gül — Geçen gün gördüm, üç çocukla seksek oynuyordu sokakta, mektuplar yerde tınaz…

Hala — Gecikse de gelir gelmesine.

Gül — Gelince, sesleyin beni olur mu?

Amca — Nereye öyle, elinde o makasla?

Gül — Gül kesmeye gidiyorum.

Amca (afallar) — Ne dedin? Kim izin verdi sana?

Hala — Ben verdim. İsim Günü bugün.

Gül — Bir kısmını çiçekliğe, birazını da ön odadaki vazolara koyayım dedim.

Amca — Her gül kesişinde sen, parmaklarımdan biri kesiliyormuş gibi oluyor. Biliyorum, fark etmiyor senin için ya… (Karısının yüzüne bakarak — ) Münakaşa etmeyelim n’olur! Ben de biliyorum nasıl olsa öleceklerini… Kısa olurmuş gülün ömrü!…

(Kâhya Kadın girer.)

«Gül Valsi» diye bir parça var ya, şu sırada pek revaçta, orda da öyle diyorlar ama, gülleri vazo içinde görmeyeyim, içimden bişey kopuyor…

Gül (dadısına) — Posta gelmedi mi?

Kâhya Kadın — Bana sormazsınız a, ben söyleyim, gül dediğin yarasa, yarasa, odaları süslemeye yarar. Şifalı ot değil ya bu!

Gül (sinirlenerek) — Sana posta geldi mi diye sordum!

Kâhya Kadın (sinirlenerek) — Gelen mektupları eteğimin altına saklamıyorum a ben!

Hala — Sen git de, kızım, kes hangisini istiyorsan güllerin!

Gül — Bu evde, ben de dahil, gülden geçilmeyen bu evde, neye dokunsan, dağlıyor insanın elini.

Kâhya Kadın — Evet, kızım, bu evde, köşe-bucak, senden gizli, ağulu baldıran yetiştiriyoruz, ne sandın.

(Sahneden çıkar.)

Hala — Güül, söyle bana, mesut musun, kızım? .

Gül — .Bilmem.

Hala — O da ne demek?

Gül — Valla, kimi-kimseyi görmediğimde mesudum ama… eeeh… kime-kimseye görünmeden de olamadığına göre…

Hala — Canım, ben de onu söylüyorum. Nişanlın da istemiyor eve kapanasın. Her mektubunda yazıyor, Gül dışarı çıksın, gezsin, dolaşsın diye…

Gül — Anlamıyorsunuz ki siz, asıl sokağa çıktığımda ben, kafama dank ediyor zamanın nasıl geçtiği. Onun için seyrek çıkışım evden, burkulmasın ayağım, burulmasın kalbim diye… Küçük meydanın orda yeni bir ev çıkmışlar, şipşirin… Halbuki ben anlayayım istemiyorum zamanın nasıl geçtiğini… Anlatabildim mi, bilmem?

Hala — Elbet, yavrum, elbet. Defalarca söyledim sana, yaz şu yeğenine, başka birinle evlen diye. Genç çocuklar var sana âşık, yaşlı başlı adamlar da…

Gül — Ama hala, duygularım benim, ağacın köklerine emsal, salınmışlar ta diplere. Karışmasam elin-günün arasına, o gideli, inan olsun, haftası gibime geliyor. İlk günüymüşçesine ayrılığımızın, ne bileyim, öyle bekliyorum işte… Hem bir yıl, üç yıl, beş yıl ne ki? Benim yolum da işte, böyle bir yol! (Çıngırak çalınır.) Posta!

Hala — Bakalım, sana ne yollamış?

Kâhya Kadın (girerek) — O musibet kızkuruları geldi!

Hala — Deme!

Gül — Buyur etsene içeri!

Kâhya Kadın — Üç kart kızla kartoloş anaları! Giyimlerine, kuşamlarına değme gitsin, ama kursaklarında iki kurumuş zeytin!… Ah, bir tenhada yakalasam onları… eşek sudan gelinceye kadar… bak, Allah yarattı der miydim!…

(Çıkar. Üç gudubet Kız’la Anaları girer. Üç Kızkurusu’nun başında, tüyleri kötülemiş kocaman kocaman şapkalar, sırtlarında rüküş entariler, bileklerine kadar inen eldivenlerinin üzerine bilezikler dizilidir, boyunlarına asılı

uzun uzun zincirlerden yelpazeler sallanır. Ana’nın sırtında soluk, siyah bir elbise, başında şerifinin rengi atmış bir şapka.)

Ana — Nice, nice senelere!

(Öpüşürler.)

Gül — Teşekkür ederim. (Kızkurularını öper.) Muhabbet, Şefkat, Merhamet, sevgili kardeşlerim!

I. Kızkurusu — Nice, nice senelere!

II. Kızkurusu — Nice, nice senelere!

III. Kızkurusu — Nice, nice senelere!

Hala (Ana’ya) — Ayaklarımız ne vaziyette?

Ana — Beter, beter. Şu kızlar olmasa başımda, evden dışarı adım atmam ya işte…

(Otururlar.)

Hala — Lavanta banyosunu ihmal etmiyorsun, değil mi kardeş?

I. Kızkurusu — Her gece, muntazam.

II. Kızkurusu — Haşlanmış ebegümeci pansumanı bir de.

Hala — Birebirdir romatizmaya.

(Sessizlik.)

Ana — Bey nasıl?

Hala ; Çok iyi, efendim, teşekkür ederim.

(Sessizlik.)

Ana — Gülleriyle haşır neşir herhalde?

Hala — Her zamanki gibi efendim.

III. Kızkurusu — Bayılırım çiçeklere.

II. Kızkurusu — Bizim de bir Ermiş Frenk gülümüz var saksıda.

Gül — O Ermiş Frenklerin kokusu yoktur ama.

I. Kızkurusu — Pek az, canımın içi.

Ana — Asıl fullere tutkunum ben.

III. Kızkurusu — Menekşeler de çok cici şeyler.

(Sessizlik.)

Ana — Kızlar, o kartı getirmeyi unutmamışsınızdır, in-

şallah?

III. Kızkurusu — Unutur muyuz hiç, anne? (Paketi açarak — ) Bakın, gülkurusu entarili bir küçük kız, bir barometre aynı zamanda. Kapüşonlu rahiplerden de vardı ama, onların modası geçti çoktan. Rutubetin derecesine göre, küçük kızın en birinci krepon kâğıdından etekleri bir iniyor, bir kalkıyor.

Gül (okur) —

Bir sabah gülşende

Koptu bir vaveyla,

«Ne var,» dedi bülbül

«Gül Hanım’dan âlâ?»

Canım, niye zahmet ettiniz?

Hala — Çok kibar doğrusu!

Ana — Kibarlık bol da bende, para kıt, para.

I. Kızkurusu — Annee!

II. Kızkurusu — Amaaan!

III. Kızkurusu — Anneee!

Ana — Şimdi, kızlar, madem dostlar arasındayız burda, ağza da düşeceğimiz yok, içimi dökeyim şöyle serbest serbest. Sen de pekâlâ biliyorsun, kardeş, zavallı kocam öldükten beri, elimize kalan üçaylıklarla geçinebilmek için ne mucizeler yarattığımı. Hâlâ kulağımda çınlıyor sesi rahmetlinin, nasıl da cömert, nasıl da çelebi adamdı, bilemezsiniz, «Henrietta,» derdi bana, «aç kesenin ağzını, yavrum, bildiğin gibi harca, madem bugüne bugün sekiz gümüş sikke geçiyor elimize en azından.» O bolluk günleri geride kaldı ama. Yine de, onca sıkıntıya rağmen, cemiyet içindeki mevkimizi muhafaza ettik, Allaha şükür. Lakin, bu uğurda ne uykusuz geceler geçirdim, tahmin edemezsiniz, han’fendi kardeşim, sırf şu kızlar şapkasız gezmesinler diye! Ne gözyaşları döktüm, ne çileler çektim bir şerit parçası, bir kahkül çilesi için. Bu tüyler, bu teller, bu kurdeleler yüzünden romatizma oldum, ülser

oldum, kanser oldum… Allah etmesin.

III. Kızkurusu — Anneee!

Ana — Yalan mı söylüyorum, yavrum? Bütçemizden santim şaşamıyoruz, çaresiz. E, ben de, mecbur, soruyorum kızcağızlarıma — «Yavrularım, kahvaltıda yumurta mı istersiniz, yoksa, bando konserine sandalye mi?» diye. Üçü de, kaç sefer oldu bu böyle, bir ağızdan — «Sandalye, anne!» diye bağrışıyorlar.

III. Kızkurusu — Anneciğim, bu mevzuyu bırak artık. Bütün Gırnata bu esrarımıza, vakıf zaten.

Ana — E, onlar da haklı, elbet öyle diyecekler. O yüzden de işte, haşlanmış patatesle, bir salkım üzümle nefis körletme pahasına, nemiz var nemiz yok, Mogol pelerini diyoruz, Çin şemsiyesi diyoruz, harcıyoruz. Başka çare yok da ondan. Bu arada ama benim de ömrüm tükeniyor, gözlerim doluyor ikide bir yavrucuklarımı daha imkânlı kızlarla yarışır gördükçe…

II. Kızkurusu — Gül, Şehir Parkı’na gidecek misin bugün?

Gül — Yok.

III. Kızkurusu — Biz oraya gittik mi, ya Ponce de Leon’un kızlarıyla, ya Herrasti’lerle, ya da Papa Hazretlerinin iltifatına mazhar olmuş Barones Matilda var ya onun yeğenleriyle beraberiz muhakkak. Gırnata’nın en ekstra tabakasıyla, senin anlayacağın.

Ana — E, öyle olacak tabii. Boşuna yollamadım ben onları o «Cennet Kapısı» denen, alüyülâlâ mektebe!

(Sessizlik.)

Hala (ayağa kalkarak) — Yiyecek, içecek bişeyler, ne emredersiniz?

(Öbürleri de kalkarlar.)

Ana — Açgözlülük gibi olmasın ama, sizde yediğim yerfıstığı kurabiyelerini hiçbir yerde yemedim, kardeş.

I. Kızkurusu (Gül’e) — Haber alıyor musun

ondan?

Gül — Son mektubunda bir haber lafı ediyordu ama, bakalım bu seferkinden ne çıkacak!

III. Kızkurusu — Bitirdin mi o Valansiya tentenesi takımı?

Gül — Çoktaan! Nansuk bezinden başladığım o moare kelebekli takım da bitti bile.

II. Kızkurusu — Sen evlendiğinde, cicim, öyle bir çeyiz götüreceksin ki parmak ısıracak herkes.

Gül — O kadar da değil! Erkek kısmı hep aynı kıyafetlerle dolaşan hanımlarından çabuk bıkarlarmış, öyle derler, değil mi?

Kâhya Kadın (girerek) — Ayola’lar geldi, fotoğrafçının kızları.

Hala — «Hanım kızları» demek istedin herhalde!

Kâhya Kadın — Evet, efendim. Haşmet-penâhın hususi fotoğrafçısı ve Madrid Sergisi’nde altın madalya ile taltif edilmiş bulunan Ayola cenaplarının kerimeleri han’fendiler teşrif ettiler! (Çıkar.)

Hala — Tahammül etmem lazım ama, bazen de bi sinirime dokunuyor ki!

(Kızkuruları ile Gül birtakım keten bezlerine bakmaktadırlar.) Şu hizmetçi milleti yok mu!… (Yakasını silker.)

Ana — Tafralarından geçilmiyor! Öğleden sonraları ortalığa geliyor bir kız var. Bildiğimiz her zamanki rayiç üzerinden ayda bir peçeta verirdim, koltuğunun altına sıkıştırdığım şu-bu hariç. Geçen gün bir yaygara koparmaz mı, kardeş, ayda beş peçeta isterim diye! Olsa, vereyim ama…

Hala — Hiç, hiç beğenmiyorum ben bu gidişi!

(Ayola’lar girer, gülüş-kokuş, Gül’ü selamlarlar. O devrin abartmalı modasınca alabildiğine şıktırlar.)

Gül — Tanışıyor musunuz?

I. Ayola — Uzaktan.

Gül — Ayola Hanımlar, Madam Scarpini ve sevgili kızları.

II. Ayola — Promenatta görüyoruz sık sık, oturuyorlar iskemlelerinde. (Kahkahalarını tutarlar.)

Gül — Otursanıza, lütfen.

(Kızkuruları oturur.)

Hala (Ayola’lara) — Tatlı bir şey yer miydiniz?

II. Ayola — Allah etmesin! Daha demin kalktık sofradan. Domates soslu dört yumurta yemişim tam, iskemleden güç halile kalktım.

I. Ayola — Sevsinler!

(Gülüşürler. Sessizlik. Ayola’lar tutamazlar kendilerini, bir kahkaha koparırlar. Onları önleyim derken, Gül de sonunda tutamaz kendini. Ana ile Kızkuruları surat asarlar. Sessizlik.)

Hala — Ah, çocuklar, ah!

Ana — Gençlik; efendim.

Hala — Mesut demleri işte!

Gül (sağı solu tertipliyormuş gibi yapıp sahneyi dolanarak) — Rica ederim, susun! (Susarlar.)

Hala (Üçüncü Kızkurusu’na) — Piyano ne âlemde?

III. Kızkurusu — Bu ara pek az çalışabiliyorum. Bir alay elişi var başladığım, onlarla uğraşıyorum.

Hala — Kaç zamandır dinlemedik piyanonu.

Ana — Ben olmasam, çoktaan durmuştu parmakları. «Çalış, kızım! Çalış!» diye ensesindeyim her zaman…

II. Kızkurusu — Babam öleli, canı çekmiyor mu nedir? Piyanosuna hayrandı da merhum…

II. Ayola (matrağına) — Hatırlıyorum, dinlerken ağladığı da olurdu, değil mi?

I. Kızkurusu — Popper’in «Tarantella»sını dinlerken bilhassa.

II. Kızkurusu — Bir de «Bakirenin Duası»nı.

Ana — Çok hislidir kızım.

(Kendilerini tutmaya çalışan Ayola’lar salıverirler kahkahaları. Kızkuruları’na sırtını dönen Gül de güler, dizginler sonra kendini.)

Hala — Yaramaz kızlar!

I. Ayola — Gülüyorsak, demin tam kapıdan girerken…

II. Ayola — Ayağı tökezlendi bunun, öyle bi takla atacaktı ki az kalsın…

I. Ayola — Derken ben…

(Gülerler. Kızkuruları da güler gibi olurlar ama, yüzlerinin ifadesi bıkkın ve mahzun.)

Ana — Kalkalım biz.

Hala — Dünyada bırakmam.

Gül (hepsine birden) — Aman, iyi ki düşmemişsiniz! (Kâhya Kadın’a — ) Dadı, kedidillerini getiriver!

III. Kızkurusu — Çok da gıdalı şeydir.

Ana — Geçen sene bir kayıktabağı dolusu vermiştiniz bize.

(Elinde tepsiyle Kâhya Kadın girer.)

Kâhya Kadın — Tam ağza göre taam işte! (Gül’e — ) Postacı geliyor korudan doğru.

Gül — Kapıya çıkıp bekle!

I. Ayola — Ben yemeyeceğim. Ama bir kadehçik likör olsa…

II. Ayola — Bana da bir kadeh konyak!

Gül — Eski ayyaşlardansındır sen!

II. Ayola — Altı yaşımdayken zırt pırt buraya gelirdim, Gül’ün sözlüsü alıştırdıydı içkiye beni o zaman. Hatırlıyor musun, Gül?

Gül (ciddi) — Hayır.

I. Ayola — Gül’le nişanlısı A-B-C’yi bellettilerdi bana da. Kaç sene oldu Allah aşkınıza?

Hala — On beş sene.

II. Ayola — Nişanlının çehresini unutmuşum hemen hemen, gözümün önüne getiremiyorum.

I. Ayola — Dudağının üstünde bir yara izi vardı, değil mi?

Gül — Yara izi mi? Öyle bişey var mıydı, hala?

Hala — Aa, hatırlamıyor musun, yavrum? Tek nakise oydu yakışıklılığına, birazcık.

Gül — Yara izi değildi o, yanık yeri, apse yapmış da hafiften. Derin olur yara izi.

II. Ayola — Gül evlensin diye nasıl dört gözle bekliyorum, bilemezsiniz!

Gül — Hoppala!

I. Ayola — Lamı cimi yok, ben de bekliyorum dört gözle.

Gül — Niyeymiş o?

II. Ayola — Zorla değil ya, seviyorum düğün derneği. Hem kararım karar, kendim de evleneceğim ilk fırsatta.

Hala — Yavrumm!

II. Ayola — Kim çıkarsa karşıma… yeter ki evde kalmayayım.

I. Ayola — Ben de aynı fikirdeyim.

Hala (Ana’ya) — Siz ne diyorsunuz?

II. Ayola — Onu, bunu bilmem ben, Gül’le arkadaşlık ediyorsam şu anda, sevgilisi var da ondan. Solukturlar, kavrukturlar sevgilisiz kadınların hepsi… (Kızkuruları’na bakar — ) Hepsi değilse bile, bir kısmı… Ne bileyim, hepsi de gufuruktur ama…

Hala — Aaa! Biraz fazla kaçtın ama sen!

Ana — Canım, bırakın bildiği gibi konuşsun!

I. Kızkurusu — Evlenmek istemediği için evlenmeyen de bir sürü kız var.

I. Ayola — Külahıma anlatın siz onu!

I. Kızkurusu (manalı manalı) — Benim de bir bildiğim var elbet!

II. Ayola — E ama, evlenmek istemeyen de, ona. göre, yanağına allık, kaşına rastık sürmekten, göğüslerine sünger tıkıştırmaktan vazgeçer, öyle gece yarılarına kadar balkonun parmaklığına yaslanıp gelip geçene kaş-göz etmeyi bırakır.

II. Kızkurusu — Ya canı hava almak istiyorsa?

Gül — Ne çocukça münakaşa, yarabbi!

(Gergin gergin gülerler.)

Hala — Niye, çocuklar, çalıp söylemiyoruz biraz?

Ana — Hadi, yavrum, başla!

III. Kızkurusu (ayağa kalkarak) — Ne çalayım ama?

II. Ayola — «Yaşasın Frascuelo»yu çal!

II. Kızkurusu — Ben, «Numancia Firkateyni» operetindeki o barcarolu istiyorum.

Gül — Pekiy, «Çiçekler Neler Derler?»e ne dersiniz?

Ana — Sahiy, «Çiçekler Neler Derler»i çalalım! (Hala’ ya — ) Bizim kızdan dinlediniz miydi bu parçayı? Çaldığı gibi, şarkıyı okur da. Nefistir, nefis!

III. Kızkurusu — İsterseniz öbürünü okuyayım, o — «Kırlangıçlar dönecek gelecek aya — Balkonunda tekrar yuva yapmaya» diye giden şarkıyı?

I. Ayola — Ne işimiz var o kederli şeyle?

I. Kızkurusu — Kederli şeyler de güzel olabilir ama.

Hala — Hadi! Hadi!

III. Kızkurusu (piyanoda) —

Anne, götür beni kıra

Sabahın ilk ışığında,

Çıkalım dağa, bayıra

Çiçekler uyandığında!

Bir çiçeğin bin sözü var

İlk aşkında toy bir kıza.

Dedikodu eder pınar,

Bülbül başlayınca naza.

«Gül —

Şimdiden açmış konca gül

İlk ışığında sabahın,

Canlı kanı öyle bir al,

Şebnem ürker, gelmez yakın.

Tutuşmuş ki dalında lal,

Değince cızz etti meltem.

Gerçekleşmiş tezden hayal,

Açmış konca gül şimdiden.

III. Kızkurusu —

Bir çiyden bitmiş bu çiğdem

«Bu sevda,» der «bana bir zül.»

«Derdim değil,» der fesleğen

«Var, istersen, aşkından öl!»

Boynu bükük menevşenin.

«Donuğum ben,» der beyaz gül.

«İnan bana!» der yasemin.

Ahlar çeker hep karanfil.

II. Kızkurusu —

Mustariptir çarkıfelek.

Mazlum ahın alır sümbül.

I. Kızkurusu —

Ümit kapısıdır leylak.

Zambaksa etmez tenezzül.

Hala —

«Dostunum ben,» der gardenya.

Hanımeli aşktan caymaz.

Uyutur nefsi manolya.

«Ben ölümüm,» der kuşkonmaz.

Ana —

Kuşkonmaz ki ölüm ahtı,

O elleri bağlı çiçek,

Kapanmış garibin bahtı,

Bir çelenkte can verecek.

Gül —

Açtıysa da gül erkenden,

Vak’t erişti, oldu akşam…

Kardan bir rivayet derken,

Yüreğine çöktü bir gam.

İne dursun kör karanlık,

Bülbül öttüğüne pişman;

Yaprakları solmuş, sarkık,

Gül bir ince derde giryan…

Üfledikçe kavalını

Gece denen koca çoban,

Rüzgâr pişmiş, hayalini

Nennilerken dağ başından;

Benimsemiş zevalini,

Gül ki bir gaflete kurban.

III. Kızkurusu —

Yoluyor sırma telini,

Sapsız çiçek feryat-figan;

Kiminin sarmış belini

Bir sarmaşık veya yılan.

I. Kızkurusu —

Âşık kızlarca bilimi,

Çiçekler apayrı lisan.

Gül —

Kıskanç ise camgüzeli,

Fulyadır şıp diye küsen,

Şebboy laleden de deli,

Kahkahadır çılgın süsen.

Çiçek sarıysa, döğün!

Alı, yazılı dehşetlen.

Beyazı müjdedir, düğün,

Moru da ketenden kefen.

III. Kızkurusu —

Anne, götür beni kıra

Sabahın ilk ışığında,

Çıkalım dağa, bayıra

Çiçekler uyandığında!

(Piyano son mezürü çalar, kesilir.)

Hala — Nefisti, nefis!

Ana — Annem — «Çiçek deyip geçmeyin!» derdi. «Onlar,» derdi «yelpazenin, eldivenin, saatlerin, vaatlerin dilinden de anlar.» Ben de annemin meşrebindenim,. kasvetli havalara gelemiyorum, tüylerim diken diken oluyor. Şuna bak mesela —

Saatler yarımı çaldı,

«Yarım kaldın!» diye diye,

Ecel günahkârı aldı

Sırat köprüsün geçmeye.

I. Ayola (ağzı şekerleme dolu) — Aaa, ne sakil şey, yarabbi!

Ana — Bi de şunu dinleyin —

Doğumunla birdir,

Doğumunnan,

İster kız ol,

İster kızan,

Doğumunla birdir,

Doğumunnan,

Bir düğünde,

Bir dernekte,

Bir gerdekte

Gözlerin açman.

II. Ayola (kardeşine) — Pimpirik azdı, baksana! (Ana’ya — ) Han’fendi, bir kadeh daha alır mıydınız?

Ana — Bizim devrimizdeki tabir üzre, maalmemnuniye, efendim.

(Gül, postacının yolunu gözlemektedir.)

Kâhya Kadın — Postacı.

(Genel heylican.)

Hala — Tam zamanında geldi doğrusu.

III. Kızkurusu — Günleri sayıyor olmalı, tam

İsim Günü’ne rastlattığına göre.

Ana — E, o kadar olacak!

II. Ayola — Açsana mektubu!

I. Ayola — Sen onu yalnız oku, en iyisi! Bakarsın, açık saçık bişey yazmıştır.

Ana — Neler söylüyorsun, yarabbi!

(Gül mektupla çıkar.)

I. Ayola — Dua kitabı değil, sevgilisinden gelen mektup bu!

III. Kızkurusu — O da bir aşk duası kitabıdır, kardeş.

II. Ayola — Çok manalı bir söz!

(Ayola’lar gülerler.)

I. Ayola — Belli, hiç aşk mektubu almamış ömründe.

Ana (sertçe) — Allaha şükür!

I. Ayola — Bakalım, kızınız aynı fikirde mi?

Hala (Gül’ün yanına gitmeye davranan Kâhya Kadın’a) — Nereye gidiyorsun?

.Kâhya Kadın — Evin içinde dolaşmak için izin kâğıdı mı alacağız bi de?

Hala — Yalnız bırak kızı!

Gül (girerek) — Hala! Hala!

Hala — Nen var, yavrum?

Gül (heylicanlı) — Ah, halacığım!

I. Ayola — Ne oldu?

III. Kızkurusu — Söylesene!

II. Ayola — Ne oldu?

Kâhya Kadın — Konuşsana!

Hala — Anlatsana!

Ana — Bir bardak su verin!

II. Ayola — Söyle, canım!

I. Ayola — Hadisene!

(Heylican.)

Gül (boğulurmuşçasına) — Off! Evlenecekmiş işte!

(Dehşete kapılmış haldedir hepsi.) Daha fazla bekleyemezmiş. Benimle evlenmek istiyor, ama…

II. Ayola (Gül’ü kucaklayarak) — Yaşasın! Oldu demek bu iş!

I. Ayola — Ben de bi öpeyim seni!

Hala — Rahat bırakın da, aması neymiş anlatsın!

Gül (daha sakinleşmiştir) — Ama, bu ara gelemeyeceği için buraya, vekille kıyılsın diyor nikâh. Eli değdiğinde, kendi de gelecekmiş.

I. Kızkurusu — Tebrikler!

Ana (handiyse ağlayacak) — Allah mesut etsin seni, yavrum, layık olduğun veçhile. (Gül’ü kucaklar.)

Kâhya Kadın — Pekiy ama, bu vekil de nesi? O kim oluyor?

Gül — Canım, işte, bir başka şahıs damadı merasimde temsil edecek, o kadar.

Kâhya Kadın — Eeeee?

Gül — Böylece de işte evlenmiş olacağız.

Kâhya Kadın — Geceleyin ne olacak pekiy?

Gül — Allah, Alaaahh!

I. Ayola — İyi dedi ya, geceleri ne olacak?

Hala — Çocuk-laaar!

Kâhya Kadın — Evlenmek istiyorsa, kendi gelsin, evlensin. Vekille nikâhlanacakmış! Bir yaşıma daha girdim! Gelin yatağı buz kessin ipek çarşaflarıyla, gelinlik de sandığın dibinde güvelere yem… Öyle evlilik mi olurmuş! Hanım, Allah aşkına, kuzum, bu vekilleri, mekilleri evin içine sokma! (Bir ağızdan gülerler.) Vekil falan istemiyorum ben!

Gül — Yakında kendi de gelecek ama. Beklemeye tahammülü yok da, ondan bu. Görmüyor musun beni ne kadar çok seviyor?

Kâhya Kadın — Tamam! Öyleyse gelsin buraya tıpış

tıpış, otursun yancağızına, alsın eline kaşığını, karıştırsın senin düğün çorbanı, kendi tatsın önce, baksın kaynar kaynar mı diye, güzel ağzın yanmasın için…

(Çıkar. Arkasından gülüşürler. Amca elinde bir gülle girer.)

Gül — Amca!

Amca — İşittim, yavrum, işittim hepsini… Derken, ben de bilmeden ne yaptığımı, limonluğumdaki tek «mü-tehavvil gül»e vurmuşum makası! Bir bu kalmıştı, kırmızıydı hâlâ.

Tam açılmış öğleyin,

Dipdiri, sanki mercan.

Gül —

«Benden de parlak!» diye güneş

Hayran bakar camlardan.

Amca — İki saat daha beklemiş olaydım, bembeyaz olacaktı sana verdiğimde.

Gül —

Güvercin misali beyaz

Denizin gülüşü gibi,

Buz kesmiş dudaklarıyla

Tuzların öpüşü gibi.

Amca — Ama hâlâ, hâlâ gençliğinin ateşi üstünde bunun.

Hala — Şenlen bir içki içelim, Bey! Bugün de içki içilmezse artık…

(Heylican. Üçüncü Kızkurusu piyanoya geçer, bir polka çalar. Gül elindeki güle bakar. Birinci ile İkinci Kızkurusu, Ayola’larla dans eder, şarkı söyler.)

Seni gördüğüm gün kıyıda

Başladı ömrümün cefası,

O akçıl hayalinle senin

Patladı karayel fırtınası.

Helal olsun işvene, nazına

Çektirdiğin cehennem ezası,

Ama inan ki senin yüzünden

Bu gördüğün deniz kazası.

(Hala ile Amca dans ederler. Gül, İkinci Kızkurusu ile Ayola’lardan birinin oluşturduğu çiftin arasına girer, Kızkurusu ile dansa başlar. Ayola ihtiyar çiftin dans ettiğini görünce, el çırpar. O sırada Kâhya Kadın da içeri girer, o da alkış tutar.)

PERDE

III. PERDE

/

(Yeşil panjurları bahçeye açılan küçük bir oturma odası. Sahne sessiz. Akşamın altısını çalar bir saat.)

(Kâhya Kadın, bir elinde bir kutu, bir elinde bir valiz, sahneden geçer. On yıl geçmiştir aradan. Hala gelir, sahnenin ortasında duran bir koltuğa oturur. Sessizlik. Saat yeniden altıyı vurur. Sessizlik.)

Kâhya Kadın (girerek) — İkidir çalıyor saat altıyı.

Hala — Yavru kuş nerde?

Kâhya Kadın — Tüneğinde, kulenin orda. Sen nerelerdeydin pekiy?

Hala — On, on beş saksı vardı limonlukta kalmış, onları taşıdım.

Kâhya Kadın — Sabahtan beri göremedim de seni…

Hala — Kocam öleli, öyle boş kaldı ki ev, olduğundan iki kat büyükmüş gibi geliyor. Rastlaşamıyoruz bile, baksana! Bazı geceler, öksürdükçe odamda, kilisedeymişiz gibi, aksiseda yapıyor.

Kâhya Kadın — Bak, o doğru, bu ev gayrı haddinden fazla büyük bizim için.

Hala — Yine de… ömrü vefa edeydi, o, onca ferasetiyle, zekâvetiyle… (Ağladı, ağlayacak.)

Kâhya Kadın (şarkı çağırarak) — Nay-na-na-nay-nay -nam… Yoo, hanım, ağlamaca yok! Altı yıl oluyor bu adam öleli, ilk günüymüş gibi karalar bağlamayalım! Ağladığımız kadar ağladık, yeter artık! Kendimize bir çekidüzen verelim, hanım, gün görelim azıcık! Rahmetli de öbür tarafta yolumuzu bekleyeceğine, bir on sene daha gülleriyle avunsun!

Hala (ayağa kalkarak) — Kocadım, Ema, kocadım… Öyle de bir felaket dolaşıyor ki başımızda…

Kâhya Kadın — Adam sen de, otsuz, ocaksız kalacak değiliz a! Ben de kocadım ama, bak!

Hala — Keşke senin yaşında olsam!

Kâhya Kadın — Aramızda kaç yaş fark var ki! Ama ben şu boydan beri çalışıp didindiğim için hâlâ dincim, senin ise tembellikten zayıf düşmüş bacakların.

Hala — Demek sence çalışmadım ben hiç?

Kâhya Kadın — Çalışmasına çalıştın belki ya, parmaklarının uçlarıyla, ipliğince, filizince, telkadayıfınca… Oysa ben, sırtımla, dizlerimle, tırnaklarımla çalıştım.

Hala — Ev idare etmesi çalışmaktan sayılmıyor yani?

Kâhya Kadın — E, tahtalarını ovması idaresinden daha zor elbet.

Hala — Münakaşa etmeyelim!

Kâhya Kadın — Niye etmeyecekmişiz? Ne güzel vakit geçer. Hadi, hadi! Cevap versene!… İşte böyle suspus olduk evcek. Nasıl da bağrışırdık eskiden! Yok şöyleymiş, yok böyleymiş… Hem senin kırema da yaptığın yok hiç. Çoktandır ütüye de el vurduğun yok…

Hala — Elimi, eteğimi çektim her şeyden… Bir gün çorbaysa, ertesi gün lapa… Önümde su bardağım, elimde tespihim, ecelimi bekliyorum tevekkülle… Yalnız işte, Gül geldikçe aklıma…

Kâhya Kadın — O, yürekler acısı…

Hala (coşar) — Oncağızıma reva görülen kötülük, o yıllar yılı süren korkunç ihanet aklıma geldikçe, o yakınım olacak akrebin yüreğindeki hıyanetliği düşündükçe, kaderime küsüyorum niye yirmi yaşında değilim ben diye… Yoksa, şimdiye kadar bir değil, elli kere o vapura atladığım gibi, çoktan Tucuman’a varır, bir kırbaç kapar elime…

Kâhya Kadın (sözünü keserek) — Ne kırbacı! Bir kılıç kapıp elime kellesini uçurur, iki taşın arasında ezer, o yalan yeminleri denkleştiren dilini, o uyduruk mektupları yazan elini de koparıp, kurda, kuşa atardım!

Hala — Ağzını öpeyim! O gül gibi kızcağıza döktürdüğü kanlı gözyaşlarının vebalini kanıyla ödettirirdim ona, kanımdan olduğunu hiç umursamadan hem de… Sonra da…

Kâhya Kadın — Ateşe verir leşini, külünü denize savururdum.

Hala — Sonra da, yeniden diriltir onu, getirirdim Gül’ ümün yanına kulağından tuttuğum gibi, temizlensin de haysiyetime sürülen leke, ölmeden rahat bir nefes alayım diye…

Kâhya Kadın — Kabul ettin artık, değil mi, haklıymışım?

Hala — Ettim, ettim.

Kâhya Kadın — O adı batasıca yerde hanidir arandığın paralı karıyı buldun nihayet, evlendin, iyi, anladık. Ama bre yezit, niye buraya vaktinde haber vermezsin? Kim alır şimdi bu kızcağızı, bu yaştan sonra? Soldu yavrucuk, gülkurusuna döndü… Hanım, o namussuza bir zehirli mektup gönderemez miyiz? Zarfı açar açmaz, oracıkta gebersin gitsin!…

Hala — Delinin zoruna bak!… Evleneli sekiz yıl olmuş da, o dinsiz-imansız daha geçen ay yazdı bana işin içyüzünü! Sezmedim değil, bir tuhaflık vardı mektuplarında… Noterden kâğıt gelmez bitürlü… şüpheli bir

hava ortada öyle… Cesaret edemiyordu, cesaret… Etti ama sonunda… Etti ama, tabii, babası öldükten Sonra!… Bu biçare Gül de şimdi burada…

Kâhya Kadın — Şışşt!

Hala — Şu iki vazoyu da götürüver!

(Gül görünür. Üzerinde 1910 modası, açık gülkurusu rengi bir entari. Saçları bukle, uzun uzun. Epey yaşlanmıştır.)

Kâhya Kadın — Canım kızım!

Gül — Ne yapıyorsunuz?

Kâhya Kadın — Çekişiyoruz her zamanki gibi. Sen nereye böyle?

Gül — Limonluğa gidiyorum. Çiçekler toplandı mı hep?

Hala — Bikaç saksı kaldı.

(Gül çıkar. İki kadın gözyaşlarını siler.)

Kâhya Kadın — Ne âlâ, değil mi? Elimizi kolumuzu bağlayıp oturacağız demek böyle? Ölümümüzü bekleyeceğiz?… Vicdan yok, pekiy, kanun da mı yok? Kimselerde şuncacık bir yürek de mi kalmadı, ayağının altına alsın o iti, o uğursuzu?

Hala — Yeteer! Kes bu lafı artık!

Kâhya Kadın — N’apayım, dayanamıyorum, Hazreti Eyüp değilim a ben! Bu halleri gördükçe gözümün önünde, peşine zağarlar düşmüş tilki yavrusu gibi, öyle bir koşu koparıyor ki yüreğim!… Kocamı gömdüğümüzde, üzülmez miyim, üzüldüm de, bir yandan ama içimden içimden bir sevinç kopuştu… hadi sevinç demeyeyim de, şevklendi sanki yüreğim gömülen ben değilim diye. Bebe kızımı gömerken de… dinliyor musun beni?… gömerken o el-ayası kadarlık kızımı, şuracığımdan bişeyler kopar gibi oldu ya, alimallah, yine de ölenle ölünmüyor lakin. Tevekkeli öleni örte korlar, götünü dürte korlar dememişler! Geride kalanı da ağlar ağlayacağı kadar, siler sonra gözün yaşını, yeniden yaşamaya başlar… Ama bu Gül’

umun başına gelenler başka bir beter. Gönül vermişin birine, eremiyorsan erine. Gözyaşı döküyorsun, bilmiyorsun kime. Ah çekiyorsun kemküm eden kem bir göze… Taş ölçeyim, işleyen bir yara bu, irinli kan sızıyor usul usul, yine de bu darı dünyada kimin kimsen yok, bir arşın çaput, bir tutam merhem, bir parçacık buz kapıp yanına koşacak…

Hala — Pekiy, ben ne yapayım istiyorsun?

Kâhya Kadın — Dalarız nehre, gideriz gittiği yere.

Hala — İhtiyarlığın gözü kör olsun! Ben bu hallere düşecek kadın mıydım!

Kâhya Kadın — Merak etme, elim, ayağım tuttukça benim, seni muhtaç koymam hiçbişeye.

Hala (bir sessizlikten sonra, utanarak adeta, pesten pes bir sesle) — Ema, kudretim kalmadı artık, para veremeyeceğim sana! Ayrılacaksın yanımızdan.

Kâhya Kadın — Amanınn! Ne bu şamata, yau, pencereden! Amanınn Sağır mı oluyorum yoksa, hanım? Nedir bu böyle?… Türkü çağırasım geliyor… mektepten dağılmış çocuklar gibi, avaz avaza…

(Çocuk sesleri duyulur.)

Duydun mu, hanım? Duydun mu, benim has hanımım? Dünya-ahret hanımım benim!

(Sarılır Hala’ya.)

Hala — Dinle, bak!

Kâhya Kadın — Bir defneli Uskumru pilakisi yapacağım sana, parmaklarını yiyeceksin!

Hala — Dinle beni!

Kâhya Kadın — Üstüne bir sumuhallebisi! Pudra şekerimiz de var, tarçınımız da…

Hala — Dinlesene, kadın!

Kâhya Kadın (yüksek sesle) — Efendim! Kimler gelmiş bize! Hoş geldiniz, safalar getirdiniz, Don Martin! Buyrun, efendim! Siz, hanımla hoşbeş edin biraz!

(Hızla çıkar, Don Martin girer. Kırmızı saçlı bir ihtiyar. İnmeli ayağına destek, bir baston vardır elinde. Soylu bir kişi, vakur, yüzünde ama bir mahzunluk.)

Hala — Sizi gören hacı mı olur hoca mı?

Don Martin — Benim gibi hoca olmayın da sakın!… Ne zaman taşınıyorsunuz, kararlaştırdınız mı?

Hala — Bugün.

Don Martin — Tam da göç üstüne gelmişim… Ne bileyim, inanamıyordum bitürlü burdan çıkacağınıza…

Hala — Taşınacağımız ev böyle bir ev değil tabii. E, ama biraz nezareti var, bi de ufak avlusu, karşılıklı iki incir ağacı, çiçekleri oraya sığıştırabileceğiz.

Don Martin — Çok iyi ettiniz, çok iyi.

(Otururlar.)

Hala — Pekiy, siz ne âlemdesiniz?

Don Martin — Keşke kendi âlemimdeyim diyebilsem!…. Belagat dersinden geliyorum şimdi. Hazâ bir cehennemdi! ‘Ahengin Mefhum ve Muhalifi’ üzerineydi hazırladığım takrir. Çok cazip bir mevzu, değil mi? Nerde, efendim, bu çocuklara —Çocuk mu dedim? Haşa — ders değil, dert anlatabiliyor musunuz acaba? Allahtan, alil olduğumu görüyorlar da bana insaf ediyorlar biraz. Arasıra oturduğum koltuğa kakılmış bir dikiş iğnesiyle, eteğime tutturulmuş bir kâğıt kuyrukla atlatıyoruz badireyi. Velakin meslektaşlarıma yaptıklarını bi bilseniz!… Hepsi de zengin çocuğu. Babaları parayı sayıyor ya, acısını bizden çıkaracaklar, diyor Müdür Bey. Ceza veremiyoruz biz de… Dün, yeni Coğrafya Hocası Canito Bey’e — «Çok göbeklisin, korse giymen lazım» diye tutturdulardı teneffüste, o da kızdı, kızmaz mı? Ordaydık hepimiz, idman yerinde. Paydostan sonra, avluda kıstırmışlar kendisini, o azılıları, leyli olanlar bilhassa… Beline kadar zorla soymuşlar adamcağızı, revakın ordaki sütunlardan birine

bağlamışlar, yukarı balkondan boca etmişler üstüne koca kova suyu…

Hala — Zavallı adaam!

Don Martin — Her sabah, mektebin kapısından girerken, tir tir titriyor ayaklarım, başıma bugün ne gelecek diye. Arz ettiğim gibi, sakatlığıma hürmeten pek fazla üstüme varmıyorlar ama… Bir eyyam önce, Don Consuegro diye malumatlı mı malumatlı, fazıl mı fazıl bir Latince hocası vardır, o işte, yoklama defterinin arasından kedi boku —affedersiniz, affedersiniz — çıktı diye biraz infial göstermesi üzerine ne hakaretlere, ne hakaretlere uğradı, yarabbi!

Hala — Kahrolasıcalar!

Don Martin — E, ne yaparsınız, Müdür Bey’in dediği gibi, madem onlar bastırıyorlar parayı, düdüğü de onlar çalacaklar!… İnanın bana, nadirattan gerçi ama, bir şikayet vukuunda, veletlerinin edepsizlikleri nazikâne kendilerine anlatıldığında, o veletlerin velileri, bizim de velinimetlerimiz atıyorlar, efendim, kahkahayı! Sebep? E, biz muallim değiliz ki, muallim yardımcısıyız, not da vermiyoruz, imtihanlara da girmiyoruz! Bu yüzden de onların gözünde, kolalı yakalı, papyon kravatlı birtakım insan müsveddeleriyiz… ruhsuz… duygusuz…

Hala — Ah, Don Martin, ah! Ne biçim dünya bu!

Don Martin — Ne biçimsiz dünya desek daha doğru olacak galiba, efendim… Ben ki şair olmayı hayal etmişimdir hep. Öyle doğmuşum bikere, Allah vergisi bu. Bi de piyes yazdık, gerçi hiç temsil edilmedi ama…

Hala — Jefta’nın Kızı’ydı, değil mi, adı?

Don Martin — Siz de biliyorsunuz, bakın!

Hala — Kızım da okudu, ben de. Dört beş kere hem. Siz vermiştiniz bir kopyasını.

Don Martin (tehalükle) — Sahii! Pekiy, nasıl buldunuz?

Hala — Çok sevdim, çok. Hep söylemişimdir de size. Bilhassa, o ölüm sahnesini, hani tam ölecekken annesini hatırlar da, seslenir ona…

Don Martin — Çok tesirlidir orası, değil mi? Dört başı mamur bir dramdır, evet, şekli itibariyle de, manası itibariyle de… Bir fırsat bulup da oynatamadık ki…

(Okumaya başlar.)

Ah, anne, dön de bak sevgili anne,

Hâlet-i nezideki kerimene!

Nafileymiş meğer bunca hazine,

Üryan çıkıyor son seyahatine.

Nasıl? Fena değil, değil mi? Hele dördüncü mısra! «Üryan çıkıyor son seyahatine.» Beyan sanatı budur işte!

Hala — Nefis! Nefis!

Don Martin — Hatırlıyor musunuz o sahneyi de? Hani Glucinius Evliya’ya meydan okumaya gelir de, çadırın perdesini aralar ve sonra…

Kâhya Kadın (sözünü keserek) — Geçin şöyle!

(Mavi tulumlu iki işçi girer.)

I. İşçi — İyi akşamlar.

Don Martin İle Hala (birlikte) — İyi akşamlar,

Kâhya Kadın — Şu işte!

(Odanın gerisindeki büyücek bir divanı gösterir. İşçiler divanı yavaşça kaldırırlar, bir ta~ but taşıyorlarmışçasına ağır ağır yürürler. Kâhya Kadın da arkalarından. Sessizlik. İki İşçi divanla odayı katederlerken bir çan iki sefer çalar.)

Don Martin — Ermiş Gertrude Yortusu’nun çanları.

Hala — Antoniye Kilisesi’nin çanı, evet.

Don Martin — Çok belâlı iş şair olması.

(İşçiler çıkar.)

Daha sonra, eczacılığa heves ettim, daha sakin bir hayat tarzıdır diye.

Hala — Ağabeyim de, Allah rahmet eylesin, eczacıydı.

Don Martin — Kursağımda kaldı ama hevesim. Valideye bakmak zorunda kaldık, muallimliğe başladık o yüzden. Zevcinize de o bakımdan haset etmişimdir a hep! İnsanın hayatta yürümek istediği yolda yürüyebilmesi büyük devlet.

Hala — Ama o yolda da mahv-ı perişan oldu zavallı.

Don Martin — Benim encamım daha mı iyi sanki!

Hala — Siz yazmaya devam ediyorsunuz ama.

Don Martin — Yazıyorum ya, ben de bilmiyorum niye yazdığımı, hiçbir ümidim kalmadığına göre artık… Yine de haz ettiğim iş o… Dün çıkan hikâyemi okudunuz mu? Gırnata İrfanı’nın ikinci sayısında çıktı.

Hala — «Matilda’nın Doğum Gününü» mü? Okumaz olur muyuz hiç! Nefis bir parçaydı.

Don Martin — Nefisti, değil mi? O parçada, bugünün havasını veren bazı temalar kullanarak kendimi yenilemek istedim. Hatta bir yerinde bir tayyareden bahsediyorum. Kim ne derse desin, modern olmadan olmuyor, efendim. Ben yine tabii sonelerimi beğenirim en çok.

Hala — Parnas’ın dokuz muzasına ithaf ettiklerinizi, değil mi?

Don Martin — Affedersiniz, dokuz değil, on! Gül Hanım’ı onuncu muza olarak ilan etmiştim, hatırlamadınız mı?

Kâhya Kadın (girerek) — Hanım, yardım ediver de şu çarşafı katlayalım.

(Çarşafı katlamaya başlar ikisi.)

Ah, Don Martin, ah! Bu kırmızı saçların, bu şipşirin, bıdık burnunla ne diye evlenmezsin şimdiye kadar, bre Allahın mübarek kulu? Kalınır mı böyle yapayalnız, bibaşına hayatta!

Don Martin — Beni bir seven çıkmadı ki, ne yapayım!

Kâhya Kadın — Zevk diye bişey kaldı mı ki zaten!

Sen, bu letafetli dilinlen yılanı yuvasından çıkarırdın eskiden olsa…

Hala — Dikkat et, Ema, Don Martin’i baştan çıkaracaksın, ha!

Don Martin — Denesin bi hele!

Kâhya Kadın — Mektebin düzayak sınıfında ders verirken, ben de gidiyorum kömürlüğün ordan dinlemeye. Ne şatıfilli laflar ediyor, yarabbi! «Fikir nedir?» diye soruyor çocuklara önce. Sonra kendi veriyor cevabını. «Fikir, bir nesne veya eşyanın zihni ifadesidir,» diyor. Öyle mi? Doğru ezberlemiş miyim?

Don Martin — Şuna bakın! Şuna bakın!

Kâhya Kadın — Dün de bağırıyordu bir çocuğa avaz avaz — «Behey cahil, bu bir ‘mübalağa’ değil, ‘cahil-ü-arif’ sanatıdır.» diye. Keşke anlasam ne dediğini! Anlamadığım için de zaar, gülmem geliyor hep. Ben güldükçe de, yanıma dinelen o kakavan hademe, sanki kendi pek bir alimmiş gibi, kanıma ekmek doğrarmışçasına bakıyor dik dik yüzüme, alıyor beni de büsbütün bir gülme! Bakmayın öyle güldüğüme, cahilliğimden, yoksa farkındayım Don Martin’in ne derin, ne değerli kelamlar ettiğinin.

Don Martin — Bu devirde, belagata, şiire, darülfünun tahsiline değer veren var mı ki?

(Kâhya Kadın katlanmış çarşafla alelacele çıkar.)

Hala — Elimizden ne gelir bundan sonra? Şuncacık bir zamanımız kalmış bu sahnede eğleşecek.

Don Martin — Ben de onun için işte bu kalan zamanı iyiliğe, hayırseverliğe vakfedelim diyorum.

(Bağrışmalar, duyulur.)

Hala — Ne oluyor?

Kâhya Kadın (görünerek) — Don Martin sizi çağırıyorlar mektepten, piçkuruları çiviyle su borularını patlatmışlar, sel götürüyormuş sınıfları.

Don Martin — Gidelim, bakalım. Parnas Dağı’nı düşlüyorduk biz, meğer kaderde lehimci olmak varmış… Ah, ah!… Bir kakma vurmasın da deponun orda ârkamdan biri…

(Kâhya Kadın Don Martin’e destek olur ayağa kalkması için.)

Kâhya Kadın — Geliyor şimdi!… Telaş etmeyin siz de! İnşallah, o sular azar, kabarır da, topu birden boğulur o haramzadelerin!

Don Martin (çıkarak) — Sen bilirsin, yarabbi!

Hala — Zavallı! Ne de karaymış yazısı!

Kâhya Kadın — İbret olsun sana bu, hanım! Pantolonunu kendi ütülüyor biçare adam, çorabını kendi yamıyor. Hastalandıydı da, bir kâse çorba götürmüştüm hani, baktım yatağına örtülü çarşafa, simsiyah öyle! İs içinde duvarlar hep! Hele o yüzünü, gözünü yıkadığı küvet… Alla’ahh!

Hala — Saltanat içinde yaşıyor kimileri de.

Kâhya Kadın — Yatıp kalkıp beddua okumuyorum ben boşuna. «Kahrolsun şu zenginler!» diye. Kalıpları teneşire gelesiceler!

Hala — Amin!

Kâhya Kadın — Velakin, hiç şüphem yok, hiç cehennemi boylayacaklar, hem de balıklama. Dün onca rahiple, rahibeyle, onca şamatayla cenazesi kalkan deyyus, o Don Rafael Sale denen o fakir-fıkara kan-emicisi, bi düşün, nerde aldı ki soluğu! Cehennemde elbet! Anlattırıyordur orda şimdi — «Yirmi milyon peçetam var benim, çimdikleyin o çivili maşalarla oramı buramı!» diye. O; «Çekin ayağımın altından şu kor ateşleri, on milyonunu hemen çekleyim size,» dedikçe de, iblisler götünü, başını kakalıyorlardır, atıyorlardır tekmeyi Allah yarattı demeden yüzüne, gözüne, taa ki rengi bozuk kanı, ayağının dibindeki alaflara dönünceye…

Hala — Tanrı’ya bin şükür, hepimiz Hıristiyanız, biliriz zengin kısmının, deve geçse de iğne deliğinden, öldüm-Allah, geçemeyeceğini cennet kapısından. Ama, sen de mukayyet ol diline, böyle konuştuğun yüzden, hem de onlardan önce, cehennemi-boylamayasın balıklama!

Kâhya Kadın — Ben mi cehennemi boylacak mışım! Oho-o-oy! Bir omuz vurdum muydu o topal şeytanın böğrüne, kaynar sular taşar da, aşar dünyanın surları üstünden! Affetmişsin sen onu, hanım! Ben icap ederse, zorla da girerim o cennet-mekâna! (Yumuşayarak — ) Senlen birlik hem. Her birimiz gök mavisi birer salıncakta, sallan babam, sallan, elimizde narçiçeği satenden yelpazeler, yellen dur kıyamete dek! İkimizin arasında da, Gül’cüğüm, yasemin ve de biberiye bir salıncakta kolan vuruyor yavrum. Ta berisinde de bizim Bey, güller içinde öyle, aynı tabutundaki gibi, aynı gülümseyiş, aynı alın, billurdan tıpkı… Sen böylesine, ben böylesine, Gül de şöylesine sallanıyor, ardımızda Tanrı güller atıyor üstümüze, üçümüz sanki Panayır Arifesi Alayı’nda bir sedef dalgasıyız, mumlar içinden, al şeritler, kurdeleler içinden…

Hala — Mendiller ki, gözyaşları silmeye, burda, bu düzlerde kalmış artık değil mi?

Kâhya Kadın — Elbette! Yere batsın hepsi. Madem ağıyoruz biz gökyüzüne!

Hala — Madem ağlaya ağlaya bi tek yaş bile kalmadı gözlerimizin pınarında…

I. İşçi (girerek) — Neydi emriniz başka?

Kâhya Kadın — Gel! (Dışarı çıkarlarken, kapıdan — ) Sıkı dur!

Hala — Allah iyiliğini versin! (Hala ağır ağır oturur, Gül Hanım, elinde bir mektup tomarıyla belirir. Sessizlik.) Götürdüler mi yazı masasını?

Gül — Götürdüler demin. Yeğenin Esperanza bir çocuk yollamış tornavida istetmeye.

Hala — Anlaşılan, karyolaları kuruyorlar bu gecelik. Daha erken davranıp, her şeyi dilediğimizce yerleştivereydik keşke yerli yerine. Bizim yeğen döşemeleri öyle rastgele serpiştirmiştir sağa sola.

Gül — Ama, ben evden çıkarken karanlık olsun istiyorum sokak. Keşke sokak lambalarını da söndürebilsem! Komşular, çaresi yok, pencerelerde nöbettedirler. Göç telaşına zaten, bütün gün çocuklar kümelendiler evin önüne, ölü varmış gibi çıkacak evden…

Hala — Ah, bileydim, bırakır mıydım amcanı ben, ipotek etsin evi döşemesiylen, her bir şeyiynen! Elimizde kala kala, üstüne oturacak sandalyeyle, yataklar kaldı yatacak.

Gül — Yatıp, yatıp da ölecek…

Hala — Öyle bir oyun oynadı ki bize!… Yarın yeni ev sahipleri gelecek buraya. Sağ olaydı da bizi ne hallere soktuğunu göreydi gözleriyle! Bunak herif! Güllerle oynatmış aklını! Ticaret kim, o kim! Bacak kadar çocuk ondan iyi bilir hesabını, kitabını. Ne o, el kiriymiş para! Ocağımı söndürdü — «Falanca geldi, filanca geldi,» diye ziyarete. Sonra da; «Buyur et, hanım, sofrayı kur, hanım!… »Derken o falanca-filanca, meteliksiz girip kapıdan, cepleri şıkır şıkır gümüş, allahaısmarladığı çekerdi… Aynı terane hep — «Karım duymasın sakın!…» Kulakları sağırdı sanki karısının! Karısı ne yapsın elin safına, mazlum budalasına!… Bir felaket mi geldi birinin başına, bizimkinin üstüne vazife! Yetim mi kalmış, aç, çıplak mı kalmış elin çocuğu, kanat gererdi hemen, her şeyi unutup. Sebebi… sebebi… çünkü… öyle temiz bir kalbi vardı ki öyle… öyle has bir Hıristiyandı ki… Tövbe… Tövbe… Ben de dırdır ediyorum böyle! Bunadım mı nedir?… Sus, kocakarı, sus, boyun eğ Tanrı’nın emrine!

Meteliksiz mi kaldın! Çek sineye, sus!… Lakin, seni gördükçe böyle…

Gül — Beni düşünme hiç, hala! O ipotek işi, biliyorum, benim çeyizimi düzmek içindi hep. Asıl, o ukde ya benim de içime…

Hala — İyi ki öyle yapmış! Sen her şeye layıksın, evladım, ve ne aldıysa senin için, hepsi de sana layık… Bilsen nasıl yakışacaklar benim Gül’üme, günü gelip kullandığında…

Gül — Günü gelip kullandığımda mı?

Hala — Evlendiğin gün elbet, yavrum.

Gül — Hiç konuşmayalım o mevzuyu.

Hala — Bu muhitteki ‘rabıtalı’ kadınların kusuru da o ya. Konuşmuyoruz biz, konuşmuyoruz. Ama konuşmamız lazım! (Yüksek sesle — ) Ema, postacı geldi mi?

Gül — Postacıyı bırak da. hala, söyle, ne yapayım istiyorsun sen?

Hala — Ne mi yapacakmışın? Yaşamana bak, kızım, yaşamana! Benim şu halim ibret olsun sana!

Gül (Hala’yı kucaklayarak) — Sus, n’olur!

Hala — Suspus oturamam ya ben de ilelebet… Ayağına kapanayım, yavrum, şu dört duvar arasından kopar kendini! Pes etme böyle başına bir felaket geldi diye!

Gül (Hala’nın dizi dibine diz çökerek) — Yıllardır benliğimi gurbetlere adadım, kendi kendimin dışında yaşadım, öyle yaşamaya alıştım. Şimdi ise, o ıraklardaki şeyler büsbütün kaybolan beri, ufunet bir mahzende, bulamayacağımı bile bile hem de, bir çıkış-yolu çıkar diye karşıma, aranıp duruyorum. Ne zamandır biliyorum ne olup, ne bitti. Çoktan duydum, evlenmiş. Bir hayır sahibi yetiştirdi haberi. Yine de yüreğime çekitaşı gibi oturan bir ummacayla inandırdım kendimi yolladığı mektuplara, nasıl inandığıma kendim de şaşa şaşa… Konu komşu vırvır etmeyeydi, sen öğrenmeyeydin işin iç yüzünü, benden gayrı bir Allah

kulu bilmeyeydi başıma gelenleri, mektuplarına, yalanlarına kaptırıp kendimi, daha dün yola çıkmışçasına o, seve seve oyalanır giderdim. Lakin, aşikare bindi her şey. Baktım, herkeslerin parmağı işaret, dikilmiş üstüme. Nişanlı bir kızım ben de, bir haysiyetim var nihayet, rezil oldum ele-güne. Kızlığım alacalı bir yelpaze elimde, üfleyeni bir hıyanet. Her geçen yıl ömrümden, bir ten gömleğiydi sanki koparılan tenimden… Bu arada bir arkadaşım evleniyor, ardından biri, biri, biri daha. Derken, onun bir kızı, öbürünün bir oğlu oluyor, geliyorlar bana, ellerinde karneleri, pekiyiyle geçtik diye göstermek için. Yeni, evlere taşınıyorlar, kimi de yeni evler yaptırıyor, yeni türküler düzüyorlar. Bense her günüm aynı gün, aynı gülleri budayarak, aynı bulutlara bakarak… Bi de bakıyorum ki kimseleri tanımıyorum artık… Erkeği, kızı görmezlikten geliyorlar beni. Gezmeğe çıktığımızda çünkü, yoruluyorum hemen. «Baksana,» diyorlar, «kız-. kurusuna, nefes nefese!» Kıvırcık saçlı bir kız, güzel mi güzel, sesleniyor öbür yandan — «Kim bakar onun yüzüne artık!» diyor. Ben de sağır değilim ya, duyuyorum ne söylediklerini, ağu kaplamış ağzımı açamıyorum, konuşamıyorum, yürüyorum öyle, yanlarısıra… Şeytan diyor ki, at pabuçlarını ayağından, at kendini yatağa, koy başını yastığa, uyu, uyu, bir daha da kımıldama köşenden, çıkma artık insan içine!

Hala — Yavrum! Gülüm!

Gül — Kocaya varamadan kocadım ben. Dün dadım söylüyordu, işittim, koca bulabilirmişim hâlâ. Allah etmesin! Silin onu aklınızdan siz! Kanımla, canımla gönül verdiğim, hâlâ da sevdiğim adamla evleneyim diyorsanız, yok öyle bir ümit. Kapandı o defter, niye aldatayım ki kendimi, yine de yatıyorum, kalkıyorum, bağrımda hep o korkunç, o onulmaz acı, ümitten kesilmenin acısı. Alıp başımı gideyim istiyorum.

Gözlerime bir perde insin istiyorum. Başım dinç, gönlüm bomboş kalayım istiyorum. Biçare bir kadının bile rahat soluk almaya hakkı vardır şu dünyada, değil mi? Neden öyleyse ümit peşimi bırakmıyor hâlâ, etrafımda dolanıyor, dalıyor dört bir yanımı; eceli gelmiş bir kurt gibi can havliyle salıyor üstüme?

Hala — Dinlemedin ki beni, kızım! Niye vaktinde bir başkasıyla evlenmedin?

Gül — Başım bağlıydı, hala. Hem bu eve şefkatiyle, muhabbetiyle benim gönlümü kazanmaya sahiden niyetli bir Allah kulu oldu mu gelen, sen söyle?

Hala — Gelenlere de yüz vermedin ki, kızım. Bir gözbağcının oyununa dalıp gitmiştin.

Gül — Günah mı insanın sevdiğini sevmesi?

Hala — Gerçekleri umursamadan, geleceğini düşünmeden, bir sabit fikre saplanıp kaldın.

Gül — Ben neysem oyum. Değişeceğim de yok bundan sonra. Bundan böyle haysiyetim var tek kıymet verdiğim. Yüreğimdekiler yüreğimde, kendime ait.

Hala — İşte ben de bunu istemiyorum ya!

Kâhya Kadın (apansız girerek) — Benden de al o kadar! Konuş, kızım, dök içini! Oturalım şöyle, ağlaşalım baygın düşünceye dek, yeter ki gizlimiz, saklımız kalmasın, paylaşalım dertlerimizi.

Gül — Pekiy ama ne söyleyeyim ki size? Öyle şeyler vardır ki anlatamazsın, kelimeye gelmez çünkü! Hadi dile getirdin diyelim, manasına varamazlar o zaman da. Sizden bir dilim ekmek, bir bardak su, hatta bir öpücük istediğimde, meramımı anlarsınız, ama yalnız başıma kalmaya göreyim, yüreğimi donduran, yahut dağlayan — ben de bilemiyorum hangisi— o kapkara elin ne demeye geldiğini ne anlayabilirsiniz, ne de sökebilirsiniz onu ordan.

Kâhya Kadın — Ha şöyle, dilin açıldı bak işte!

Hala — Her şeyin bir tesellisi vardır, evladım.

Gül — Anlatacağım da ne olacak bu yılan hikâyesini? Biliyorum gözlerim hep böyle genç kalacak, onu da biliyorum ama, her geçen gün sırtım biraz daha kamburlaşacak. Hem, canım, benim başıma gelen nice kadının başına gelmiş bişey. (Duraklama.) Ne demeye anlatıyorum bütün bunları size? (Kâhya Kadın’a — ) Hadi sen git, toparla ortalığı, göçüyoruz burdan, kaç dakka kaldı, bırakıp bahçeyi mahçeyi… Sen de, hala, rica ederim üzme kendini benim için. (Duraklama. Kâhya Kadın’a — ) Hadisene! Ne bakıyorsun öyle yüzüme! Kuzusunu yitirmiş, çoban köpekleri gibi… (Kâhya Kadın çıkar.) Kanıma dokunuyor böyle acımalı acımalı baktıkça yüzüme.

Hala — Yavrum, ne istersin, n’apayım sana?

Gül — Kayıplar hanesine yaz beni! (Duraklama. Bir aşağı, bir yukarı yürür.) Farkındayım, kız kardeşini hatırlıyorsun bana baktıkça, o evde kalmış kız kardeşini. Barut gibiydi hani, nefret ederdi çocuklardan, yeni bir elbise giymesin biri, bir kaşık suda boğardı… Öyle olmayacağım ama ben. (Duraklama.) Kusuruma bakma benim!

Hala — Deli, sen de!

(Arkadan, on sekiz yaşlarında bir genç belirir.)

Gül — Buyur, buyur!

Genç — Ama… göçüyormuşsunuz siz…

Gül — Vakit var daha. Karanlık basınca taşınacağız.

Hala — Kim bu?

Gül — Maria’nın oğlu.

Hala — Hangi Maria?

Gül — Üç Manola vardı ya, onların en büyüğü.

Hala — Tamam! Tamam! Hani şu —

Bir konak var, manolyalar bahçesi,

Üç kardeş ki ciğerimin köşesi.

Onlar, değil mi? A yavrum, bunaklığıma ver hatırlamayışımı!

Genç — Beni zaten kaç kez gördünüz ki!…

Hala — Öyle ama, pek severdim ananı. Ne sevimli kızdı, yarabbi! O da kocamın öldüğü ara olduydu, değil mi?

Gül — Daha önce.

Genç — Sekiz yıl önce.

Gül — Tıpkı anası.

Genç (memnun) — Sahi mi? Cin çekici derler bana, çekiçle yontulmuşmuş yüzüm…

Hala — Anası gibi öyle delidolu konuşmuyor, baksana!

Genç — Benzemesine benziyorum ona elbet! Geçen karnavalda annemin elbiselerinden birini giydiydim… taa ne zamandan kalma, yeşil öyle…

Gül (hüzünlü) — Siyah tenteneli… Nil yeşili farbalalı hani…

Genç — O işte!

Gül — Belinde de kadifeden kocaman bir fiyonk vardı.

Genç — Tamam.

Gül — Etek kasnağının iki yanına sarkmacasına.

Genç — Aynen. Ne matrak moda, değil mi? (Gülecek olur.)

Gül (mahzun) — Öyle deme, çok şık bir tarzdı!

Genç — Amma da yaptın! Üstümde o tenteneli, tantanalı nesne, gülmekten katılacağım nerdeyse, salonu naftalin kokusuna vermişim, inerken merdivenlerden aşağı, halam birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamaz mı, annemi görmüş gibi olmuşmuş… Ben de az biraz bozuldum elbet, elbiseyi de, maskeyi de attım yatağın üstüne, fırladım dışarı…

Gül — Bir hatıra kadar canlı şey var mı ki hayatta! Onun için de hayatımızı yaşanmaz hale getiriyorlar ya! Hak veriyorum o sokaklarda dünyayı kahretmecesine, sarhoş sarhoş dolaşan, piyasa geçitinin sıralarına çöküp avaz avaz şarkı okuyan ihtiyar kadıncıklara…

Hala — Pekiy, halan nasıl, evli olan halan?

Genç — Barcelona’dan arasıra yazıyor ya, günden güne açılıyor mektuplarının arası.

Gül — Çocukları var mı?

Genç — Dört tane.

(Duraklama.)

Kâhya Kadın (girerek) — Şu gardırobun anahtarını versene! (Hala anahtarı verir. Sonra Genç’e dönerek — ) Hah işte bu, dün aşna fişnesiyle yeni meydanın orda çekişen delikanlı! Kız başka bir tarafa gitmek istiyordu, bu da tutmuş omzundan bırakmıyordu. (Güler.)

Hala — Amaan sen de! Ne sataşıyorsun öyle oğlana!

Genç (apışmış) — Şaka yapıyorduk aramızda.

Kâhya Kadın (çıkarak) — Niye yüzün kızarıyor öyleyse?

Gül — Sen de ne ileri geri konuşuyorsun öyle!

(Kâhya Kadın çıkar.)

Genç — Ne güzel bahçeniz var burda!

Gül — Vardı desen, daha doğru!

Hala — Al, kes yavrum, hangi çiçeği istiyorsan! Gel benlen!

Genç — İyi akşamlar, Gül Teyze!

Gül — Sana da, yavrum! (Genç’le Hala çıkarlar. Akşam oluyordur.) Gül Teyze! Gül Teyze ha!…

Sabah sabah açar kâfir

Kan-kırmızı.

Akşamları köpüklere özenip

Kuşanır zaar beyazı.

Ve yağmaya başlar yaprakları

Çıktı mıydı gecenin ayazı..

(Duraklama.)

Kâhya Kadın (omzunda bir şalla) — Hadi! Yolcu yolunda gerek!

Gül — Mantomu alayım da sırtıma.

Kâhya Kadın — Elbise askılarını söktüm yerinden, pen-

cerenin pervazında duruyor manton.

(Üçüncü Kızkurusu, 1912’lerin adetince, sırtında siyah bir entari, yüzünde bir yas peçesi, boynunda kara bir kurdeleyle girer. Alçak sesle konuşurlar.)

III. Kızkurusu — Ema!

Kâhya Kadın — Tam ters zamanda, biz giderayak geldin.

III. Kızkurusu — Şurada bir eve piyano dersine geldiydim, bişeye ihtiyacınız var mı diye geçerken uğradım.

Kâhya Kadın — Allah razı olsun!

III. Kızkurusu — Bu kadar olur felaket!

Kâhya Kadın — Hacet yok söylemene, biliyorum ben de. Ama açma bu kederli kutuyu, söyletme kötüyü! Çünkü, diyim, bir felaket varsa ortada, benden gelecek melekût… Tövbe, tövbe!…

III. Kızkurusu — İy’olurdu, göreydim onları…

Kâhya Kadın — İy’olmazdı, kızım, iy’olmazdı. Hayıra çıkmışın madem, bitişik eve uğra!

III. Kızkurusu — Anlaşıldı! Lakin, hani bişeye ihtiyacınız olur diye geldim ben de…

Kâhya Kadın — Bu da geçer, üzme kendini sen!

(Rüzgâr başlar.)

III. Kızkurusu — Hava döndü.

Kâhya Kadın — Döndü, evet, yağmura.

(Üçüncü Kızkurusu çıkar.)

Hala (girerek) — Rüzgâr bu hızla eserse, tek gül kalmaz dalında canlı. Limanın ağzındaki serviler değdi değecek benim odanın cumbasına. Şu tabiatın cilvesine bak, gözümüz arkada kalmasın için sanki, fırtına bahçeyi tarumar etti çıktı.

Kâhya Kadın — Hadi sen de! Eski hali pek mi ahım şahımdı yani! (Mantosunu tutarak — ) Hele sen şu mantonu sırtına geçir! Kaşkolunu da sıkıca boynuna sar-

malayım. (Kaşkolu sarar boynuna.) Bak, ne güzel oldu, sıcacık! Oraya vardığımızda, sofra hazır. Soğukluğa da kırema var. Altın gibi öyle, halt etmiş yanında kadife çiçeğinin sarısı…

(Kâhya Kadın’ın heylicandan boğuklaşır sesi. Bir gürültü gelir.)

Hala — Limonluğun kapısı çarpıyor. Açık bırakmışın.

Kâhya Kadın — Rutubetten şişmiş, kapanmıyor.

Hala — Bütün gece çarpıp duracak böyle.

Kâhya Kadın — Varsın, çarpsın, biz işitmeyecek olduktan sonra!…

(Sahne tatlı bir alacakaranlığa bürünür.)

Hala — Ne biliyorsun benim işitmeyeceğimi?

(Gül görünür. Soluktur yüzü, beyazlar giyinmiş, üstünde de entarisinin eteklerine kadar inen yine beyaz bir manto.)

Kâhya Kadın (bir cesaretle) — Hadi gidelim!

Gül (zayıf bir sesle) — Yağmur başladı. Bizim gidişimizi seyre balkonlara çıkamayacak komşular.

Hala — Daha iyi ya.

Gül (azcık sendeler, bir sandalyeye tutunayım derken, düşecek olur, Kâhya Kadın’la Hala’sı tutarlar kollarından, yere yığılmasını önlerler) — Ve yağmaya başlar yaprakları

Çıktı mıydı gecenin ayazı.

(Çıkarlar, sahne boş kalır. Limonluğun kapısının çarptığı duyulur. Birdenbire gerideki bir pencerenin kanatları şırakk diye açılır, beyaz perdeler rüzgârda uçuşur.)

PERDE

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir