Glengarry Glen Ross – David Mamet
GLENNGARRY GLENN ROSS
Oyun, 2 Bölüm
Türkçesi: Ali H. Neyzi
KİŞİLER
SHELLY LEVENE – Ellisini aşkın
JOHN WILLIAMSON – Kırklarında
DAVE MOSS – Ellisini aşkın
GEORGE AARONOW – Ellisini aşkın
RICHARD ROMA – Kırklarında
JAMES LINGK – Kırklarında
BAYLEN – Kırklarında
Birinci Perdenin ilk üç sahnesi Çin lokantasında geçer, ikinci Perdenin tamamı A.Ş.’nin satış şubesinde geçer.
BİRİNCİ PERDE
BİRİNCİ SAHNE
(Çin Lokantası. Mermer masalar. JOHN WILLIAMSON ile SHELLEY LEVENE bir masada oturmaktadır.)
LEVENE : John — John — John. Peki. John. John. Bak şimdi: (Duralar.) Glengarry Higlands’ın adresleri. Sen yolluyorsun Richard Roma’yı. Tamam. Roma iyi bir satıcı. Hep biliyoruz onun iyi satıcı olduğunu. Evet, iyidir. Ama ne diyorum ben sana — cetvellere baksana, iş bitirmiyor — Dur. Dur. Dur. Adresleri kullanamıyor. Satış bitiremiyor. Ne diyorum ben sana. İyi adresleri sokağa atıyorsun. Sana, işini ben öğretecek değilim, herhalde. Ben sadece şunu söylüyorum. Bazen bir durgunluk çöker — Hani, hepimiz biliriz. — Demek istiyorum ki kontratlar imza ister — satış tamam olmalı — Bu işi yapacak bir sürü adamın var — bir dakika — denenmiş bir adamı yollamalısın ve takip etmelisin — bekle bir dakika — bir de satış cetvelinin gelişmesi gerekir — üstelik satışların iki milyondan değil dört milyondan olmaya — iki misli — olmaya başlar.
WILLIAMSON : Shelley. Geçen seferkini kaçırdın ama.
LEVENE: Hayır, John, hayır. Bir dakika. Dur. Bak, bir dakika, Ben — yahu, dursana bir saniye. Lütfen. Dinle beni. Ben
kaçırmadım onları. Ben kaçırmadım. Hayır. Biri mortayı çekti. Öbürünü bitirdim. Kapattım. Sattım.
WILLIAMSON : Satış tamamlanmadı.
LEVENE : Ama ben — Dur. Dinlesene beni, bir dakika. O sersemin satışını bitirmiştim ben. Eski karısıymış. Hayvanın karısından boşandığını nereden bilebilirdim. Hakim. Mahkemede, hâkim, satışı iptal ettirdi.
WILLIAMSON : Shelley, bak.
LEVENE : Bak ne demek John? Olay nedir? Kötü talih. Talihsizlik, sadece. Umarım senin başına hiç gelmez. Kötülükler hep sırt sırta gelir. Hep sürekli olur. Dua edeceğim, Tanrı seni böyle sürekli talihsizliklerden korusun. Anlatmak istediğim bundan ibaretti zaten.
WILLIAMSON : (Duralar.) Öbür ikisine ne oldu?
LEVENE : Hangi iki?
WILLIAMSON : Dört taneydi. Sana dört adres vermiştik. Biri öldü diyorsun, Peki. Birinin anlaşmasını da hâkim bozdu diyorsun —
LEVENE : Mahkeme zabıtlarını görmek istermisin? Ha? John! Gidelim mi? Bakalım mı?
WILLIAMSON : Hayır—
LEVENE : Uzak değil. Mahkeme zabıtları. Hepsi yazılı…
WILLIAMSON : Hayır…
LEVENE : Öyleyse?
WILLIAMSON : Ben sadece …
LEVENE : Ne demekmiş? “Öyle diyorsun — şöyle diyorsun!” Bok yemenin arapçası. (Duralar.) Yani ne demek oluyor bu?
WILLIAMSON : Benim söylemek istediğim, sadece —
LEVENE : Ne demek bu —”sen öyle diyorsan?” Müşteri bu. Ölemez mi? Benim karnım aç mı kalacak! Tanrı kahretsin. Seni de John Williamson. Kahretsin. Dave
Moss’muş. Richard Roma’ymış. Hepinizin canı cehenneme. — Sonuçlara baksana sen — Dokuzyüzseksen — seksenbir — sekseniki. Seksenüçün ilk altı ayı! Kim baştaydı? Kim?
WILLIAMSON : Richard Roma.
LEVENE : Ondan sonra.
WILLIAMSON : Dave Moss.
LEVENE : Haydi ulan. Dave Moss’muş! Halt etmişsin sen onu. Nisan—Eylül 1981. Başta gelen bendim. Moss enayisi değil. Tamam. Dostumuza saygı. Ama John, sen de biliyorsun. Dave Moss ancak sipariş alır. Çenebazdır, muhakkak. Ağzı da laf yapar. Ama sonuçlara bak sen. Listelere — Her zaman BEN başta geliyordum.
WILLIAMSON : Son aylarda durum hiçte öyle göstermiyor.
LEVENE : Son aylarmış! Bok yesin son aylar! Böyle mi konuşulur — satıcı takımına — Sor. Sorsana. Murray’a sor — Mitch’e sor. Petersen’da çalışırken. O berduşa arabayı kim kazandırdı. Gıcır gıcır, Seville marka. Ofise kadar geldi. “Bu arabayı bana sen kazandırdın, Shelley, sen,” dedi. Nasıl mı? Hep damdan düşme. Kapı çalarak. ANLADIN mı? Çat — Kapı! Dokuzyüzaltmışbeş. O dönem Glenn Ross köy evleriydi. Sayfiye pazarlıyorduk. Ofise sorsana. Talih mi? Halt etmişsin. Talih olur mu? Bok yeme, John. İyi adresler bulmam gerek. Hayvan gibi çalıştım. Usta satıcıyım ben. Bu ustayı harcatmazlar sana John. Harcatmazlar bu ustayı sana —
WILLIAMSON : Benim de sorumluluklarım var.
LEVENE : Bok yeme şimdi. Benden de sorumlu değil misin, sen? Senin satıcın değil miyim, ben? Adres istiyorum, ulan.
WILLIAMSON : Otuzundan sonra.
LEVENE : Otuzundan sonra — yerin dibine batsın. Ulan! Otuzunda cetvele giremezsem, adamlar beni dehleyecek! Adresler gerek bana. Şimdi gerek bana. Yoksa atılacağım. Sen de ararsın beni, John, çok ararsın, ama iş işten geçmiş olur.
WILLIAMSON : Mur-ray—
LEVENE : Sen konuş Murray ile—
VVILLIAMSON : Konuştum bile. Benim görevlerim o adresleri iyi değerlendirmek.
LEVENE : Göreviymiş. Adresleri değerlendirmekmiş! Hangi dağdan indin, hangi ovaya? Bok yeme. Bu ne biçim laf. Satıcıyız biz. Satıcı. Değerlendirecekmiş. Laf ulan o. Laf. Okulda mı öğrettiler o lafı sana? Bizim işimiz satmak. Satıcı BENİM — Ama bana boktan adresler veriliyor. (Duralar.) Sen veriyorsun onları bana. Hep boktan adresler.
WILLIAMSON : Benim çalışmam mı, boktan?
LEVENE : Evet. (Duralar.) Evet, ben böyle diyorum. Seni darılttığım için de üzgünüm.
WILLIAMSON : Baksana sen bana—
LEVENE : Kovulacak olan benim. Ve sensin, beni —
WILLIAMSON : Baksana sen bana — dinlesene ulan beni!
LEVENE : Peki, söyle.
WILLIAMSON : Bak, Shelley. Sana söylüyorum. Ben, bana verilen görevi yaparım. Ben — dur, kesme. Dinle. Benim görevim adresleri değerlendirmek. Bana verilen — dur, ulan kesme lafımı! Bana bir hedef verilmiş. Ona erişmem şart. Dur. Bir dakika. Bana böyle söylendi. Satış sayısı düşene umutlu adresler verilmez. Çok satan alır, iyi adresleri.
LEVENE : O zaman nasıl arttırsın, o zavallı satıcı, satışlarını? Boktan adreslerden ne çıkar ki? Bok boku kovalar. Anlat
sana bana. Açıklasana bu durumu. Bak, dinle beni —
WILLIAMSON : O adreslerin şirkete kaça mal olduğunu biliyor musun?
LEVENE : Umutlu adreslerin mi? Tabii bilirim. Onların neye mal olduğunu iyi bilirim. John. Çünkü senin o Allah’ın belası şirketine, o adresleri elde edecek parayı ben kazandırdım da, ondan bilirim. Dokuzyüzyetmişdokuz. Duydun mu? Neydi benim komisyonum? Yalnız yetmişdokuz yılında? Bana kalan doksanbin dolardı. Doksan — bin — Anladın mı? Murray’a ve Mitch’e çalışıyordum yine — baksana cetvellere—
WILLIAMSON : Murray dedi ki —
LEVENE : Bok yesin. Evet. Bok yesin Murray. John. Anlıyor musun? Söyle Murray’a.
Benim bok yesin dediğimi. Ne bilirmiş o? Ulan, ne bilirmiş? Satış “Yarışması” açmışmış — Eskiden ne demekti, bilir misin? Yarışma — paraydı — para! Servet. Paralar kaldırımlara taşardı. Mitch mi? Yahu kaç yıldır, bir kapı çalmış mıdır, acaba? Satış yarışıymış. Güldürme beni, John. Artık sokaklar soğuk, John. Eskisi gibi değil. Para pahalı. Çok pahalı. Altmışbeş yılında değiliz. Geçmiş o günler. Anladın mı? Ben iyi satıcıyım. Yılların adamıyım. Ama yine de bana da gerek —
WILLIAMSON : Murray dedi ki —
LEVENE : John. John —
WILLIAMSON : Lütfen, Shelley. Bir dakika. Dinleyecek misin beni? Murray’ın ne dediğini! Umutlu görülen adresler —
LEVENE : Allah kahretmesin!
WILLIAMSON : Adresler — Shelley — (Duralar.) Umutlu adresler, satış cetveline göre dağıtılacak. Satış yarışması süresince. Tamam mı? Kim aşarsa yüzde elliyi —
LEVENE : Boşversene John. Aptallaşma. Satışta oran aramak enayiliktir. Önemli olan toplu gelir —
WILLIAMSON : Hangi yönden bakarsan bak, sen yaya kalıyorsun.
LEVENE : Ben mi, yaya kalıyorum?
WILLIAMSON : Evet, sen.
LEVENE : Ben yaya kaldım, öyle mi? Neden yaya kaldım, biliyor musun? Çünkü bana verdiğin adresler tuvalet kâğıdı. Ben bilmez miyim, John? Yıllar önce. Daha Çiftlikler çıkmadan, ben arşınladım o sokakları. Dokuzyüzaltmışlarda, onlara parsel satardık, gecekondu mahallelerinde. Deli misin sen? O adamların evlerine televizyon alacak paraları yok. O adresteki adama lüks daire pazarlanır mı? Sen anlamazsın, ama ben kapıyı çalmadan bilirim kimin açacağını. Yine de. Peki. Peki. Dört adres vermiştin. Dört adres. Dağlı tipler. Paralarını pabuçlarında saklayanlardan. Dört adresti, John! Ne oldu? İki satış. Dört adreste iki satış. Yüzde elli —
WILLIAMSON : O satışlar iptal.
LEVENE : Her satış iptal olabilir. Akitler bozulur. Aksilik hiç tek gelmez. Bilmez misin? Hep üst üste gelir. Ben — Ben — Bırak şimdi, şu satış cetvellerini. Baksana bana — Yüzüme. Kimim ben? Shelley Levene. Herkes beni tanır. Sorsana beni. Rakiplerine sor. Peterson’da John’a sor. Jerry Graff’a sor. Sen, tanımıyor musun, beni? Bir ŞIRINGA gerek bana. Satış cetvelinin tepesine çıkmam gerek. Tekrar! Tekrar çıkmalıyım tepeye. Hepsine sor. Sor. Moss’a, Jerrf Graff’a, hatta Mitch’e sor. Getirdiğim satışlarla zengin oldu, hepsi. Sorsana onlara. Teklifleri yağdırırken ben. Onlar nasıl kazandılar? Benim satışlarımdan. Hep
benim sırtımdan. Murray’da öyle John. Sen orada olsaydın, sen de kazanırdın. Şimdi — ne diyordum ben? Darülaceze’de dilenmiyoruz. John. Acı bana da demiyorum. Adam gibi adresler istiyorum. Telefon rehberini verme bana. İyi adres ver — İyi satış yapayım. Tırmanacağım tekrar o satış cetvelinin tepesine. Bir şans tanıman gerek, bana. Aksilikler sırt sırta gelir. Ama yeneceğim bu şanssızlığımı, ben. Talihim mutlaka dönecek. (Duralar.) Yardım etmeni istiyorum bana. (Sessizlik.)
WILLIAMSON : Bir şey yapamam, Shelley!
(Sessizlik.)
LEVENE : Nedenmiş?
WILLIAMSON : Adresler rastgele dağıtılacak —
LEVENE : Bok yeme. Bok yeme. Adresleri SEN dağıtıyorsun. Kime ne vereceğine sen karar veriyorsun. Bana maval okuma.
WILLIAMSON : Satış cetvelinde baş çekenler —
LEVENE : Bana da baş çektirsene, işte —
WILLIAMSON : Kati satış yapmaya başla — sen — yine başa geçiverirsin —
LEVENE : Bana verdiği o adreslerde kati satış olur mu? John? Kimse satış yapamaz oralarda. Alay mı ediyorsun. Bak. İstersen, Beni, Richard Roma ile partner yap. İkimiz beraber çıkalım sokağa. İki yönlü kıskaç oluruz. O ve ben. Birlikte—
WILLIAMSON : Düş görüyorsun.
LEVENE : Peki. Peki. — Dur — (Duralar.) John. Bak. Bana bir tane iyi adres ver. Bana, sırf deneme olsun diye. İki iyi adres ver. Deneme için? Oldu mu? Deneme olsun. Sana söz veriyorum ki —
WILLIAMSON : Yapamam Shelley.
LEVENE : Sana yüzde on bırakacağım.
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Neyin üzerinden?
LEVENE : Benim payımdan. Ne satarsam.
WILLIAMSON : Ya satış yapamazsan?
LEVENE : Satacağım BEN!
WILLIAMSON : Ya satış olmazsa dedim.
LEVENE : Satacağım BEN!
WILLIAMSON : Ya satamazsan! O zaman ben boku yiyeceğim. Anlatamıyorum bir türlü. O zaman ben işimden olacağım.
LEVENE : John. Satarım ben. İyi adres olursa. John, John. Yüzde on sana. Bilirsin beni. Coşarım ben.
WILLIAMSON : Son zamanlarda iş bitiremez oldun ama —
LEVENE : Yel alsın ağzından. Kötümser olma. Bir satıcı her zaman iyimser olmalı. Destekle beni. Beni coşturup sokağa salman yeter. Neler sattım ulan, ben. Sen işleteceksin bu şubeyi, canlan biraz
WILLIAMSON : Yüzde yirmi isterim.
(Sessizlik.)
LEVENE : Pekiyi.
W1LLIAMSON : Adres başına da elli dolar.
LEVENE : John — (Duralar.) Dur. Bir dakika. Seninle konuşmak istiyorum. Bir an için. İzin ver bana. Dinle. Bak, ben senden yaşlıyım. Bir satıcı adını sokakta kazanır. Sokakta. Coşunca önüne geleni kazıklar. Sonra da başka türlü. Evet. Ben yüzde on dedim. Olmaz. “Yirmi” dedin. Ben de “pekiyi” dedim. Seninle aşık atacak değilim ya. Ne dersen — Evet. Evet. Âlâ. Böylece biz — pekiyi. Yüzde yirmi ve adres başına elli dolar. Şimdilik. Tamam. Anlaştık. Ay sonunda ya da gelecek ay sonunda tekrar konuşuruz. Ayın otuzundan sonra (Duralar.) yine konuşuruz.
WILLIAMSON : Ne konuşacağız?
LEVENE : Doğru, ya. Haklısın. İlerde konuşacak isek. İlerde konuşuruz. Elinde ne var? Hemen iki adres ver. Bu akşam, hemen
gidip bağlayayım.
WILLIAMSON : İki adresim var mı, bilemem?
LEVENE : Cetvelleri ben de gördüm. En azından dört adres olmalı elinde.
WILLIAMSON : (Terslenir.) Ne demek! Richard Roma var. Dave Moss var. Hepsi sırada.
LEVENE : Bok olsunlar. Daha kimse ofise uğramamıştır bile. Onlara elindeki eskileri ver. Biz anlaşmadık mı? İki adres. İkisi de şık yerler olsun. Altı ya da on milyonluk daireler. Sen vereceksin adresleri. İstersen yedi ya da onbir milyonluk daire arayanların adreslerini ver. Hiç fark etmez. İkisini de bağlarım. Tamam mı? İki iyi adres!
WILLIAMSON : Peki.
LEVENE : Bak. İşte. Şimdi anlaştık.
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Yüz dolar.
(Sessizlik.)
LEVENE : Ne? Şimdi mi? (Duralar.) Şimdi mi?
WILLIAMSON : Tabii şimdi. (Duralar.) Yani. Ne zaman olacaktı?
LEVENE : Aman be John. Tüh Allah kahretsin.
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Yazık. Keşke bir şey yapabilseydim.
LEVENE : Yok yeme ulan! — (Duralar.) Bende kapik yok. (Duralar.) John. Yok bugün param. (Duralar.) Yarın sabah öderim. (Duralar.) İmzalı anlaşmalar, bağlanmış satışlar. Yarın öderim sana. (Duralar) Otelin hesabını ödedim. — Yarın sabah getiririm.
WILLIAMSON : Olmaz. Para peşin, kırmızı meşin.
LEVENE : Şimdi. Derhal, otuz dolarım var. Peşin. Üstü yarın. Otele gidip bakayım. (Duralar.) John? (Duralar.) Hey. Vereceksin değil mi adresleri?
WILLIAMSON : Hayır.
LEVENE : Rica ediyorum. Yalvarıyorum. (Duralar.) John. (Daha uzun bir duralama!)
John. Biliyorsun. Benim bir kızım var…
WILLIAMSON : Bir şey yapamam, Shelley.
LEVENE : Bak oğlum. John. Sana bir şey hatırlatmak isterim. Öyle uzak geçmişte değil. Bir zamanlar, ben telefona sarıldım mı, senin gibiler — hop — kendini sokakta bulurdu. Açtım mı Murray’a telefonu — “Hey, Mur, senin şu şube müdürün kafamı bozuyor —” demedim mi. “Tamam Shelley,” derdi Murray. Lokantadan dönmeden ben, sen kendini kaldırımda bulurdun. Bir seferinde ona Güney Afrika turu kazandırmıştım, ben…
WILLIAMSON : Gitmem gerek. İşim var. (Ayağa kalkar.)
LEVENE : Dur. Peki. Bir dakika. (Ceplerini karıştırmaya başlar.) Dur. Bir tane. Adreslerden birini ver. Ne çıkarsa senin.
WILLIAMSON : Olmaz. Adresleri bölemem.
(Sessizlik.)
LEVENE : Nedenmiş o?
WILLIAMSON : Ben öyle diyorum da, ondan.
LEVENE : (Duralar.) Öyle mi? Öyle mi? Yani bizim dostluk, ortaklık böyle mi olacak?
(JOHN WILLIAMSON kalkar, masaya para bırakır.)
Demek böyle. Dostluğumuz bu kadarmış. Dur. Dur. Gitme. Peki. Peki. Öteki listede neler var?
WILLIAMSON : İkinci listeden de olsa adres mi istiyorsun?
LEVENE : Evet. Evet. İstiyorum.
WILLIAMSON : Yanlış anlamadım değil mi. İstiyorsun?
LEVENE : Evet. Doğru anladın. İstiyorum. Evet. (Duralar.) Öbür listeden de olsa adres vermeni istiyorum. Yani ne demek? Hâlâ yanınızda çalışıyorsam — en
azından adres vermeniz gerekmez mi? (Duralar.) Efendim? John. Sana terslendimse kusura bakmazsın değil mi?
WILLIAMSON : Boşver. Olur öyle şeyler.
LEVENE : Anlaşmamız bakidir. Öbür özel anlaşmamız.
(JOHN W1LLIAMSON omuz silker. Masadan ayrılır.) Evet. Evet. Tamam anlaştık. Cüzdanımı otelde bırakmışım. Hım. Tamam. (Duralar.) Oldu. Anlaştık. Hım. (Duralar.) Hım. Tamam. Tamam.
İKİNCİ SAHNE
(Aynı lokantada bir masa. DAVE MOSS ile GEORGE AARONOW oturuyorlar. Yemek bitmiş, çene çalıyorlar.)
MOSS : Polonyalılar ve sefiller…
AARONOW : Polonyalılar!
MOSS : Hepsi sefildir onların.
AARONOW : Paracıklarından ayrılamazlar.
MOSS : Hepsi — Onlar — Hayt! Hepimizin başına gelir, böyle şeyler.
AARONOW : Nerede iş bulacağım ben?
MOSS : Hemen bozulma George. Gül biraz. Daha atılmadın işten.
AARONOW : Atılmadım mı?
MOSS : Boktan bir satışı kapatamadın. Ne olmuş yani. Allanın belası Polonyalı. İş mi yani? Onlara satış yapılmaz ki zaten… ? Senin hatan — adres diye onu kabul etmen de —
AARONOW : Başka çarem yoktu.
MOSS : Niye yokmuş? Niye yani?
AARONOW : Satış cetveli —
MOSS : Satış cetvelinde başa geçmek! Vay canına. Ulan Polonyalıya satış yaparak listenin başına geçilir mi? Bak sana söylüyorum. Dinliyor musun? Bak. Sakın Kızılderililere satışa kalkma.
AARONOW : Ömrümde Kızılderililere teklif yapmadım.
MOSS : Öyle adlar çıkar arada, verilen adreslerde, “Patel” falan.
AARONOW : Hımmmm.
MOSS : Sana hiç rastlamadı mı?
AARONOW : Galiba. Bir kere rastladı.
MOSS : Rastladı mı?
AARONOW : Bilmem ki — anımsamıyorum.
MOSS : Rastlasaydın, unutmazdın. “Patel” gibi bir isim unutulur mu? Lokantalarda oturur çoğu. Neden bilemem. Satıcılarla konuşmasını severler. (Duralar.) Galiba hep yalnız yaşıyorlar. Yani öyle gibi. (Duralar.) Satıcıyla konuşurken kendilerine güven geliyor. Üstten atarlar. Hiçbiri, bir metre arsa almamıştır. Karşısına geçersin: “Çiftlik arsası, şöyle böyle — aman, zaman” ya da “Sayfiye Villa’ları.” “Evet. Evet. Amcamdan duymuştum,” derler. Her şeyi bilirler, sanki. Dinsiz imansız ne olacak! Bu arada, aklıma gelmişken, sana bir şey söylemek istiyorum, George. (Duralar.) Bir kahve bile ikram etmezler. Zaten verseler de içmem. Kirli olur herhalde. Lokantada yanına oturur, yabancı dilde konuşur. (Duralar.) Kadınları yeni yataktan çıkmış gibi bakar, adamın yüzüne. Of. Sevemedim şu imansızları. (Duralar.) Vay canına. Tanrının gazabı!
AARONOW : Ne olmuş?
MOSS : Ne olacak! Her şey. — Bu başka. Korkunç bir şey — Sen çok — Sen çok — Kendilerini önemserler. Hepsi — hepsi — Kapıyı çalıyorsun — “içeri gireceğim. Kim olursa olsun. Bir arsa satmazsam, akşama yemek yok.” Ya da “Yarışta bir otomobil kazanacağım.” —Çok— Çok ağır şartlar altında çalışıyoruz — Sen de çok zorlanıyorsun — Hepimiz öyle. Ben — hatırlar mısın? Platt’taki ofiste — nasıl satış yapardık — Sırt sırta — üst üste!
AARONOW : Sonra devir aldılar ve biliyorsun.
MOSS : Evet. İçine okudular işin.
AARONOW : Öyle oldu. Okudular.
MOSS : Altın yumurtlayan kazı kestiler.
AARONOW : Öyle oldu. Kestiler.
MOSS : Ve şimdi de —
AARONOW : Takıldık, kaldık. Bu —
MOSS : Bu boktan arsalarla kaldık —
AARONOW : Bok — bok —
MOSS : Öyle. Öyle.
AARONOW : Öyle.
MOSS : Bir ay, kötü gitti mi? Olur ya —
AARONOW : Yarışmaya koymuşlar seni —
MOSS : Herkes birden — Bir “Cetvel”dir gider —
AARONOW : Ben — ben — ben —
MOSS : Yarışmaymış — Satış cetveliymiş —
AARONOW : Ben —
MOSS : Haksızlıktır, bu!
AARONOW : Haksızlık
MOSS : Olamaz.
(Sessizlik.)
AARONOW : Üstelik MÜŞTERİLERE de haksızlık edilmiş oluyor.
MOSS : Haklısın. Bence de. Ben de öyle derim. Haksızlık. Neydi gençliğimizde — Batı Pazarlama’da bize öğretilen — Bir müşteriye tek bir araba değil — Onbeş yılda üç araba satmalısın, aynı adama. Değil mi?
AARONOW : Doğru mu bu?
MOSS : Efendim?
AARONOW : Doğru mu, dediğin?
MOSS : Tanrı çarpsın ki doğru. Adam gelmiş oturmuş. Şundan bundan. Öyle, böyle. BEN biliyorum ne yapacağımı. Önüme geleni soyacağım — donuna kadar — sonra Güney Amerika’ya kaçacağım. Kimse böyle düşünmedi çünkü, şimdiye kadar!
AARONOW : Çok haklısın.
MOSS : Efendim?
AARONOW : Hayır. Dediğin çok doğru.
MOSS : Kestiler, altın yumurtlayan kazı — Ben — Ben — Ulan, eşek gibi — tüm
ömrünce çalışmış birine —
AARONOW : Değil mi, ya!
MOSS : Ödü bokuna karışmış.
AARONOW : (Karışmış lafıyla birlikte) Korduna tabii — ödü— karışmış.
MOSS : Bok yiyesiceler — Bin arsa satana bir çatal-bıçak takımı — hediye —
AARONOW : Satış yarışıymış —
MOSS : Satış yarışında — kaybedersen — atılırsın sokağa! Olmaz böyle şey. Tarih öncesinde miyiz? Haksızlık. “Yaya kalan — dona kalır!” Haksızlık.
AARONOW : Evet. Öyle.
MOSS : Öyle tabii. Hem bundan kim sorumlu. Onu da biliyoruz.
AARONOW : Kim?
MOSS : Sen de biliyorsun. Murray sorumlu. Ve de Mitch. Böyle olmamalıydı, bu.
AARONOW : Hayır.
MOSS : Terry Graff’a baksana. Ne iyi adam. Çünkü kendi adına çalışıyor. Kendi listesi var. Hastabakıcıların adres listesini geçirmiş eline. Anladın mı? — Kafa derim sana — Niye razı olacaksın, yüzde ona? — Yüz on — üstünü niye kaptıralım başkalarına — Veriyoruz yüzde doksanını — niye sanki ve kime? Öküzün biri oturmuş şubede “Al şu adresi — git satış yap,” ya da “satışı yapan otoyu kazanır,” diyor. Bak Jerry Graff’a. Kendi çıkıyor araziye. Önce satın alıyor arsaları. Peşin para — Gördün mü aklı, gördün mü?
AARONOW : Evet.
MOSS : Böyle olur KAFA dediğin. İşte. Elde edince adresleri kendi adına çalışmağa başladı. Böylesi — Yani kafaya bak — adam dediğin böyle olmalı — “Hangimizin sürekli bir işi — kimsenin elleyemediği birkaç kuruşu var?” Sorarım sana — kimin var, böyle işi?
AARONOW : Hastabakıcılar.
MOSS : Tamam. Bu yataklık karıların listesini hemen satın almış — Graff — Bin dolar ödemiştir. Herhalde — daha fazla ödememiştir. Dörtbin ya da beşbin hastabakıcının adresleri — adam deli gibi, satıyor!
AARONOW : Satıyor mu?
MOSS : işleri çok iyi gidiyormuş.
AARONOW : Ben öyle duymadım. Satışlar ağır diyorlar.
MOSS : Hastabakıcılar mı — ağır gidiyormuş?
AARONOW : Evet.
MOSS : Çok şey duyar insan. Graff’ın işleri çok iyi. Çok iyi.
AARONOW : Sahil arsalarıyla mı?
MOSS : Hepsini pazarlıyor. Kimde hangi arsa varsa. Sahil olsun. Çiftlik olsun! Birinden duydum. Biliyor musun? Haftada milyona para demiyormuş.
AARONOW : Kendi başına mı?
MOSS : Demedim mi sana? Adam akıllı. Neden? Çünkü iyi adresleri ele geçirmiş. Bir de bizim halimize bak. Gömülmüşüz bokun içine. Adres bulmak için BAŞKALARINA yakarmamız gerek. Nah! Satışımızın yüzde doksanı — Ulan adresler için biz ofise para sayıyoruz! İş mi bu?
AARONOW : Ofisin de bir yığın gideri var. Adresler, kira, telefon —
MOSS : Neymiş? Ne gereği varmış? Bir telefon — bir de cevap verecek karı! İş mi yani? Neymiş o?
AARONOW : Yok, Dave. O kadar da basit değil.
MOSS : Yok canım. Basitten de basit. Ama asıl zor olan nedir, bilir misin?
AARONOW : Nedir?
MOSS : Başlamak.
AARONOW : Niye zormuş?
MOSS : Atılmak yani — Aramızdaki fark —
Benim ile Jerry Graff’ın arasındaki fark. Kendi adına işe atılmak. İşte zor olan o. Anladın değil mi?
AARONOW : Neyi?
MOSS : İlk adım — başlangıç —
AARONOW : Ne adımı?
MOSS : “Artık kendi adıma çalışacağım” diyebilmek. Çünkü, oğlum George, ne yaparsan yap, hep dediğim oluyor. Kendini birilerine esir ediyorsun. Sen onların peşinde koşar oluyorsun. — Oysa — Oysa — Bu kuralları kim koydu? Onlar — Değil mi?
AARONOW : Haklısın —
MOSS : Koşulları onlar saptıyor. Biz köpek gibi onlara çalışıyoruz.
AARONOW : Doğru. Doğru.
MOSS : Tanrı adına. Doğru söylüyorum. Ulan, çok içerliyorum. Körfez oluyorum. Karşıma geçmişler “Biri bu ay bir otomobil kazanacak” ama iki kişi de! Sepetlenecek!
AARONOW : Haa?
MOSS : Ulan! Satış Elemanı — kovulur mu?
AARONOW : Hayır!
MOSS : Sen asıl —
AARONOW : Asıl sen —
MOSS : Sen asıl çoğaltmağa bakmalısın. Satıcılarının sayısını.
AARONOW : Haklısın. Bence de —
MOSS : Dinine yandımının. Çoğaltmalısın satıcılarını —
AARONOW : Adam gelmiş — senin için çalışıyor
MOSS : Yerden göğe — haklısın —
AARONOW : Onlar —
MOSS : Onlar ise —
AARONOW : Onlarsa — evet —
MOSS : Bak şu işe! Bak. Bak. Bak. Ulan, adamlar senin satışınla geçiniyor. Sen ise dönüp ağızlarına sıçamazsın. Onları
esir edip, çocuk gibi korkutamazsın. Sıkılmış limon gibi — sonra sokağa — (Duralar.) Hayır. (Duralar.) Yerden göğe haklısın. Bak sana ne diyeceğim.
AARONOW : Ne?
MOSS : Artık birinin karşı gelmesi gerekir.
AARONOW : Ne demek istiyorsun?
MOSS : Birisi —
AARONOW : Evet?
MOSS : Birisi de ONLARA bir şey yapmalı.
AARONOW : Ne?
MOSS : Bir şey — Öcümüz alınmalı. (Sessizlik.) Biri bir şey yapmalı — Murray ile Mitch’in canları yakılmalı —
AARONOW : Onların canı mı yakılmalı?
MOSS : Evet.
(Sessizlik.)
AARONOW : Nasıl?
MOSS : Nasıl mı? Canlarını yakacak bir şey.
AARONOW : Ne?
(Sessizlik.)
MOSS : Biri ofisi soymalı.
AARONOW : Haa?
MOSS : Evet. Bence öyle. Güçlü hergeleler olsaydık. Onlara gösterirdik. Bas ofisi. Getir, altını üstüne. Haydutlar soymuş sanılsın. Tüm adresleri yüklen. Al, git Jerry Graff’a. (Uzun bir sessizlik.)
AARONOW : Karşılığında ne öder bize?
MOSS : Bize ne mi öder? Ne bileyim. Adres başına bir dolar mı — bir buçuk mu — ne bileyim? Heyt! Kim bilir — hakiki değeri ne eder? Ne ederse etsin — belki de — herhalde — acaba adres başına üç dolar eder mi? NE BİLEYİM?
AARONOW : Ofiste kaç adres vardır ki?
MOSS : Gelen Garry adresleri? — Umutlu adresler mi? Vardır herhalde beşbin adres. Beş — bin — değil mi? Beşbin
adres.
AARONOW : Sence, biri bu adresleri alabilir ve Jerry Graff a satabilir, öyle mi?
MOSS : Evet.
AARONOW : Nerden biliyorsun, satın alacağını?
MOSS : Jerry mi? Ben onun yanında çalışmadım mıydı?
AARONOW : Ama konuştun mu onunla, bu işi?
MOSS : Hayır. Ne demek istiyorsun? Hangi işi konuşacakmışım? Jerry Graff ile?
(Sessizlik.)
AARONOW : Evet. Yani. Şimdi bu konuyu tartışıyor muyuz, yoksa sadece laflıyor muyuz?
MOSS : Hayır. Sadece lafı açıldı —
AARONOW : Yani sadece “laflıyoruz” öyle mi?
MOSS : Konuşuyoruz işte — (Duralar.) Akla gelen bir şey. Değil mi?
AARONOW : Akla gelen bir şey!
MOSS : Evet.
AARONOW : Ama aslında tartışmıyoruz!
MOSS : Hayır.
AARONOW : Aklımıza geleni — tartış-mıyoruz?
MOSS : Hayır.
AARONOW : Soygunculuk olarak, yani —
MOSS : Soygunculuk mu — haşa!
AARONOW : Eh, öyleyse —
MOSS : Yani —hay —
(Sessizlik.)
AARONOW : Demek, bütün bu söylenenler – yani – hakikaten gidip Graff ile konuşmadın mı sen?
MOSS : Hayır. Gitmedim.
(Sessizlik.)
AARONOW : Konuşmadın mı?
MOSS : Hayır. Açıkça değil.
AARONOW : Yani —nasıl?
MOSS : Ne dedim ben, şimdi?
AARONOW : Ne demiştin?
MOSS : Evet. (Duralar.) Açıkça değil, dedim,
değil mi? Ulan George. Sana bir girip çıkan mı var? Laflıyoruz işte.
AARONOW : Sade çene mi, bu.
MOSS : Evet.
(Sessizlik.)
AARONOW : Çünkü. Çünkü, sen de biliyorsun, bu bir suç.
MOSS : Doğru. Bir suç bu. Suç ama çokda güvenli bir iş.
AARONOW : Yani TARTIŞIYOR MUYUZ bu konuyu?
MOSS : Tabii.
(Sessizlik.)
AARONOW : Yani — çalacak mısın adresleri?
MOSS : Ben öyle mi dedim?
(Sessizlik.)
AARONOW : Yapacan mı, bu işi?
(Sessizlik.)
MOSS : Öyle mi dedim?
AARONOW : Konuştun mu Graff ile?
MOSS : Konuştuğumu söyledim mi, ben?
AARONOW : O, ne dedi?
MOSS : Ne diyebilir ki? Satın alır, tabii.
(Sessizlik.)
AARONOW : Sen adresleri çalacaksın ve Jerry’ye satacaksın, öyle mi?
(Sessizlik.)
MOSS : Evet.
AARONOW : Ne öder Jerry?
MOSS : Bir dolar — adres başına.
AARONOW : Beşbin adres için?
MOSS : Kaç tane varsa. Tanesi bir dolara. Anlaşma öyle. Beşbin dolar! Yarı yarıya — paylaşacağız.
AARONOW : Paylaşmak mı — benimle mi?
MOSS : Evet. (Duralar.) Adam başı ikibinbeşyüz. Bir gecelik iş. Hem de Graff da çalışmağa başlayacağız. En iyi adreslere gideceğiz.
(Sessizlik.)
AARONOW : Graff ta mı çalışacağız?
MOSS : Ben öyle mi, dedim?
AARONOW : Bana da iş verir mi, Graff?
MOSS : Seni de alır. Tabii. Alır.
(Sessizlik.)
AARONOW : Doğru mu bu dediklerin?
MOSS : Evet. George. Doğru, evet. (Duralar.) Evet. Karar vereceksin. Önemli. (Duralar.) Mükafatın da önemli. Bir gecelik iş! (Duralar.) Ve bu gece yapılması şart.
AARONOW : Ne?
MOSS : Ne mi? Ne mi? Adresler —
AARONOW : Bu akşam mı çalman gerekli, adresleri?
MOSS : Tamam. Öyle. Sonra Merkeze gidecek dosyalar. Ayın otuzundan sonra. Murray ile Mitch. Yarışma bitiyor ya.
AARONOW : Yani, sana göre — bu gece sen ofise girip adresleri aşıracaksın, öyle mi?
MOSS : Hayır, SEN.
AARONOW : Efendim?
MOSS : Sen.
(Sessizlik.)
AARONOW : Ben mi?
MOSS : Ofise senin girmen gerek. (Duralar.) Adresleri senin alman gerek.
(Sessizlik.)
AARONOW : Ben mi?
MOSS : Evet.
AARONOW :Ben —
MOSS : Sevgili George, menfaat karşılıksız olmaz. Bu olanağı ben sağlıyorum sana. Ofise senin girmen gerek. Bu senin işin. Ben Jerry ile anlaşmayı sağlamadım mı? Ben giremem ofise. Olmaz. Zaten bu konuda fazla bile konuştum. Susmasını bilmem ki ben. (Duralar.) Bok yiyesi adresler — cart, curt — Tanrının cezası hasis yöneticiler —
AARONOW : Graff ta, çalışmaya başlayınca, anlarlar!
MOSS : Ne anlayacaklar? Adresleri çaldığımı mı? Ben çalmayacağım ki adresleri! Bu akşam bir dostumla sinemaya gideceğim. Arkasından Coma Inn’de yemek. Neden mi, Graff ile çalışmaya başladım? Çok basit. Daha iyi şartlar teklif etti. Nokta. Aksini isbat onların işi. Doğru olmayanı nasıl isbat ederler. (Sessizlik.)
AARONOW : DAVE!
MOSS : Efendim.
AARONOW : Bu gece ofisi soymamı ve adresleri çalmamı mı, öneriyorsun, sen?
MOSS : Evet.
(Sessizlik.)
AARONOW : Hayır. Olmaz.
MOSS : Olmazı yok. Yapacaksın George!
AARONOW : Bu da nesi?
MOSS : Bak şimdi. Dinle. Benim bu gece işim var. Como Inn’e davetliyim. Niye? Niye? Ofis soyulursa, benden şüphelenebilirler de ondan. Neden mi? Çünkü ben de yapmış olabilirim. Sen beni ele verir misin? (Duralar.) George? Sen beni ele verir misin?
AARONOW : Belki de yakalanmazsın.
MOSS : Seni de sorguya çekecekler, sen beni ele verecek misin?
AARONOW : Beni niye sorguya çeksinler?
MOSS : Ofiste çalışan herkes sorguya çekilecektir.
AARONOW : Niye yapayım ben böyle bir şey?
MOSS : Yapmazsın George. Bu nedenle konuşuyoruz değil mi? Dinlesene beni. Sorguya çekilince — beni ele verecek misin?
AARONOW : Hayır.
MOSS : Emin misin?
AARONOW : Evet. Eminim.
MOSS : Öyleyse, dinle beni. Bu gece de elde etmem gerek, adresleri. Bunu becermem gerek. Eğer gitmezsem sinemaya — eğer gitmezsem Como Inn’e — Sen yapmazsan bu işi, benim girmem gerek ofise —
AARONOW : Bunu yapman doğru olmaz.
MOSS : — Ve soymam gerek ofisi —
AARONOW : Hani, sadece lafını ediyorduk?
MOSS : O zaman beni enseleyecekler ve soracaklar — ortağın var mıydı?
AARONOW : Ben miyim o?
MOSS : Tabiatile.
AARONOW : Ama bu saçma.
MOSS : N’apalım. Kanun önünde şeriksin. Olaydan önce karıştın bu işe!
AARONOW : Karışmak istemedim ki, ben.
MOSS : Derdine yan George — karıştın bir kere.
AARONOW : Nedenmiş? Sırf sen bana açıldın diye mi?
MOSS : Tastamam.
AARONOW : Ama bana bunu niye yapıyorsun, Dave? Neden böyle şeyler söylüyorsun, bana? Ne demek oluyor, bütün bunlar?
MOSS : O senin üstüne vazife değil.
AARONOW : Bak sen şu işe. Bak. Bak. Şöyle yemeğe oturduk. Biraz çene çalalım derken — şimdi soyguncu mu oldum?
MOSS : Suçu konuşmakla. İşlemek birdir.
AARONOW : Canım. Faraziye idi, onlar.
MOSS : Ben şimdi gerçeğe dönüştürdüm.
AARONOW : Neden?
MOSS : Neden mi? Yani, sen bana beş bin dolar bulabilecek misin?
AARONOW : Beşbin dolara ihtiyacın mı var?
MOSS : Ben, şimdi, öyle mi dedim?
AARONOW : Paraya ihtiyacın mı var — bu yüzden mi?
MOSS : Hey! Hey! Lafı karıştırma. Konu benim değil — Senin neye ihtiyacın
var?
AARONOW : Beşbin dolar nerden çıktı? (Duralar.) Yani ne kadar? Sen beşbini bölüşeceğiz, demedin mi?
MOSS : Yalan söyledim (Duralar.) Pekâlâ. Sen ne karışıyorsun benim payıma. Senin payın ikibinbeşyüz. Katılıyor musun? Katılmıyorum da dersen cezanı çekeceksin, unutma.
AARONOW : Ben mi çekeceğim?
MOSS : Evet. Sen.
(Sessizlik.)
AARONOW : Peki. Neden?
MOSS : Çünkü anlattıklarımı dinledin.
ÜÇÜNCÜ SAHNE
(Lokantada. Bir masada RICHARD ROMA. Yanındaki masada JAMES LINGK. Roma onunla konuşuyor.)
ROMA : Tüm yataklı vagonlarda belli belirsiz bir çiş kokusu vardır. Zamanla alışırsın. Bu benim, günah çıkarabileceğim en kötü teşhisimdir. Bu görüşe ulaşana kadar, ne kadar sürdü, bilir misin? Çok uzun sürdü. İnsan ölünce, yaşarken yapamadığı şeylere yanar. Sen, kendini homo-seksüel mi sanıyorsun? Sana bir şey söyleyeyim mi? Tüm erkeklerde biraz homoseksüellik vardır. Kendini hırsız mı sanırsın? Ne olmuş yani! Burjuva mantalitesi senin aklını bulandırmıştır da ondan. BIRAK bu hikâyeleri. OLAN olmuştur. Karının üstüne gül mü kokladın? Olduysa oldu. Sen sürsene yaşamını. (Duralar.) Genç kızlarla aşna fişne mi? Yaptınsa oldu. Geç bu yana. Var mıdır, mutlak bir ölçü? Belki de. Ne olacak, ötesi? Bir şeye inanıyorsan, o zaman inancını yaşa. Kötü adamlar Cehenneme mi gider? Ben pek öyle sanmıyorum. Eğer sen inanıyorsan. Öyle olsun. İnancına göre yaşa. Dünyada Cehennem var mı? Evet. Ama ben orada yaşamayacağım. Hiç kafayı vurduğun ve oniki saat uyumuş sandığın oldu mu kendini?
LINGK : Ben mi?
ROMA : Evet.
LINGK : Bilmem ki—
ROMA : Ya da def-i-hacet!* Kocaman bir ziyafet boşalıp hayal olabilir. Başka her şey yaşar. Neden bilir misin? Ziyafet demek, yemek demek. Yediğimiz bu boktan şeyler — bizi ayakta tutar. Bir de kadınlar olmalı. Yattığın hani, anımsar mısın?
LFNGK : Nesini anımsamalıyım?
ROMA : Evet. Öyle.
LFNGK : Hımm.
ROMA : Seninkini bilemem. BANA sorarsan, sanırım işin aslı belimin gelmesidir. Bazı karılar vardır. Kollarıyla asılırlar ensene. Gözleri konuşur, sade. Bir de ses çıkarır gibiydi. Yoksa ben miydim o? Hani — sırtüstü, hani? Bak sana anlatayım. Yatırıyorum yatakta. Sırtüstü. Ertesi sabah olmuş. Yatağa sütlü çukolata getirdi. Cigaramı da yaktı. Taş gibi olmuşum. Külçe. Yaa? Neler anlatıyorum değil mi? Nedir, bu sürdüğümüz hayat! (Duralar.) Geleceğe mi bakacağız, yoksa geçmişte başımızdan geçenler mi, önemli? Bu değil mi, yaşam? İşte bu. O an ya da o saniye! (Duralar.) Ve nedir korkutan bizi? Kaybolmak. Başka ne? (Duralar.) BANKA kapanır. Hastalık geliverir. Karın düşen uçakta, oluverir. Şirketin batar. Evin yanar. Bunların hangisi hakikat olur? Aslında hiçbiri. Ama yine de hep korkarız. Nedendir bu korku? Çünkü güvenimiz yoktur. Kendime nasıl güvenebilirim? (Duralar.) Beklenmedik ölçüde zengin olarak mı? Hayır. Ne anlama gelir, beklenmedik ölçü? Hastalıktır öylesi. Burada bir tuzak var. Ölçü kalmamıştır artık. Kalan sadece hasettir. Peki, biz ne yapabiliriz. Bu durumda yapılacağın en doğrusu nedir? “Şöyle ya da böyle — kuşun başıma konmasına milyonda bir
şans varken— Has-tir, ülen, benim başıma konacak değil ya, kısmet kuşu!” Bu tutumun da doğru olmadığını biliyoruz. Ya ne denilecek. “Başıma konma şansı, bir milyonda bir. Yine de. Tanrı BENİ korusun. Korunamam ben. Ne olur, bana isabet etmesin…” Bu laflara da karnımız tok. Bir başka yol daha var. Neymiş o? “Olay yer alırsa iki olasılığı vardır, ve ben onu önleyemem. Gereken tedbiri, o zaman alırım. Nasıl ki bugün karşılaştığım ve beni ilgilendiren her olayda kendim alıyorum gereken önlemi.” İşte bence en doğru yol bu. Bugün bana, DOĞRU gelen, adımı atacağım. Kendime inanıyorum. Güvence ise gereksinim, güvenceye ulaşmak için tedbir alacağım, demektir. Her gün böyle davranırsam, bir gün gelipte dayanağa gerek duyacak olursam: a) muhtemelen dayanacak gücü kendimde bulacağım, b) asıl gücümü günbegün kendime inanarak atmış olduğum adımlarda bulacağım. (Duralar.) Aklımın erdiğince. İnandığım sürece aklıma. (Duralar.) Tahviller, hisse senetleri, sanat eserleri, gayri-menkuller. Şimdi. Ne demektir, bunlar? (Duralar.) Birer fırsat. Ne için? Parakazanmak için mi? Belki. Para kaybetmek için mi? Belki. Kendimizi bulmak ve zevkimizi tatmış olmak için mi? Belki. Öyleyse ne bok oluyor bütün bunlar? Ne değildirler acaba? Birer FIRSAT, bunlar. Başka hiçbir şey değil. Birer olay. Biri gelir, bir şey söyler. Bir telefon edersin. Postadan bir broşür gelir. Ne fark eder? “İşte, sana göstermek istediğim seçme arsalar, bunlar. Ne anlama gelir bu laf?” Sen onun ne anlama gelmesini istiyorsun? (Duralar.) Para mı? (Duralar.) Eğer
senin için o anlamı taşıyorsa. Güvence mi? Rahat etmek mi? “Hergelenin biri bana kazık atacak mı?” yoksa “Kaderin beni çağırdığını hissediyorum — tüylerim diken diken oldu,” mu? Tüm bunlar BAŞINA GELEN OLAYLARDIR. (Duralar.) Hepsi bundan ibaret. Başka ne olabilir ki? (Duralar.) Hepsi. Hepsi. Bir karnaval. Özelliği olan var mı? Bizi çeken var mı? (Duralar.) Herkes başkasından farklıdır. (Duralar.) Birbirimize benzemeyiz. (Duralar.) Hımm. (Duralar. İçini çeker.) Uzun bir gün yaşandı. (Duralar.) Ne içiyorsun?
LINGK : Gimlet.
ROMA : Haydi. Birer tane daha içelim. Benim adım Richard Roma. Senin adın ne?
LINGK : James. James Lingk.
ROMA : James. Tanıştığımıza memnun oldum. (Tokalaşırlar.) Seninle tanıştığımıza memnun oldum, James. (Duralar.) Sana bir şey göstermek isterim. (Duralar.) Sana bir şey ifade etmeyebilir — ya da önemli olabilir. Bilemiyorum. Artık hiçbir şey bilmiyorum. (Duralar. Ufak bir harita çıkarır. Masanın üstüne yayar.) Neymiş bu? Glenn Garry Highlands! Nerede mi? Florida. Florida-duydun mu? Florida mı? Atma ulan! Belki de atıyorum. Ama şimdi ne dedim sana ben. Bak şuraya. Nedir bu? Bu bir arsadır. Dinle şimdi. Bak. Sana neler anlatacağım.
ikinci perde
(Arsa satış ofisi. Soygun olmuştur. Bir vitrin kırılmış, yerine kontraplak çakılmış, yerlerde cam kırıkları. GEORGE AARONOW ile JOHN WILLIAMSON. Ayakta. Dolanıyorlar ve sigara içiyorlar. Sessizlik.)
AARONOW : Derlerdi ki, öyle büyük rakkamlar varmış ki, onların iki mislini almanın anlamı olmazmış.
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Kim demiş bunu?
AARONOW : Okulumdaydı.
(Sessizlik.
BAYLEN, sivil polis. İçerdeki ofisten çıkar.)
BAYLEN : Tamam mı?
(Sokaktan RİCHARD ROMA girer.)
ROMA : John — John-Williamson— Satış anlaşmaları çalınmış—
BAYLEN : Bir dakika, Bayım!
ROMA : Benim anlaşmalar çalındı mı?
WILLIAMSON : Bazı dosyalar —
BAYLEN : Dostum — bir dakika.
ROMA : Yani — benimkiler —
BAYLEN : Kusura bakmayın — işimiz var?
ROMA : Çekilsene ulan, aramızdan! Hastir. Benim başım dertte. Yarışta arabayı kazandım — kimseye kaptırmam artık.
WILLIAMSON : Çalınmadı senin anlaşman. Ofisten ayrılmadan postaya vermiştim.
ROMA : Benimkiler tamam değil mi?
WILLIAMSON : Seninkiler — kusura bakma — (SİVİL POLİS’le birlikte ofise geçer.)
ROMA : Bok. Bok! (Masayı tekmeler.) Bok. Bok. Bok. John! Hey, Williamson! Williamson! (SİVİL POLİS’in çalıştığı ofisin kapısına gider. Kapıyı kilitli bulur.) Açın ulan şu kapıyı. Hey, John Williamson!
BAYLEN : (Kapıdan çıkar.) SEN kimsin? (WILLIAMSON da ofise girer.)
WILLIAMSON : Satış mukavelelerine dokunmamışlar.
ROMA : Yoksa —
WILLIAMSON : Aldıkları — dur be. Dinlesene.
ROMA : Anlaş —
WHJLIAMSON : Dinle beni. Bazılarını yürütmüşler.
ROMA : Bazılarını mı?
BAYLEN : Kim haber verdi, sana?
ROMA : Neyi kim söyledi? Hastir ulan — kimsin sen? Kim ulan bu? Vitrini tahtayla örtmüşsünüz. Vay canına! — Moss söyledi.
BAYLEN : Moss mu? (Arka ofise bakarak.) Ona kim söylemiş?
ROMA : Ne bileyim ben! (WlLLlAMSON’a) Ne oldu? Söylesene!
WILLIAMSON : Bazı anlaşmaları da almışlar.
ROMA : Bazılarını mı? Lingk. James Lingk. Dün almıştım imzasını?
WILLIAMSON : O anlaşmayı dün getirmedin miydi?
ROMA : Tamam.
WILLIAMSON : O tamam. Dün akşam. Postaya verildi.
ROMA : Postalandı mı?
WILLIAMSON : Evet.
ROMA : Öyleyse listenin başındayım ve sizin bana bir otomobil borcunuz var!
WILLIAMSON :Ben —
ROMA : Hiç mazaret dinlemem. Ve, Bok yeyin derim hepinize. James Lingk beni liste başı yaptı. Sende anlaşmayı
postalamışsan. Tamam. Artık tamam. Enayinin biri, su koyuverirse, laf dinlemem artık. Bok gibi — sen gider tazelersin anlaşmaları. Yapmışım çünkü bir kez, ben satışımı. Sen — senin bana bir otomobil borcun var.
BAYLEN : İzninizle. Şimdi işimiz var.
AARONOW : Ah – uh — acaba? Yani John. Senin bilmen gerekir. Acaba — sigorta —
WILLIAMSON : George, meraklanma. Eminim şirketin sigortası vardır, (içeriye geçer.)
ROMA : Bok sigortası! Bana bir oto borçlusunuz.
BAYLEN : (Kendi çalıştığı odaya geçerken.) Lütfen bir yere ayrılmayın. Sizinle konuşacaklarım var. Adınız nedir sizin?
ROMA : Bana mı soruyorsun?
(Sessizlik.)
BAYLEN : Evet.
(Sessizlik.)
ROMA : Benim adım, Richard Roma.
(BAYLEN. İçerdeki ofisine geçer.)
AARONOW : Yani — biliyor musun? Sigortalı olmaları gerekir?
ROMA : Sana bir girip çıkan mı var, ulan?
AARONOW : Hani, yani. Sigortalı olsalardı bu kadar paniğe kapılmazlardı.
ROMA : Âlâ. Tamam. Doğru. Haklısın. (Duralar.) Yahu, nasılsın sen?
AARONOW : İyiyim — Yani — yarıştaki durumu mu sordun? Yarışı mı—
ROMA : Yok canım. Hayır — Evet. Yarışta ne haldesin?
AARONOW : Bilmem. Bilemiyorum. Ben — ben — çakıldım kaldım. SEN — Sen anlarsın halden — (Duralar.) Halim perişan. Aklım başka yerlerde olmalı. Olmuyor, olmuyor?
ROMA : Ne olmuyor? Neler anlatıyorsun, sen?
(Sessizlik.)
AARONOW : Satışlar — bitiremiyorum!
ROMA : Onlar başından umutsuzdu. Sana boktan adresler verildiğini görmüştüm.
AARONOW : Öyleydi.
ROMA : Efendim?
AARONOW : Evet. Umutsuz Adreslerdi.
ROMA : Eskimiş ve umutsuz.
AARONONV : Gece — gece —
ROMA : Gecekondularda villa pazarlanır mı? (Sessizlik.)
AARONOW : Olmaz ya.
ROMA : Boşuna zaman kaybı.
AARONOW : Öyle. (Duralar.) Asıl, ben de iş kalmamış.
ROMA : Ama —
AARONOW : Yok – Yok! İş kalmamış. Vaziyet bombok.
ROMA : Dur bakalım. Hey! Bok yemesene, George — Senin gibi — Hey, dur. — Kötü bir ay geçirmişsin — Ama sen iyi satıcısındır — George.
AARONOW : Sahi mi?
ROMA : Bir dönem işler ters gidebilir. Şu benim halime baksana — Onbeş satış — Sonra hırsızlar çalıyor anlaşmaları.
AARONOW : Anlaşmanı postaladım demedi mi?
ROMA : Yarısını postalamış. Büyük anlaşmayı postalamış. Daha bir sürü vardı. Şimdi — tekrar — kapılar çalınacak. Şapkam elimde — boynum bükük — Bok yoluna — bok gibi. Her satışı yeniden yapacağım. (Duralar.) Yani işler bir kere ters gitmeye başlamasın! Kimin güveni kalır? Kim olsa gücünü kaybeder — Tekrar git — Satışı tekrarla — Nerede ulan telefonlar?
AARONOW : Çalmışlar.
ROMA : Nee? Telefonlar da mı?
AARONOW : Nasıl iş bu? Ne mene yerde çalışıyoruz? önüne gelen —
ROMA : (Kendi kendine.) Telefonları
çalmışlar.
AARONOW : Haydutlar istedikleri gibi giriyor — istediklerini alıyor — Telefonlara varana kadar —
ROMA : Adresleri çalmışlar. Hey Tanrım! (Duralar.) Ne yapacağım, bütün ay? Allah kahretsin! (Kapıya doğru, yürür.)
AARONOW : Sence yakalarlar mı — hey, nereye?
ROMA : Sokağa.
(WILLIAMSON ofisinden başını uzatır.)
WILLIAMSON : Nereye gidiyorsun?
ROMA : Lokantaya — senin nene gerek ulan?
WILLIAMSON : Bugün satış yok mu?
ROMA : Nereye gideyim, ulan. (Duralar.) Dalga geçme John. Adresleri çalmadılar mı?
WILLIAMSON : Geçen yıldan kalma adresler yerinde.
ROMA : Aman. Canım. Senin olsun. “Mazi gönlümde bir yaradır.” Boşversene sen.
WILLIAMSON : Satışa çıkmak istemiyor musun?
ROMA : Ne olacakmış ki — bu ay hiç karnım acıkmayacak! Öyle mi? Hay Tanrım. Ver ulan. Eski de olsa. Ver birkaç adres. (Kendi kendine.) Hay dinine. Mitch ile Murray onlarda mı boku — Bütün ay — ben ne bok yiyeceğim?
(WILLIAMSON ofisine dönmektedir. AARONOW, WILLIAMSON’un yolunu keser.)
AARONOW : Adresler olsun — sigorta —
ROMA : Bütün ay — ne bok yiyeceğim ben?
AARONOW : Adresler sigortalı mıydı?
WILLIAMSON : (Derdi başından aşkın.) Bilmiyorum George. Niye sordun?
AARONOW : Yani — biliyor musun — sigorta da yoksa? Mitch ile Murray, yani — yani —
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Ne yani?
AARONOW : Yani onların da başları dertte demek.
WILLIAMSON : Haklısın, öyle. (Ofisine dönerken, ROMA’ya.) Satışa çıkacaksın değil mi?
(Sessizlik.)
AARONOW : Hepimiz, o adamla, konuşacakmışız.
ROMA : Efendim?
AARONOW : Hepimiz. Konuşacakmışız.
ROMA : Efendim?
AARONOW : Hepimiz. Konuşacakmışız.
ROMA : Sivil Polis’le mi?
AARONOW : Evet.
ROMA : Aman ne âlâ! Bir boş işi daha.
AARONOW : Boş iş mi? Niye?
ROMA : Niye mi? Hırsızı bulamazlar da ondan.
AARONOW : Polisler de mi?
ROMA : Tabii. Polisler. Bulamazlar.
AARONOW : Bulamazlar mı?
ROMA : Hayır.
AARONOW : Niye öyle diyorsun?
ROMA : Niye mi? Çünkü aptaldır onlar. “Dün gece neredeydin?” Hıh!
AARONOW : Sen neredeydin?
ROMA : Ben mi, neredeydim mi?
AARONOW : Evet, sen!
ROMA : Ben evdeydim. Sen neredeydin?
AARONOW : Evdeydim.
ROMA : Gördün mü? Ofisi soyan sen misin?
AARONOW : Ben mi?
ROMA : Evet. Sen misin?
AARONOW : Hayır.
ROMA : Öyleyse üzme kendini George. Neden, bilir misin?
AARONOW : Hayır.
ROMA : Saklayacak bir şeyin yokta ondan.
AARONOW : (Duralar.) Polisle konuşurken — sinirlenirim.
ROMA : Doğal bu. Kimler sinirlenmez bilir misin?
AARONOW : Hayır, kimler?
ROMA : Hırsızlar.
AARONOW : Nedenmiş o?
ROMA : Çünkü ar damarları çatlamıştır.
AARONOW : Öyle mi dersin?
ROMA : Evet.
(Sessizlik.)
AARONOW : Ama —ne demeliyim ben — onlara?
ROMA : Doğruyu söyle George. Her zaman. Hakikat en kolay hatıra gelen şeydir.
(WILLIAMSON odasından çıkar. Elinde adresler vardır. ROMA, birini alır. Okur.)
ROMA : Patel! Ravidam Patel mi? Ulan bu imansıza satış yapılır mı? Nerden buldun ulan bu adresi? Adli Tıptan mı aldın?
WILLIAMSON : İstemiyorsan, geri ver.
ROMA : Çek kuyruğunu çıksın canı! Ne oluyor be? Sonuç ne? Seninle kapışacağım. Sonra polisle boğuşacağım. Senin boktan arsalarını boktan heriflere satacağım. Paraları çoraplarından çıkaracaklar. Döndüğümde sen anlaşmaları çaldırmış olacaksın. Haydi, tekrar sokağa — anlaşmaları yenilemeğe çalış — Ne oluyor be? Ölecek miyiz yani! Bok canına be. Gideyim de geçen haftanın işlerini düzene mi koyayım, yoksa?
WILLIAMSON : Eskilerle uğraşma — belki hırsız yakalanır.
ROMA : Sahi mi? Yakalarlar mı dersin?
WILLIAMSON : Evet.
ROMA : Senin içine böyle mi “doğdu”?
WILLIAMSON : Mitch’ten haber geldi. Eski anlaşmalara dokunulmayacak. Yeniden imza gerekirse, kendisi gelecekmiş. Umum Müdür, Şubeyi ziyarete geldi, olacakmış.
ROMA : Anlaşıldı — anlaşıldı! Boktan da olsa. Ver bakalım şunları. (Adresleri alır.)
WILLIAMSON : Sana üç adres veriyorum.
ROMA : Üç mü? Benim sayışıma göre —iki!
WILLIAMSON : Hayır. Üç.
ROMA : Patel sayılmaz ki! Bok yeme. Gökten Shiva inse.Vishnu’lara gökten milyonlar yağsa — iki metre arsaya para yatırmaz. Boşver, John. Bok işi o. Sen kendi işine bak. Ben de kendi işime. Seninkisi bizim başımızın belası olmak. Ama, merak etme. Bu şirkette, senin arkan kim, bir gün bulacağım. Ve onun da, senin de canınız cehenneme diyeceğim. Daha günü gelmedi — Amma boktan iş, bu be? Yeni adresleri beklemek daha iyi olacak galiba.
(SHELLEY LEVENE sokaktan gelir.)
LEVENE : Hani? Nerde tebeşir? Nerde cetveller-Tebeşiri getirin. Satış tamam. Köküne kadar kazıkladım. Getirin tebeşiri ve cetvelin başına adımı yazın. Haydi. Havai’de Bayram yapacağım. Hey John, John Williamson. Oto listesine beni koy bakalım. Sekiz tane parsel. Hepsi bağlandı.
ROMA : Sen mi? Sekiz parsel mi bağladın?
LEVENE : Ne sandınız! Kim geliyor yemeğe? Ziyafet benden — her gelene ısmarlıyorum — kim geliyor? (WILLIAMSON’un masasına gelir. Anlaşmayı masaya çarpar.) Seksenikibin dolarlık satış. Benim komisyonum onikibin. John. (Duralar.) Hem de boktan, dergi adreslerinden çıkardım.
WILLIAMSON : Alıcı kim?
LEVENE : (Masadaki anlaşmayı gösterir.) Okusana kendin? Bruce ve Harriet Nyborg. (Etrafına bakınır.) Hey, ne olmuş burada?
AARONOW : Tüh Allah kahretsin. Nyborg’lara ben de gitmiştim.
(LEVENE etrafına bakınır.)
LEVENE : Yahu, ne oldu?
WILLIAMSON : Gece hırsız girmiş.
ROMA : Sekiz parsel, ha?
LEVENE : Tastamam, sekiz.
ROMA : Ulan Shelley!
LEVENE : Hey canına yandığımın. Nihayet şeytanın bacağını kırdım.
AARONOW : Yaşasın, Shelley “MAKİNE” LEVENE.
LEVENE : Ben —mi?
AARONOW : Aferin be!
LEVENE : Sağ olasın George.
(BAYLEN ofisten başını uzatır, GEORGE AARONOW diye seslenir. AARONOW ofise gider.)
Haydi: Açın telefonu Mitch’e müjdeyi verin.
ROMA : Telefonları da yürütmüşler.
LEVENE : Ne — yürütmesi?
BAYLEN : George AARONOW?
ROMA : Daktilo makinelerini de almışlar. Adresleri de almışlar. Kasadaki parayı da almışlar. İmzalı satışları da —
LEVENE : Ne —ne —ne?
AARONOW : Hırsızlık oldu.
(Sessizlik.)
LEVENE : Ne zaman?
ROMA : Dün gece. Yani bu sabah —
(Sessizlik.)
LEVENE : Adresleri de mi yürütmüşler?
ROMA : Hımm.
(Sorgusu biten DAVE MOSS ofisten çıkar.)
MOSS : Bok yemenin arapçası.
ROMA : Ne oldu! Okşadılar mı seni. İçerde?
MOSS : Polis olacak. Ulan, pantolonunu indirsen, tuvaletin kapağını bulamaz. Amma enayi iş, bu, be!
ROMA : İtiraf ediyorsun değil mi?
MOSS : Bana bak Ricky-Roma! Bok yeme. Ben bugün sokağa çıkmam, artık. Eve
gideceğim. Eve gideceğim. Burada bir bok olacağı yok. O ahmak polisle konuşanın alnını karışlamalı!
ROMA : Duydun mu? Bizim MAKİNE ne
yapmış?
MOSS : Bok yesin, MAKİNE.
ROMA : Tam sekiz parsel. Anlaşmalar imzalı.
MOSS : Ne hakkı var! Allahın belası polisin — benimle öyle konuşmaya? Ben mi soydum bu boktan ofisi?
ROMA : Duydun mu, ne dediğimi?
MOSS : Evet. Evet. Arsa satmış.
ROMA : Tam sekiz parsel. Anlaşma imzalı.
MOSS : (LEVENE’ye.) Sen mi? Sattın mı?
LEVENE : Evet.
(Sessizlik.)
MOSS : İyi bok yemişsin.
ROMA : Kime sattığını sorsana.
MOSS : Ne zaman?
LEVENE : Az önce.
ROMA : Sorsana kime satmış?
MOSS : Demek sen? Hemen, bu sabah?
ROMA : Harrict ve bilmem ne bey, Nyborg!
MOSS : Sen mi becerdin onları?
LEVENE : Seksenikibin dolarlık satış.
(Sessizlik.)
MOSS : O sefaletin yavrularına mı?
LEVENE : Sana öyle geliyor. (Roma’ya.) Bak nasıl gitti. Şöyle dedim, onlara, Dinle
MOSS : Haydi ulan. Senin boktan öykülerine karnımız çoktan tok, bizim.
ROMA : Halt etme artık, Dave.
LEVENE : Dedim ki —”Kendinize güvenmeniz gerek,” dedim. Nasıl demişim? Söyle.
MOSS : (WILLlAMSON’a.) Bana birkaç adres ver. Satışa çıkacağım. Burdan kurtulmak zorundayım.
LEVENE : “Kendi kendinize inanmanız gerek,” dedim.
MOSS : Yok! Yok. Bok yesin senin adreslerin. En iyisi ben eve gidiyorum.
LEVENE : Bruce ve Harriet Hanım — benim boynum altımda kalsın — ama sizler — kendinize güven kazanmalısınız.
ROMA : Elde adres kalmamış ki!
MOSS : Nedenmiş o?
ROMA : Çalmışlar hepsini.
MOSS : İyi olmuş. Bir boka yarayan şeyler değildi zaten. Zaten, bu Allahın cezası
LEVENE : Etrafınıza bakıyorsunuz. Komşularınız. Hepsinin bir yatırımı var. Hani bizimki — diyorsunuz.
MOSS : Bok soyu.
LEVENE : “Niye böyle? Ömrünce karşıma FIRSAT çıkmadı?”
MOSS : Anlaşmaları da çalmışlar mı?
ROMA : Seni ilgilendirir mi, acaba?
LEVENE : “Harriet Hanım, dünya ahiret hemşirem ol. Bak sana ne diyeceğim.”
MOSS : Ne demek istiyorsun, ulan?
LEVENE : DİNLESENE ULAN: Olanları aynen anlatıyorum.
(GEORGE AARONOW, ofisten başını uzatır.)
AARONOW : Yahu — birer kahve getiren olur mu?
MOSS : N’aber. İçerde iyi misin?
(Sessizlik.)
AARONOW : İyiyim.
MOSS : Yaa.
AARONOW : Dışarı çıkan olursa. Lütfen bana da ısmarlasın.
LEVENE : “Gelince FIRSAT ayağına” (ROMA’ya.) Nasıl? Nasıl?
MOSS : Sen ne demek istedin, ulan?
LEVENE : Gelince fırsat, ayağına — KAÇIRMAYACAKSIN. Ben de kaçırmam. Kimse kaçırmaz.
MOSS : Bana bak — Ricky-Roma! Ne demek istedin sen! Anlaşmalar çalınsa da bana
fark etmezmiş!
(Sessizlik.)
LEVENE : Evin mutfağına girmişim. Hamel’in kekini yiyorum, artık.
MOSS : Yani — ne demek istedin, sen?
ROMA : Ne mi diyordum, Dave Moss! Bir aydır adam gibi tek bir satış yapmamışsın. Evet, benim üstüme vazife değil. Ama üstüme gelirsen açtırırsın ağzımı. (Duralar.) Yani imzalı anlaşman yok ki, çalınmasından korkasın — tamam mı?
MOSS : Ulan. Canın isterse amma da insafsız kesiliyorsun be ROMA!
LEVENE : Durun. Ricky dursana. Anlatacağım. Mutfağa kadar gir—
MOSS : Kapat ulan çeneni! (Duralar.) Ricky-Roma. İsteyince nasıl da insafsız oluyorsun (LEVENE’e.) Ulan. Ne söylenip duruyorsun, be (ROMA’ya.) İlla eski yaraları deşeceksin değil mi? Senin de bir gün şansın dönerse ve ben de seni yüzlersem — içerlerdin değil mi? (Duralar.) İçerler de körfez olurdun. Hem de nasıl?
ROMA : Kim dedi? MAKİNE Shelley’ye bok yesin!
MOSS : Shelley’ye bok mu demişim. Boka bok demişim. Ne oluyoruz ulan? Etiket dersi mi alacağız? Sen de bokun birisin be — Ricky-Roma? Aklını kaçırdın galiba? Son birkaç aydır — Satışlarda başı çekiyorsun diye — Bütün ofisin ali kıranı mı oldun, ulan?
LEVENE :Dave —
MOSS : Sen sus, ulan. Kimin, kime, nasıl davranacağına beyimiz mi karar verecek, artık? Ne oluyor be? Sabah sabah. Bu bok ofise gelmişim. Önce kendini bilmez bir polis bozuntusu, üstüme yürüyor. Nerdeyse beni suçlayacak! Ardından şimdi de yüzüme gözüme et-
mediğini bırakmıyorsun! Yani bok mu oldun — Satış cetvelinin başına geçtinse?
ROMA : Vay canım. Vah Dave Moss. Ben mi seni küçük düşürmüşüm? Özür dilerim, ayol!
MOSS : işlerin tıkırında. İşlerin tıkırında. Bir elin yağda — bir elin bağda.
ROMA : Anlaşıldı — son aylarda işleri ters giden bir altın yürekliye yaranamamışız. Hastir ulan, Dave. Sen bir imzalı anlaşma getirdiğin zaman geğirtinden ofiste durulmaz olur. Ne önemli adam oluverirsin. Ne önemli işler yapıverirsin. “Hey! Gel sana bir sakız alayım. İstersen çiğnemesini de öğretirim,” değil mi? Ama bir arkadaşın. İyi bir satış yapmış — ağzından cerahat saçıyorsun — Ne adammışsın ulan sen?
MOSS : Kimmiş ulan, benim dostum? Ya sen kim oluyor muşsun! Katoliklerin Papazı mı? Yani — sen kim oluyorsun — Bay Ricky-Roma? Zavallı satıcıların büyük dostu, öyle mi? Bok ye — emi! Seni hiç sevemedim, zaten. Pencere camında sinek pisliği — sen de.
ROMA : Şimdi de Veda Marşını mı okuyorsun?
MOSS : Ben eve gidiyorum.
ROMA : Silah arkadaşlarınıza vedaya mı gelmiştiniz?
MOSS : Eve gitmeyeceğim. Başımı alıp Wisconsin’e gideceğim.
ROMA : Yolun açık olsun.
MOSS : Bok ye! Hepiniz bok yeyin, emi?
(DAVE MOSS çıkar. Sessizlik.)
ROMA : (SHELLEY’ye.) Ne diyordun? (Duralar.) Haydi. Haydi. Karı-kocayla mutfağa girdin — haritaları masaya yaydın — Ceketini çıkarmış, kravatını çözmüşsün — Satış kokusu burnunda
— Haydi ulan — uyansana — kadının kekini yemiyor muydun?
(Sessizlik.)
LEVENE : Isırmışım karının kekini—
ROMA : İyi miydi bari?
LEVENE : Hazır almış.
ROMA ” : Vay, bok karı!
LEVENE : “Biliyor musunuz, ne oluyor? İkna oluyoruz, kendimiz! Karşılaştığımız fırsatı artık bir daha kaçırmayacağız. Bizim olacak.” (Duralar.) Ve, tamam. Oldu. İşte şöyle oturmuşuz masanın başında. (Duralar.) Dolmakalemimi çıkarıyorum.
ROMA : Her zaman imzaya hazırdır, aslan MAKİNE!
LEVENE : Öyledir. Öyledir. Eski usullerden şaşmamalı. Eski, denenmiş usullerden şaşma. Akıllarını çeleceksin. Enayilerin — satış — satış — bastırtacaksın herifin imzasını, çekinin üzerine! Bruce ile Harriet. Mutfakta oturmuşuz. Hep paralarını devlet tahviline yatırmışlar. Boşversene — geçti o günler artık. Haritada. İşte. Sekiz pafta, sekiz parsel. “Gelmiş artık günü. İşte beklediğimiz gün gelmiş.” Düşünü gördüğünüz para dolu çanta. Trende bulmuşsunuz? Biri bırakmış, bahçe kapınızın önüne. Para dolu çantayı! İnanılmaz şans, Harriet Hanımefendi?
ROMA : (Düşünceli.) Harriet Hanımefendi?
LEVENE : Bruce kardeşim. “Artık sizinle dalga geçmek yok! Yanından köşesinden, dolanmak da yok! Geçti artık bütün bunlar. Yine de. Anacağız bugünü ilerde! Karar günü. Bakın size ne getirmişim. Öyle çekimser kalmak yok. Sizden kabul edeceğim yegane karar: “Toplu Yatırım” kararıdır. Tüm sekiz parsel. Birden. Bir seferde. Tamam mı? Şimdi ne geçiyor içinizden, biliyorum.
“ihtiyatlı olalım,” diyorsun, kendi kendine. Biliyorum. Biliyorum. Şimdi bıraksam. Sizden ayrılsam. Sizde bana “Yarın’a, gene uğrasanız,” deseniz. Ben gidince arkamdan birer kahve daha içersiniz — karı-koca karşılıklı — ve “ihtiyatlı olalım,” dersiniz. Sonra da — belki de beni kırmamış olmak için bir parsel alsak dersiniz, ya da iki — Büyük Fırsat karşınıza çıkmış ve siz de bunu gözlerinizle görmüşken — Olamaz ama — konumuz da bu değil zaten. Dinle, bak. Ardından bak ne dedim. “Birlikte geçirdiğimiz bu gecenin konusu bu değil ki.” Ardından hemen dolmakalemim çıktı. Eline verdim. Anlaşmaları önüne sürdüm. “Şimdi imzalamanı istiyorum bu anlaşmaları.” (Duralar.) Karşısında oturuyorum. Beş dakika geçti. Ricky. Budala gibi oturuyorum. Mutfak saatine bakıyorum. Tam yirmiiki dakika. (Duralar.) Tam yirmiiki dakika, mutfaktaki saatle. Ne bir nefes. Ne bir kıpırdanma. Düşünmez olmuşum. Kolumun uyuştuğunun farkında mıyım acaba? Hayır. Sattım — Sattım — Sattım ya. Eski günlerimde olduğu gibi — ROMA — satışı kapattım — satışı — eski günler gibi—
ROMA : Bana öğrettiğin gibi.
LEVENE : Sahi — yahu — sen aslan — ya da belki de haklısın — Sana usullerimi öğretmişsem — Sevinirim söylediğine. Nasıl ama. Onları tam etkimin altına almıştım. İkisini de. Tamamiyle. Son söylediğim cümle, hâlâ aklımda: “Şimdi karar zamanı.” (Duralar.) Ricky. İmzaladılar. Roma. Müthişti. Canına yandığımının. İkisi de — gözümün önünde — erimiş mum gibi — Tanrı inandırsın. İnanılır gibi değildi. İkisi de — yumuşacık, pelte
gibi olmuşlardı. Önce adam kalemi aldı. İmzasını attı. Sonra kalemi verdi karısına. Kadın da imzaladı. Nasıl önemli bir an. Sinek uçsa duyulur. Bırakıyorum. Sindirsinler içlerine. Başımı sallıyorum. Şöyle. Sonra elini aldım elime. Sıkı, sıkı. Şöyle. Hanımefendinin önünde bir reverans — şöyle. Bruce’le Harriet. Ağzım kulaklarımda. Başımı sallıyorum. Salona işaret ediyorum. Maun büfeye. Vay anasını, ulan salonda maun bir büfe olduğunu nereden bildim acaba? (Duralar.) Adam anladı. İçeri gitti. İçkiler geldi. Kısa, kristal bardaklar. Hiç ses yok. Karşılıklı birer kadeh içtik. Tesit ettik.
(Sessizlik.)
ROMA : Ne müthiş bir satış, Shelley!
(Sessizlik.)
LEVENE : Hay anasını— (W1LLIAMSON başını uzatıp salona bakar.) Adresler. Adresler. John. John Williamson. Çıkar beni satışa. Hey, beni satışa çıkar.
WILLIAMSON : Adresler birazdan gelir.
LEVENE : Ver bana. Ver bana.
WILLIAMSON : Murray ile Mitch ile konuşalı bir saat kadar oldu. Kendileri geliyorlar. Bu sabahki olay epey canlarını sıkmış olmalı.
LEVENE : Benim satışı bildirdin mi, onlara?
WILLIAMSON : Nasıl bildireyim — Ofiste telefon mu kalmış! — Yeni adresleri getirdikleri zaman söylerim — tamam mı? Shelley, tamam mı? Başım kazan gibi — halimi görüyorsun. Güzel bir satış — yapmışsın. Aferin sana.
LEVENE : Güzel satış ne demek — Yılın Satışı — belki — belki—
WILLIAMSON : Bana bak. Anladık. Bin türlü işim
arasında — Çok kızdılar. Kendileri geliyor. Duruma hâkim olmam gerek.
LEVENE : Anlatamadım galiba. Senin de onlara bildirmen gerek. İnanılmaz bir satıştı.
WILLIAMSON : O satışın en inanılmaz yönü, kime satmış olduğun.
LEVENE : Ne demek istiyorsun yani?
WILLIAMSON : O satış tamamlanırsa mucize olur.
LEVENE : Ne demek oluyor bu? Ulan. Bok yemesene. Ulan, hep demiyor muyum sana? Sen işinin adamı olamazsın. İşinin ERİ olman gerekir. Sen ise bok yedi başısı olmuşsun. Anlıyor musun ne dediğimi? Ay sonuymuş — Satış celveliymiş! Böyle mi yürütülür bir pazarlama ofisi? İşinden haberin yok senin, evlat! Görevinin ne olduğunu bile öğrenememişsin. Satış nedir bilir misin, sen? Ulan. Acaba bu enayi, ömründe bir tane satış anlaşması imzalattı mı? Bir kerecik olsun — bütün ömründe —
WILLIAMSON : Bana bak Shelley. Senin yerinde olsam, bu kadar bağırmazdım.
LEVENE : Öyle mi? Öyle mi? Bak sen — ne yaparsın yani — İşime son mu verirsin?
WILLIAMSON : Olmayacak bir şey değil.
LEVENE : Seksenikibin dolarlık satış yaptığım gün mü? Daha öğlen bile olmadan mı?
ROMA : Satışı bugün mü bitirdin?
LEVENE : Sattım. Evet. Bu sabah. Erken, erken. (WlLLIAMSON’a.) Bak size diyorum. Her şey değişebilir. Bir insan, kendini yenileyebilir. Senin bir türlü anlayamadığın, işte bu! Sokaktan gelen adam kim? Tanıyamadın değil mi? Yepyeni birisi olabilir. Belki de rastgele birisidir. Satıcılığın geçmişini de bilmiyorsun. Tecrübelilere sorsan öğrenirsin. Eski ofiste, yıllar önce — bir ay, ikinci ay — neymiş ulan, oniki ayın tam sekiz ayı — hep liste başı — üç yıl üst üste
— sürekli. Delirdin mi be? Buna şans, buna talih denir mi? Öyle hani — hani — çalıntı adresler ile de olmaz. Buna ustalık derler, evlat. Ustalık. Usta satıcı böyle olur—
ROMA : Yaşa Shelley!
LEVENE : Bütün bunlardan senin haberin bile yok. Çünkü daha bebektin o zamanlar. Hem de hep çatkapı satardık. Kapıyı çalar — beklersin. Ulan kimin açacağını bile bilmeden, çalmışsın kapıyı. Almayı akıllarından geçirmedikleri arsayı onlara satmaya gelmişsin! Sen şimdi, okullarda, yumuşak satış — hızlı satış gibi bir sürü isimler öğrendin değil mi? O dönemlerde biz satışlara isim aramazdık. Satardık. Anladın mı? Satardık.
ROMA : Aferin Shelley!
LEVENE : Evet. Evet. Evet. Ömrüm boyunca. Ben hep satış kapattım. Kızımı okuttum. Kızım — benim — Evet. Çatkapıydı sistemim. Anladın mı evlat. Kapıdan kapıya. Tanımadığın kapıları çala çala. Ama ne anlarsın sen bunlardan. Şanssızlık sırt sırta gelirmiş — hiç duydun mu bu lafı? Kimsin ulan sen? Kalem efendisi! Bok ye John, emi? Sen “satıcıları ateşlendirmek” diye bir lafı hiç duymadın mı? Bana bak. Fazla ötme. İstemiyorsan beni, elbet Jerry Graff bana iş verir. Uzun etme. Yarış cetveline adımı yaz ve hemen bana üç yeni adres ver. Umutlu olsun. Birbirine de yakın olsun. Gün batmadan hepsini kapatacağım.
ROMA : Adam haklı, John.
(WILLIAMSON yandaki ofise geçer. Sessizlik.)
LEVENE : Yok. Yok. Haklı değilim. Boşuna kırdım oğlanı. Asıl suçlular — asıl
suçlular Murray ile Mitch aslında—
(ROMA kırık camdan birini görmüştür.)
ROMA : (Alçak sesle.) Aman Tanrım.
LEVENE : Tanrı versin cezaları. Gel yemeğe gidelim. Adreslerin gelmesi gecikecektir.
ROMA : Sen şimdi benim müşterimsin. Ben sana Glenn Garry de beş sahil parseli sattım. Başımı kaşıyınca, bana, “Kennilworth” diye işaret vereceksin—
LEVENE : Ne oluyoruz, yahu?
ROMA : Unutma — “Kennilworth”—
(Sokaktan JAMES LINGK girer.)
ROMA : (LEVEN’e.) Bu arazi benim. Daha doğrusu, annemindir. Sana çapları vereceğim. Teker, teker göreceksin. A-3’ten A-14’e kadar. Sonra 26’dan 30’a kadar. Rahatına bak. İstediğin zaman. İstiyorum diyebilirsin.
LEVENE : İlahi Richard Roma! Siz söyledikten sonra. Niye bekleyecekmişim. Son yıllarda hep sizinle — birlikle—
LINGK : Sizinle görüşebilir miyim?
ROMA : (LlNGK’i yeni görmüştür.) James. James LINGK! Ne işin var, senin burada? James LINGK — tanıştırayım — D. Ray Morton.
LEVENE : Tanıştığımıza memnun oldum.
ROMA : James Lingk’e Black Creek’te arsalar verdim. Duymuştunuz değil mi? — Black Creek —
LEVENE : Efendim? Black Creek — ha, galiba, duydum. Florida civarı mı?
ROMA : Tamam, Florida
LEVENE : Bu konuda sizinle konuşacaktım zaten.
ROMA : Tamam. Dediğimiz gibi. Bu hafta sonu, bol bol konuşacağız.
LEVENE : Karım söylediydi — O arsalara da bakmayı unutma dediydi.
ROMA : Ne de güzel arazi! Tatlı bir meyille
denize doğru uzanıyor. Bayıldılar. James ile eşi Jenn. Biliyor musun Ray. Sana bir şey söylemek istiyorum. (LEVEN’e.) Şimdi, bak, sen dünyanın her yerinde lokantaya gitmiş bir kişisin. (LINGK’e.) Ray, Amerikan Bankasındadır. Ray — ne iş yaptığını açıklamamda bir sakınca yok değil mi?
LEVENE : Tabiatiyle.
ROMA : Mr. Morton, Amerikan Bankasının ülkedeki tüm operasyonlarını yöneten kimsedir. (LEVENE’e.) Ama sana şunu söylemek istiyordum. Benim yediğim o yemeği ömrümde yememişsindir. LINGK’ler beni evlerine davet ettiler. Geçen akşam. Neydi o, sizin Bankanın, reklam sloganı, Hay Allah—
LEVENE : Hangisi?
ROMA : Ev yemeği — nasıl bir ad takmışlardı — reklam filmi yapıyorlardı — neydi yahu?
LEVENE : Hm?
ROMA : Ev —
LEVENE : Yemeği?
ROMA : Ayın özel programı—
LEVENE : Ha, anladım. Yeni televizyon programı.
ROMA : Tamam, o işte. Bana bak. Bu konuda açıklama yapmamda bir sakınca varsa söyle lütfen. Varsa söyle.
LEVENE : Vallahi — bilmem ki — program iki ay sonra yayına girecek — ama ne olacak canım. Dostlar arasında, açıklayabilirsin, gönlünce.
ROMA : Eminsin değil mi?
LEVENE : (Başını sallar.) Tamam. Tamam.
ROMA : Yani, durum şöyle. Ray, sık sık Avrupa’ya gider. Bir müdürün evine davet edilmiş. Adam Fransızdı, değil mi?
LEVENE : Hayır. Bizim müdür Amerikalıydı da, karısı Fransızdı.
ROMA : Hah! Hatırladım. Evet. Adamın
karısıydı Fransız olan. Yahu. Ray — saatin kaç?
LEVENE : Onikiyi çeyrek geçiyor.
ROMA : Amanın! — Ayol seni uçağına yetiştirmem gerek.
LEVENE : Yahu — benim uçak ikide değil miydi?
ROMA : Yok canım. Birde demiştin. O yüzden Black Creek’e gelmeden rahat konuşamayız demiştin ya.
LEVENE : Hay Allah kahretmesin! Haklısın yahu. Saat bir uçağına — (Ayağa kalkar.) Haydi — Fırlamalıyız.
LINGK : Sizinle MUTLAK konuşmam gerek.
ROMA : Mr. Morton’u uçak alanına — uçağına yetiştirmem gerek. (LEVEN’e.) Haydi. Vakit kaybetmeyelim. (İçeriye, ofise seslenir.) John. John. Lütfen İllinois’e, Bankaya telefon aç ve Ray Morton’un bir uçağıyla geldiğini bildir. Karşılamak isterler. (LINGK’e.) Seninle konuşacağız — Tanrı bilir, çok üzüldüm. Buraya kadar zahmet etmişsin — Şimdi Ray’ı uçağına yetiştirmem gerek. — Sen burada beklesen. Yok. Olmaz. (LEVENE’e.) Senin dostunla Banka’da buluşmam gerek, değil mi? (LINGK’e.) Keşke bir telefon etseydin, zahmet edip gelmeden… Dur bakayım, bir dakika… (LINGK’e.) Bu akşam evde misiniz? Sen ve Jenny? (Başını kaşır.)
LINGK : Şey —Yani —
LEVENE : Hey, Ricky!
ROMA : Efendim?
LEVENE : Kennilworth!
ROMA : Efendim?
LEVENE : Yahu! Kennilworth!
ROMA : Ay! Ay! Ay! Tabii. (ROMA, LINGK’i yanına çeker—alçak sesle bir açıklama.) Lütfen James. Kusuruma bakma. Dedim ya. Mr. Morton Ameri-
kan bankasının Bölgede en sorumlu adamı. Ailece varlıklı kimselerdir. Kaç yıldır onlara arsa veririm ben — Kaç paralık verdim açıklamaya izinli değilim ama parsellerin sayısını ben bile şaşırdım. Beş hafta önce söz vermiştim. Karısının doğum günü. Kennilworth’de köşklerinde parti var. (içini çeker.) Anlarsın ya! Gitmeye mecburum. Beni aileden sayarlar. Atlatamam. Garip değil mi? Böyle uluslararası işletmelerde sorumlu yöneticileri. İnsan, soğuk kişiler — işten başka şey konuşmayan kimseler sanır — Halbuki — bu adam istisnadır! İstersen bir gün seni de onun köşküne götürürüm. Dur bakayım. (Cebinden defterini çıkarır, bakar.) Yarın. Hayır. Yarın Los Angeles’tayım, erken dönemem… Pazartesi. Tamam öğle yemeğine buluşalım. Nerde yemek istersin?
(ROMA başını kaşır.)
LEVENE : (Kapıyı açmak üzere.) Ricky.
ROMA : Üzgünüm James. Vaktim kalmadı. Bu akşam seni arayacağım. Kennilworth’dan ararım. Telefon ederim. Geliyorum Mr. Morton.
(O da kapıya doğru yürür.)
LINGK : Karım anlaşmanın iptalini istiyor?
ROMA : Normal bir tepki bu James. Sana bunun nedenini açıklayabilirim. Aslında senin Jenny’yi alışının temel nedeni de burada yatıyor, zaten. Eminim. Hiç olmazsa seçiminin temel nedenlerinden birisi de budur. İhtiyatlı ve dikkatli. Ufak bir yatırım yapmıyorsunuz. İşi iki kere tartmak gerekir. Bu tepkiyi sizde yaratan, yaptığınız yatırımın önemi. Pazartesiye. Belki, gene beni eve yemeğe çağırırsınız? Ne yemeklerdi onlar. Yeme de yanında yat! (LEVENE’e.) Hanımı bir yemek yapıyor ki—
LEVENE : (Lafı ağzından alırcasına.) Eminim. Eminim.
ROMA : (LlNGK’e.) Seninle konuşmalıyız.
Üstelik SANA bir şey söylemek istiyorum. (Sesini alçaltır.) Senin aldığın parseller hakkında bir bilgi vermek istiyorum. Şu anda anlatamam. Aslında bu gibi bilgilerin açıklanması yasak — kanunen — ama yine de — (Omzunu silker, gevşer.) Sana komşu olan adama telefon gelmiş. O satın aldığında, metresi kırkiki dolardı. Daha şimdiden iki misli teklif yapmışlar. (ROMA, tekrar başını kaşır.)
LEVENE : Ricky!
ROMA : Evet, Mr. Morton, geliyorum… Amma iş yahu. Bu akşam. Telefon edeceğim, James. Zahmet ettin. Buraya kadar. Pazartesi öğle yemeğine…
LINGK : Ama hanım…
LEVENE : Mr. Roma, uçak kaçıyor.
LINGK : Ama hanım…
ROMA : Pazartesiye…
LINGK : Karım Savcılığa ya da Avukata telefon etti. Ya da Ticaret Odasıymış. Bilemiyorum… Üç gününüz var demişler.
ROMA : Telefon mu, KİME etti?
LINGK : Emin değilim. Satışları Tanzim komitesi mi? Savcılık mı? Birileri işte.
ROMA : Ne gerek vardı buna, James?
LINGK : Bilmem ki — (Duralar.) Üç günümüz olduğunu söylemişler. (Duralar.) Üç günümüz varmış.
ROMA : Üç gün mü?
LINGK : Evet. Yani — (Duralar.)
ROMA : Neye James, neye? Söylesene!
LINGK : Anlaşmayı bozmaya.
ROMA : Haa! Tabii. Üç gününüz var.
(Sessizlik.)
LINGK : Bu nedenle Pazartesi olmaz. (Sessizlik.)
ROMA : Yapma James. Şimdi gördün defterimi. Hep kayıtlı. Sözlerim var. Gözünle gördün.
LINGK : Ama Pazartesiden ÖNCE konuşmamız gerekirmiş. Aksi halde paramızı geri alamazmışız.
ROMA : Üç gün, ama üç iş günü!
LINGK : Çarşamba, Perşembe, Cuma.
ROMA : Anlayamadım?
LINGK : Hesap ortada. Üç iş günü — Pazartesiye bırakırsak anlaşmayı iptal edemeyiz.
ROMA : Cumartesileri sayılmaz.
LINGK : Saymadım ki.
ROMA : Hayır. Anlatamadım galiba. Cumartesi günü — Üç iş günü gibi sayılmaz. İş günü DEĞİLDİR, Cumartesi.
LINGK : Ama ben saymadım Cumartesiyi. (Duralar.) Çarşamba. Perşembe. Cuma. Sürem dolmuş oluyor.
ROMA : Neyin süresi dolmuş oluyor?
LINGK : Pazartesiyi bekleyecek olursak —
ROMA : Sen çeki ne zaman imzaladın?
LINGK : Dün — ak—
ROMA : Dün günlerden neydi?
LINGK : Salı.
ROMA : Peki. Çekin bankadan ne zaman tahsil edildi?
LINGK : Ne bileyim.
ROMA : En erken, ne zaman tahsil edilmiş olabilir?
(Sessizlik.)
LINGK : Ne bileyim.
ROMA : BUGÜN (Duralar.) Bugün. Yani en erkeni — bu — ama zaten daha tahsilat yapılamamıştır. Anlaşmada seninle konuşmak istediğim bir iki nokta vardı — zaten.
LINGK : Yani çekim tahsil edilmedi mi?
ROMA : Az önce Bankaya telefon ettik. Çek masalarında duruyor.
LEVENE : Richard. Haydi!
ROMA : Bir dakika. Hemen geliyorum. (LINGK’e.) Bak. Zaten bir nokta var demiştim ya — Bir husus — ama seninle burada konuşamam. (Etrafına bakınır.) Olmaz. Şimdi konuşamayız. (BAYLEN kapıdan başını uzatır.)
BAYLEN : LEVENE!
LINGK : Ben — ben —
ROMA : Dinlesene beni. O kararname — Senin savunman için kaleme alınmıştır. Buna benim en küçük itirazım olamaz. Bilakis. O madde hazırlanırken, ben de Ticaret Odası Meslek Komitesi Üyesiydim. Kararname ne der? İstersen, üç iş günü sona ermeden, yaptığın anlaşmayı bozabilirsin.
BAYLEN :LEVENE!
ROMA : Yani. Bir dakika. Yani senin üç iş günün — çek tahsil edildikten sonra başlar. Şimdi anladın mı?
BAYLEN : LEVENE?
(GEORGE AARONOW polise ayrılmış odadan salona geçer.)
AARONOW : Bitti artık. Her şeyin SONU geldi. Tanrı cezasını versin bu ofisin. Bana KİMSE böyle laf edemez — Nasıl şey bu, YAHU?
BAYLEN : LEVENE!
(WILLIAMSON ofisinden başını içeri uzatır.)
AARONOW : Nasıl olurmuş? ULAN, bana böyle laf edilir mi? Nasıl — nasıl?
LEVENE : (ROMA ‘ya.) Ricky — ben çıkıp bir taksi çevireceğim.
AARONOW : SOYGUNU ben mi —
(WILLIAMSON’un gözüne LEVENE’ye ilişir.)
WILLIAMSON : Shelley, ofise girsene.
AARONOW : YAPMADIM —Ne diye yapacakmışım? Dün akşam NEREDEYMİŞİM? — Ulan kimse beni din-
lemiyor mu? Dave nerede — Dave?
BAYLEN : Levene? (JOHN WILLIAMSON’a sorar.) Bu mu Levene? (LINGK’i yakalamıştır.)
LEVENE : (BAYLEN’i ofise çeker.) Bir dakika. Sanırım ben size durumu açıklayabilirim. (Odadan çıkarken LINGK ile ROMA’ya.) Müsaadenizle, kusura bakmayın.
AARONOW : (LEVENe’nin konuşmasıyla aynı zamanda.) Geldikse buraya — Burada çalışmıyor muyuz yahu! Tartaklanmaya gelmedik —
WILLIAMSON : Yemeğe çıksana — sen!
AARONOW : Ben buraya çalışmaya geldim. Yemeğe çıkmaya gelmedim.
WILLIAMSON : Adresler gelir gelmez — ben—
AARONOW : Ben de onun için geldim ya — Adres verin bana —
WILLIAMSON : Sen şimdi yemeğe çıksan.
AARONOW : İstemiyorum yahu — yemeğe çıkmak!
WILLIAMSON : Sana yemeğe git dedim — George.
AARONOW : Benimle böyle konuşamazsın — namusumla ekmeğimi—
WILLIAMSON : (AARONOW’u göğüsler.) Çıkar mısın DIŞARI! Burada iş görmeğe çalışıyoruz.
AARONOW : Ben de. Ben de. Ben de. Onun için geldim buraya. (Duralar.) İş görmeye. Ama karşılaştığım muameleye bak—
WILLIAMSON : (Kendi ofisine döner.) Özür dilerim—
AARONOW : Haksızlık bu! Haksızlık bu! Avukatını çağır diyor— Yani suçlu muyuz? İf— itiraf et diyor — yoksa fena olurmuş! — Ömrümde duymadığım laflar! Karakola gidecek mişim?
WILLIAMSON : (Ofisinden dışarı fırlar.) Çıkacak mısın sen, dışarı? Çıkacak mısın sen, dışarı? Çık dedik sana ulan! Şu ofisi düzene koymaya çalışıyorum. Gitsene
yemeğe. Yemeğe gitsene. Git dedik ulan — yemeğe git. (Tekrar ofisine çekilir.)
ROMA : (AARANOW’a.) İzin verirsen—
AARONOW : Nerde Dave — Dave Moss? — Ben
ROMA : Lütfen — bize müsaade et — konuşuyorduk —
AARONOW : Ne — Efendim? Belki lokantaya gitmiştir. (Duralar.) Ben — ben —
(Dışarı çıkar.)
ROMA : Çok üzgünüm, James. Özür dilerim.
LINGK : Ben değil. Karım böyle istiyor.
ROMA : Ne istiyor karın?
LINGK : Dedim ya.
ROMA : Bir kez daha söyle bana.
LINGK : Yahu. Ne olmuş burada?
ROMA : Bir daha söyle. Karın ne dedi?
LINGK : Söyledim ya.
ROMA : Bir daha söyle.
LINGK : Parayı geri almamı istiyor.
ROMA : Konuşalım onunla öyleyse.
LINGK : Olmaz. Al parayı — gel dedi.
ROMA : Bak James. Onunla konuşacağız.
LINGK : Laf dinlemiyor ki—
(BAYLEN başını uzatır.)
BAYLEN : ROMA!
LINGK : Dedi ki bana — Çeki geri alamazsam — Savcılığa başvuracakmış.
ROMA : Yok. Yok. Karın böyle bir şey söylemiş olabilir ama bizim böyle bir şey yapmamıza gerek yok ki.
LINGK : Karım mutlaka git dedi.
ROMA : Olmaz ama James.
LINGK : Başka çarem yok — Çeki geri vermezseniz—
(W1LLIAMSON eliyle ROMA’yı gösterir BAYLEN’e.) BAYLEN : ROMA! (ROMA ‘ya.) Yahu sana söylüyorum—
ROMA : Benim — bir dakika (ortaya doğru) Yahu, alsın biri, bu herifi başımdan!
BAYLEN : Bir şey mi var? ROMA : Hem de nasıl bir ŞEY! Ulan, kör müsün, dostum, Ofisi soyan BEN DEĞİLİM! İşim var. Müşterimle konuşuyorum. Birazdan gelirim yanına. Anladın mı, şimdi? (Arkasına bakar. L1NGK dışarı çıkmak üzeredir.) Hey. Sen nereye gidiyorsun?
LINGK : Ben — ben —
ROMA : Nereye gidiyorsun? Dur bakalım. Baksana bana. Dostun Ricky değil miyim ben? James, kardeşim. Nasıl istersen. Sen ne dersen ben sana uyarım. Unuttun mu beni? Senin huzurun kaçmış. Otur bir dakika. Otur. Anlat bana, derdini. (Duralar.) Derdini anlatmayanın bulunmaz ki çaresi. Emin ol! Emin ol! Derdine Richard Roma çare bulacaktır. Ben senin adamınım. Bazen çareyi dışarda aramak gerek. Hayır. Otur, şöyle. Konuşalım — Bir şey söylesene—
LINGK : Seninle tartışamam.
ROMA : Bu ne demek, yani?
LINGK : Yani—
ROMA : Yani— Ne demek yani— Söylesene!
LINGK : Ben—
ROMA : Ne?
LINGK : Ben—
ROMA : Nedir? Bitirsene cümleni.
LINGK : Benim yetkim yokmuş. (Duralar.) İşte söyledim.
ROMA : Neye yokmuş yetkin?
LINGK : Seninle tartışmaya.
ROMA : Neyi tartışacak mışsın? (Duralar.) Benimle neyi tartışacak mışsın?
LINGK : İşte — bu—
ROMA : Neymiş? Bu?
(Sessizlik.)
LINGK : Anlaşma.
ROMA : Anlaşma mı? Unut artık anlaşmayı. Unut. Unut. Aslında seni sıkan başka bir şey James. Nedir, onu konuşalım?
LINGK : (Ayağa kalkar.) Daha fazla konuşamam seninle. Karımı sen de tanıdın. Beni—
(Sessizlik.)
ROMA : Ne? (Duralar.) Ne olmuş? (Duralar.) Bir şey var. Yahu. James. En iyisi. Biliyor musun, gel bir tek atalım.
LINGK : Karım — beni seninle konuşmaktan menetti.
ROMA : Haydi canım — Kimsenin haberi bile olmaz — Köşedeki lokantada! Birer kadehçik!
LINGK : Karım dedi ki — Ya çeki alırsın — Ya doğru savcılığa—
ROMA : Yahu. Unut artık şu anlaşmayı. (Duralar.) Unut şunu — sen tanımadın mı beni? Unut deyince — unut. Ben sana anlaşmadan bahsediyor muyum şimdi? O iş bitti. Kapandı. Ama mesele o değil. Senin kendi sorunun — asıl konu o! Konuşmalıyız. Haydi gel. (Duralar. ROMA yerinden kalkar kapıya doğru ilerler.) Hadisene gel. (Duralar.) Haydi James gel. (Duralar.) Bak, sana bir şey anlatacağım. Hayatın senindir. Ama, eşinle aranda kutsal bir anlaşma da var. Birlikte hareket edeceksiniz — bazı konularda — Bundan vazgeçemezsin — ama bazı başka şeyler de var —dır. Onlar sadece senindir. Çekinmene gerek yok. Karını da aldatmış olmazsın. Ya da karın öğrense de senden vazgeçemez, zaten — bunlar senin özel yaşamındır. (Duralar.) Evet. Şimdi. Seninle konuşmamız gerek. Çünkü ben senin dostunum ve senin bir problemin var. Haydi. Gel gidelim. (LINGK de kalkar beraberce kapıya
doğru yürürler.)
BAYLEN : (Kapıdan başını uzatır.) ROMA!
LINGK : Ama — Ama —
(Sessizlik.)
ROMA : Ne var?
LINGK : Ama — bizim çek?
ROMA : Ne dedim ben sana? (Duralar.) Üç iş günü demedim mi ben sana?
BAYLEN : ROMA — Yahu ben de yemeğe çıkacağım — bir iki dakika —
ROMA : Kusura bakma. Bay James, James Lingk bey ile konuşuyorum şimdi. Birazdan dönerim. (Saatine bakar.) Fazla sürmez. Birazdan. Dediğim gibi. Siz isterseniz — John ile, John Williamson ile konuşun, biraz.
BAYLEN : Ama beni de karakoldan bekliyorlar.
ROMA : Canım anlatın onlara da. John. John Williamson!
WILLIAMSON : Efendim, ne var?
ROMA : Ben biraz çıkıyorum. Bay James Lingk ile—
WILLIAMSON : Peki, tamam. Tamam. (LlNGK’e.)
Polis işte— (Omuz silker.) Bekler herhalde—
LİNGK : Polis mi? Ne işi var, burada?
ROMA : Önemli değil.
LINGK : Ne yapıyor POLiS, burada?
WILLIAMSON : Dün akşam ofise hırsız girmişte!
ROMA : Önemli değil — Ben de Bay James LlNGK’e anlatıyordum.
WILLIAMSON : Bay LINGK mi? James LINGK. Korkulacak bir şey yok. Sizin kontratınız postalanmıştı.
ROMA : JOHN?
WILLIAMSON : Anlaşmamız çoktan bankaya ulaşmıştır. (Sessizlik.)
LINGK : Çekim tahsil edildi mi?
WILLIAMSON : Biz — daima—
ROMA : JOHN WILLIAMSON!
WILLIAMSON : Sizin çekiniz dün akşam üzeri tahsil
edildi. Üstelik yeterli sigortaları da yaptırmış bulunuyoruz. Dedim ya korkulacak bir şey yoktur. (Sessizlik.)
LINGK : (ROMA ‘ya.) Çekim tahsil edildi mi?
ROMA : Bilmiyorum. Yani zannetmiyorum?
WILLIAMSON : İsterseniz — bankadan sorabiliriz —
LINGK : Aman Tanrım. (Kapıya doğru gider.) Gelme peşimden— Aman Tanrım. (Duralar. ROMA’ya.) Biliyorum senin işin bozulacak ama üzgünüm. Benim de başka çarem yok. Anlarsın herhalde. (Duralar.) Affını dilerim.
(LINGK kapıdan çıkar. Sessizlik.)
ROMA : (WILLIAMSON’a.) Ulan ne enayi şeymişsin. Sen. Sen. John ENAYİ Williamson. Tam Hödük. Evet — Sana söylüyorum. Ulan, kapasana çeneni. Tam altıbin dolara mal oldun. (Duralar.) Hem altıbin dolar komisyon, hem de yarıştan kazanacağım oto. Ne olacak şimdi? Ne bok yiyeceksin? Kına mı yakacaksın? Nereden fırladın ulan sen! Kim dedi sana ERKEK işine karışabilirsin diye. Karı soylu — sen de.
BAYLEN : Bari — biraz konuşa—
ROMA : Ulan Hödük. Bu senin işine mal olacak. Bak görürsün. Doğru Merkeze gidiyorum. Murray ile Mitch’e. Anlatacağım yediğin haltı. Lemkin ile de konuşacağım. Kimin akrabası olursan ol. Kimin kıçını yalıyorsan yala. Senin sonun olacak bu — anladın mı — sonun!
BAYLEN : Yahu, beyim — Bari şu işi bitirelim.
ROMA : Bu ofiste çalışmak için kafa gerek — büzük ister burası! (BAYLEN’e.) Bir dakika. Şimdi geliyorum. (WILLIAMSON’a.) Ulan! Bu ofiste senin ‘hikmet-i vücudun’ bizlere yardımcı olmak — anladın mı? İşimizi bozmak değil! Hayatını sokakta kazanmak için
çarpışan ERKEKLERE yardım edeceksin. Karı soylu. Masa adamı… Bir şey daha söyleyeyim mi sana! Dilerim bu soygun işi de üzerine yıkılır. Şu polis bozuntusuna da soygunu senin yaptığını anlatacağım. (Yandaki ofise doğru yürür.) Ulan ömründe bir defa bile satışa çıkmış olsan — bilirdin. Ne diyeceğini bilmiyorsan — çeneni tut. Ne döndüğünü anlamadan katiyen açmayacaksın ağzını. (Duralar.) Süt kuzusu — sen de. (LINGK daha dışarı çıkarken, LEVENE de salona girmiştir. Lafa karışmaz. Kenarda oturur. LEVENE’e.) Kaçma bir tarafa. Seninle konuşacaklarım var. (WILL1AMSON’a.) Süt kuzusu — sen de! (ROMA ofise girer.)
LEVENE : Ulan! Ne enayi şeymişsin be John.
(Duralar.)
WILLIAMSON : Hımm.
LEVENE : Kafan işlemiyorsa — çeneni kapalı tutacaksın. (Duralar.) Duyuyor musun? Sana söylüyorum — sana! Duyuyor musun?
WILLIAMSON : Evet. (Duralar.) Duydum.
LEVENE : Kafanı kullanmayı — ofiste öğrenemezsin. Sokakta öğrenilir bu işler — sokakta. Deneyim satın alınmaz. Yaşanarak elde edilir.
WILLIAMSON : Hımmmm!
LEVENE : Öyle —ya! Hımm! Tamam. Tastamam. Çünkü “Partner”inin hayatı senin dediğine bağlıdır. Sana söylüyorum — sana! Duyuyor musun?
WILLIAMSON : Evet. (Duralar.) Duydum.
LEVENE : Sana söylüyorum. Sana. (Duralar.) Sana bir şeyler anlattığımın farkında mısın?
WILLIAMSON : Sen mi?
LEVENE : Ben ya! Ben söylüyorum.
WILLIAMSON : Ne söylemeye çalışıyormuşsun, yani?
LEVENE : Sana dün anlatmaya çalıştığım şeyi. Bu işte senin iki para etmediğini.
WILLIAMSON : Niye etmez mişim?
LEVENE : Bak öyleyse. Dinle beni. Bir gün gelir, belki “Hey —” diye uzanırsın… Yok canım. Boşversene. Bak. Dinle yine beni. Birlikte çalışan iki satıcının kalbi de beraber çarpmalı. Yardımcındır o senin. Yardımcın olan, o satıcının hayatı da senin elindedir. Sana dayanmaktadır. Her an onunla olman, ona destek vermen gerekir. Açıkta bırakırsan onu — bok yemiş olursun. Bombok olur her şey…
WILLIAMSON : (Sıyrılıp geçmek ister.) İzin verirsen
LEVENE : Ne izni ulan. Bok ettin her şeyi. İstediğin kadar soğukkanlı ol. Ulan. Aslan gibi bir satıcının altıbin dolarının ve üstelik yarışta kazandığı otomobilin — hepsinin içine ettin. Bu haltı yedikten sonra da dersini almazsan — Tanrı yardımcın olsun. (Yolunu keser.) Sen balçıktan da aşağılıksın. Pisliksin pislik. İstediğin kadar soğukkanlı görün. Ulan çocuk olsa anlardı durumu. ROMA haklı. (Duralar.) Ulan. Maval atacaksan işe yarayacağından emin ol. Yoksa çeneni tutmalısın. (Sessizlik.)
WILLIAMSON : Hımmm!
(Şadi TANIR, kollarını kaldırır.)
LEVENE : Şimdi bitti sana sözüm.
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Maval attığımı nereden bildin?
LEVENE : (Duralar.) Efendim?
WILLIAMSON : Uydurduğumu nereden bildin, sen?
LEVENE : Neden bahsediyorsun?
WILLIAMSON : Öyle demedin mi? Maval atacaksan işe yarayacağından emin ol demedin mi? (Duralar.) Nerden bildin, yalan söylediğimi?
LEVENE : Neler söylüyorsun, yahu?
WILLIAMSON : Müşteriye, anlaşman postalandı, çekin tahsil edildi dedim.
LEVENE : Ne olacak — edilmemiş miydi?
WILLIAMSON : Hayır. (Duralar.) Çek tahsile verilmemişti.
LEVENE : Bok yeme John. Neler diyorsun? Alay mı ediyorsun, ulan!
WILLIAMSON : Sevgili Shelley. Hepiniz bilirsiniz. Gün içinde gelen tüm evrakı aynı akşam bankaya postalarım. Dün akşam ihmal ettim. Anlaşmaları ve çekleri postalamadım. Bir yılda ilk kez. Bir akşam unuttum. Ve SENDEN başka kimsenin bundan haberi olmadı. Peki. Sen NEREDEN bildin? (Duralar.) Anlat bakayım bana. Şimdi. Yoksa onlarla mı konuşmak istersin? Bu kez, ben de işimden olabilirim. Anlatacaksın bana her şeyi. Anlat. Nasıl bildin benim anlaşmayı postalamamış olduğumu?
LEVENE : Saçmalamasana, sen de—
WILLIAMSON : SEN Soydun ofisi—
LEVENE : (Güler.) Tabiatiyle.
WILLIAMSON : Adresleri ne yaptın, ulan? (Polisin çalıştığı odayı gösterir.) Oraya mı gitmek istiyorsun. Anlatacağım öğrendiklerimi. Seni didik didik edecek. Mutlaka çıkarır ortaya. Neredeydin dün akşam? Ne yaptın çaldığın adresleri? Adresleri ne yaptığını söylersen — seninle konuşabilirim.
LEVENE : Çıldırdın mı sen? Ne dediğini anlamıyorum.
WILLIAMSON : Adreslerin nerede olduğunu söyle. Seni polise vermeyeyim. Eğer anlatmazsan seni polise teslim edeceğim. İşi senin yaptığını da söyleyeceğim. Murray ile Mitch! Onlar da ellerinden geleni yaparlar. Bu yolun sonu hapishanedir.
LEVENE : Onlar yapmaz bana, öyle şeyler.
WILLIAMSON : Hem yaparlar. Hem yapacaklar.
Görürsün. Söyle. Ne yaptın çaldığın adresleri? Açıyorum kapıyı. Şimdi. Beş saniyen var. Ya söylersin — ya kodesi boylarsın.
LEVENE : Ben — ben—
WILLIAMSON : Benim için farkı yok. Sen ise kodese gideceksin. Söyle ulan. Ne yaptın adresleri. (Duralar.) Pekâlâ. Sen bilirsin. (W1LLIAMSON ofisin kapısına gider.)
LEVENE : Dur. Dur. Sattım. Jerry Graffa sattım.
WILLIAMSON : Karşılığında kaç para aldın? (Duralar.) Kaç para aldın? Söyle!
LEVENE : Beşbin dolar. Yarısı bende.
WILLIAMSON : Öbür yarısı kimde?
(Sessizlik.)
LEVENE : Söylemem mi gerek? (Duralar. WILLIAMSON kapıyı açmaya davranır.) Dave Moss’ta.
WILLIAMSON : Bak. Ne kolay oldu, değil mi?
(Sessizlik.)
LEVENE : Dave’in fikriydi zaten.
WILLIAMSON : Onun fikri mi?
LEVENE : Tabii. Zaten belki de — beşbinden de fazla almıştır!
WILLIAMSON : Efendim?
LEVENE : Bana “senin payın ikibinbeş yüz” dedi.
(Sessizlik.)
WILLIAMSON : Hımmm!
LEVENE : Peki. Bak. Peki. Bak. Bu işten asıl sen kârlı çıkacaksın. Ben değiştim artık. Satmaya başladım anlıyor musun? Şansım döndü. Yağacak artık satışlar. Ben yaparım. Her şeyi satarım ben. Dün akşam. Anla beni. Umudu kesmiştim. Kendimi nehire atmayı düşünüyordum. Dave yakaladı beni. “Bu işi gör — yakamızı kurtarırız!” Niye olmasın dedim. Bok yoluna. Belki de — yakalanmayı istiyordum — kendimden kurtulmak için (Duralar.)
Ama bu beni değiştirdi. İçimde bir şeyler oynadı. Fırladım yine sokağa. Evet. Evet. İyi bir hırsız olamam ben. Ama birinci sınıf bir satıcıyım dedim. VE şansım dönüverdi. Cesaretim geri geldi. Bundan böyle — John — Biliyor musun? Senin adamın olacağım artık. Sen ne dersen öyle olacak — öyle olacak — sen ne dersen.
WILLIAMSON : Ulan Shelley. Bak sana ne diyeceğim. Asıl sen boşboğazın birisin. Ağzını tutmasını bilmiyorsun.
LEVENE : Ne dedin?
WILLIAMSON : Ağzını tutmasını bilmiyorsun ve şimdi Polise bülbül gibi öteceksin. (Kapıya gider.)
LEVENE : Hey John? Nereye gidiyorsun? — Olmaz — Olmaz — Delirdin mi? Dur — dur — dur — (Cebinden bir tomar para çıkarır.) Bak! Dur! Bekle. (Saymaya ve ayırmaya başlar.) Bak. Bin, binbeşyüz — ikibin. İşte. Tamam. (Duralar.) Al. Senin olsun. (Duralar.) Alsana.
WILLIAMSON : İstemiyorum. Shelley.
LEVENE : Ama — Ben —
WILLIAMSON : Hayır. İstemiyorum paranı. Sen ofisimin içine sıçtın. Ve şimdi uzaklara gideceksin.
LEVENE : Yahu! Yahu! Çılgın mısın? Herhalde kaçırdın sen. Galiba — yahu, satmaya başladım — farkında değil misin? Bundan böyle — (Paraları tekrar uzatır.) Al. Alsana. Artık bu ofisi ben yaşatacağım. Hep başında olacağım satış cetvellerinin. Hey! Hey! Hey! Din
— Din — Dinle. Bir dakika. Dinle. Bundan böyle nasıl olacak — Anladın mı? Yüzde yirmi — tüm satışlarımın yüzde yirmisi senin. (Duralar.) Bu ofiste çalışabildiğim sürece… (Duralar.) Hayır. Yüzde elli. (Duralar.)
Ortağım olacaksın sen, benim. (Duralar.) Yüzde elli. Tüm satışlarımdan. WILLIAMSON : Hangi satışlar?
LEVENE : Hangi satışı var mı ulan? Neydi bu sabahki — seksenikibin dolarlık satış — Ulan döndü şansım diyorum sana! Bu başlangıç — daha ne satışlar olacak—
WILLIAMSON : Ama ne başlangıç!
LEVENE : Görürsün — Görür—
WILLIAMSON : Ulan Shelley! Hangi dalgadasın sen? Bruce ve Harriet Nyborg! Onlarla ilgili ihtarlara hiç bakmadın mı? Kaçık ayol, onlar. Eski ofise her gün telefon ederlerdi. O zaman ben muhasebede çalışıyordum. Şehir içi satışları — Onlar kaçık. Evlerinin içini görünce de mi anlamadın! — Nasıl inandırdın kendini — onların parası olduğuna?
LEVENE : Çeki imzaladılar. Koparıp verdiler.
WILLIAMSON : istersen sana vereyim de çerçevelet. Karşılığı yok ki!
(Sessizlik.)
LEVENE : Çekin karşılığı yok mu? Kaçık bir karı-koca mı?
WILLIAMSON : Bulursam onlarla ilgili ihtarı da veririm sana. (Kapıya doğru gider.) Şimdi işim var—
LEVENE : Çekin karşılığı yokmuş — Kaçıklarmış—
WILLIAMSON : Sor istersen bankaya. Dört ay önce telefon etmişlerdi. Bankaya sordum — Öğrendim.
LEVENE : Yani — biliyor muydun?
WILLIAMSON : Dört ay önce. Telefon ettiler. Hemen araştırdım. (Duralar.) Karı-koca. İkisi de kaçık. Satıcılarla eğleniyorlarmış. (WILLIAMSON kapıyı açmaktadır.)
LEVENE : Dur. John.
WILLIAMSON : Üzgünüm. Shelley.
LEVENE : Ama neden?
WILLIAMSON : Çünkü başından beri senden
hoşlanmadım.
LEVENE : John. John. Biliyorsun. Bir kızım var — benim —
WILLIAMSON : Bok ye — emi!
(ROMA polisin ofisinden çıkar. WlLLlAMSON odaya girer.)
ROMA : (WILLlAMSON’a.) Bok ye, emi! (LEVENE’ne.) Ulan polis olacak. Kendi yatak odasında karyolasını bulamaz o enayi. Tanrım. Amma da bir gün yaşadık. Amma gün. Ulan daha bir kahve bile içemedim. BUDALA John. Açtı ağzını ve benim ağzıma sıçtı. Otomobil uçtu havaya. (İçini çeker.) Yahu! Bu dünyada erkek kalmadı. Biliyor musun, erkek kalmadı. Ah! Makine — biliyor musun? Etrafımızda hep katipler. Bürokratlar — dokuz/beş çalışanlar
— Ne oluyor yahu! Neden tadı kaçtı, bu dünyanın? Macera sevenlere ne oldu? (Duralar.) Ölüyor bizim gibiler. Ölüyor. (Duralar.) Kalmadı artık bizim gibiler. Değil mi — değil mi? Seninle konuşmam gerek Shelley. Kaç zamandır seninle konuşmak isliyordum zaten. Ciddiyetle — yemek yedin mi?
LEVENE : Ben mi?
ROMA : Evet. Sen.
LEVENE : Hayır. Yemedim.
ROMA : Hayır mı? Tamam. Haydi gidiyoruz. Çin Lokantasına. Biraz konuşalım. Seninle.
LEVENE : Benim şu sırada buradan ayrılmam doğru olmayacak galiba.
ROMA : Öyle olsun. Ama iki konu var. İçimde kalmasın. Vallahi. Bir aydır düşünüyordum. “Şu MAKİNE Shelley? İşte sana birlikte çalışılacak — hakiki bir satıcı” diyordum. Ne tuhaf. Bir türlü açamadım ağzımı. Oysa. Bugün yaptıkların. O enayiyi uyutmak için çevirdiğin oyunlar, birinci sınıftı. Hani,
estağfurullah, bunu benim sana söylemem yakışık almaz ama, yine de. Ben, son aylarda çok şanslıydım. Olur a. Ama senin yaptığın harikaydı — Bu sabahki satışın da öyle. Dinle bak. Benim senden hâlâ öğreneceklerim var. Biliyorum. Biz. İkimiz birleşirsek, kimse bize dayanamaz. Ben böyle düşünüyorum. Seninle birlikte çalışacağız. Birlikte. Beraber çıkarız sokağa! Ne yaparsak — fifti, fifti.
(BAYLEN başını uzatır.)
BAYLEN : Shelley LEVENE!
ROMA : Yarı-yarıya—fıfti-fıfti. Çıktık mı sokağa. Önümüze geleni çeviririz.
BAYLEN : Lütfen içeri gelir misiniz?
ROMA : İşte böyle. Beraber çalışacağız. Tamam mı? (Duralar.) Haydi Shelley. olur de.
LEVENE : (Duralar.) Hımm.
BAYLEN : Mr. Levene. Sizinle konuşacaklarımız var.
ROMA : Peki. Ben Çin lokantasına gidiyorum. İşin bitince gel. Laflıyalım. İki nefes çekelim.
LEVENE : Ben—
(BAYLEN gelir. LEVENE’i kolundan tutup. İçeri sürükler.)
BAYLEN : Gelsene be içeri.
ROMA : Hey! Hey! Hey! Yavaş ol. O arkadaşın adı “Makine” Shelley’dir. “Makine” Shel—
BAYLEN : Haydi ulan — gir içeri —
LEVENE : Ben — ben —
ROMA : Ben Çin lokantasındayım.
(BAYLEN ile LEVENE içeri girerler. Kapı gürültüyle çarpılır. Sessizlik.) Williamson. Dinle beni. Adresler gelince… Dinlesene… Listenin en iyi ikisini bana ayıracaksın… Her zaman ki gibi… Shelley’ye gelince—
WILLIAMSON : Shelley için canını sıkma—
ROMA : Sen öyle bil. Biz anlaştık. Beni dinle, şimdi. (Duralar.) Onun PAYINI paylaşacağım. Benim satışlarım benimdir. O ne satarsa — yarısı benim. Anladın mı? (AARONOW salona girer.)
AARONOW : Kimse — kimse —
ROMA : Anladın değil mi, John?
AARONOW : Kimseyi yakaladılar mı?
ROMA : Sakın karışmasın. Benim işler benim. Onunkiler! paylaşacağız. Hep beraber.
WILLIAMSON : Hımmm!
AARONOW: Ofisi soyanlar yakalandı mı?
ROMA : Hayır. Ben ne bileyim.
(Sessizlik.)
AARONOW : Yeni adresler geldi mi?
ROMA : Hayır.
AARONOW : (Bir sandalyeye çöker.) Tanrım. Nefret ediyorum bu işten.
ROMA : (AARONOW sözünü bitirmeden başlar.) Ben Çin Lokantasında olacağım.
SON