Kendini Yazan Şarkı – Adalet Ağaoğlu

KENDİNİ YAZAN ŞARKI

(Oyun, 2 Bölüm)

KİŞİLER

MUNİSE

HALİL

EROL

KIZ

SEHER

I. JANDARMA

II. JANDARMA DOMDOM ALİ ÇAVUŞ ERLER

1. BÖLÜM

(Bir bucağın dışında, tarlalara giden yol üstünde, eski bir ahşap ev. Solda, eve dıştan çıkan tahta bir merdiven. Yukarda sahanlığı. Dipte, evin bir kesiti görünen “aralık” kısmı. Sağda, bir odanın penceresi. Evin altı ahır. Evin sağında, iki adım berisinde bir samanlık. Sağ önde yıkık bir. duvar. Berisi çalılık. Dekor yalınlaştırılmıştır. Vakit gece. Ayışığı. Gece kuşlarının ve kurbağalarının sesi. Bir an. Uzaktan köpek ulumaları ve koşan ayak sesleri işitilir. MUNİSE, elinde bir gaz lam-basıyla sahanlığa çıkar. Bir an durur. Dinler. Köpek ulumaları, daha yakından gelir. Koşan ayak sesleri durmuştur. MUNİSE, biraz daha bakınır, dinler. Gaz lambasını boşlukta şöyle bir gezdirdikten sonra, her şeyin sessiz ve kımıltısız olduğuna inanır. İçeri girer. Kapıyı kapar. Az sonra, evden yansıyan gaz lambasının ışığının söndüğü görülür. Yıkık duvarın berisindeki çalılık hışırdar. Dalları sallanır. Az sonra HALİL, ayışığında belli belirsiz görülür. Eve bakar. Ev karanlıktır. Geri çekilir. Uzaktan kesik kesik bir ıslık sesi duyulur. HALİL bekler. Çalıların arasından belirip yeniden eve bakar. Islık sesi kesik kesik yeniden duyulur. HALİL, ıslığa ıslıkla karşılık verir. Çalıların arasından sessizce sıyrılır. Samanlık kapısı önüne gider. Kapıyı usulca açar. Orada durur, elindeki feneri samanlığın içine sıkar, içeri bakar. Sonra kapıda bekler. Bir çıtırtı olur. Bir an. Yolda, yıkık duvarın üstünde biri erkek, öteki kız iki genç seçilir. HALİL’in işareti üstüne hemen bahçeye atlarlar. Delikanlı kızı kolundan kavramıştır. KIZ’ın ağzı bağlıdır, iki kişiyi

görmek HALİL’İ irkiltir.)

EROL : (Atlar atlamaz duvarın dibine çöker. KIZ’ı da çöktürür. Fısıltıyla) HALİL?.. HALİL : (Fısıltıyla) Kim o yanında?.. EROL : (KIZ’ı kolundan çekerek getirir.) Bunu getirdim… Beni tanıdı… Bırakamazdım…

HALİL : (İkisini de bir itişte samanlığa sokar. Girer. Kapıyı kapar. El fenerini yakar. Bir EROL’a, bir KIZ’a tutar.) Nerde tanındın?

EROL : Yolun ağzında… Otobüsün vantilatör kayışı koptu… Hepimizi indirdiler. Ayışığında tanıdı beni. HALİL : Ayışığında?.. EROL : Bırak alayı… Tanıdı. Bırakamazdım. Yalnız bu tanıdı… Hendeğin içine ittim. Bağladım ağzını…

HALİL : İzlenmediğinden emin misin? EROL : Yarım saattir az ilerde, o hendeğin

içindeydik biz… Otobüs çoktan gitti… Bütün yolculanyla… HALİL : Ya jandarmalar? EROL : Rastlamadım… (Bir an.) Ne

düşünüyorsun?..

HALİL : Jandarmaları… Cemal’i… EROL : Cemal?

HALİL : Kardeş gibiydik. Jandarma burda. Çok severim onu. (Bir an. KIZ’ı gösterir.) Bu ne olacak şimdi? EROL : Yanımdan ayıramazdım… (Bir an.)

Öyle değil mi?

HALİL : Otobüsten birden kaybolduğuna göre seni de, kızı da aramaya çıkacaklardır. Eksik iki yolcuyu hemen fark edeceklerdir. Bucağın çıkışında, kavşaktaki benzincinin orada, herhangi bir yolcu gibi inmen gerekiyordu Erol.

EROL : Otobüsün bozulacağı, bunun da beni tanıyacağı hesapta yoktu ama. Başka ne yapabilirdim? (HALİL’in soğuk duruşu karşısında öfkelenir.) Ne yapabilirdim, söylesene! (Bir an) Özür dilerim. Senin

de başını derde soktum… Ama, aranacağım, adımın ve resmimin iki günde her yere yayılacağı nerden aklıma gelirdi? HALİL : Bunları yeniden konuşmak gereksiz.

Kes artık.

EROL : Yine de başını benimle derde sokmayabilirdin… Senden istemeseydim beni saklamanı… HALİL : (Keser.) Bana bak, ağzının ortasına

patlatırım şimdi! Ben neyim peki ulan? Bostan korkuluğu mu? Yürüyüşlerde el ele, önde, birlikte gitmedik mi biz? Ne olduğumuzu, ne yapıp, neyi yapmadığımızı bilip dururken… Neyse, bırak dedim ya… Şimdi başka şeyler var düşüneceğimiz… (KIZ’ı samanların üstüne iter. Ağzını çözer.) Ele verecek miydin onu? (KIZ olduğu yerde biraz korku, biraz öfkeyle durur. EROL’a bakar.) Söylesene… Ele verecektin değil mi?

KIZ : Ben… (Susar.) EROL : Hadi, şimdi konuş işte. Burda konuş… HALİL : Peşimize mi taktılar seni? KIZ : (Şaşkın bakar.) Nasıl? Beni mi? (Usulca güler.)

HALİL : Söylesene be! KIZ : Bir dakika… Biraz nefes alayım… Boğuluyordum nerdeyse… (Bir an) Öğrenci misiniz siz? (Bu kez EROL dikkatle bakar KIZ’a) HALİL : (EROL’a) İlk mi görüyorsun kızı?

(EROL hemen başını çevirir.) Adın ne? (Kız karşılık vermez.) Adın ne, dedim! (Kız’ın yanından çantasını kapar. İçini açar. El fenerini tutar. Karıştırır. Kâğıtlarına falan bakar.) Nüfus kâğıdı burda… (Karıştırır.) Sahte değilse tabii…

KIZ : Neden sahte olacakmış? (Bir an.) Evden kaçtım ben… İş bulmuştum… Turistlere rehberlik gibi bir şey…

Güneye gidiyordum… Sözde özgür bir…

HALİL : İyi masal… KIZ : İnanın… Nasıl anlatsam?.. Aslında, olup bitenlerin dışındayım… Umurumda değil… Çünkü… EROL : (HALİL’e. Kendi içindeki kuşkuyu

dağıtmak ister gibi) Beni tanıdı… Hiç kuşkum yok bundan… Tanıdı… HALİL : Yoksa emin değil misin? EROL : Tanıdı… Emindim… Yani… Eminim! HALİL : (KIZ’a) Duydun, değil mi? Arandığını biliyordun. Tanımış olduğuna göre, ele verecektin onu…

KIZ : Bir hafta var ki gazete bile okumuyorum. .. Her şey anlamsız. HALİL : Oyun oynuyor bu. EROL : Otobüsten indiğimizde neden her hareketimi izliyordun peki?

KIZ : Bir hiçliğin tam ortasındayken, bazen gözünüz birden birine takılır. Bir kalabalığın içinde, sokakta, ya da bir otobüsün önünde… HALİL : Ve ayışığında! Hadi kızım hadi, film

çevirmiyoruz biz. KIZ : Konuşmamı istiyorsunuz… Benimse

anlatabileceklerim bunlar… HALİL : Edebiyatsız olsun. KIZ : Üzgünüm, ama benim durumumu ede-biyatsız anlatmak güç… Hep bunalan biri olduğum için… (EROL’la HALİL can sıkıntısıyla birbirlerine bakarlar.) Ben de işte, benim gibi hep bunalan biri sanmıştım onu da… Yalnız olmadığım duygusuna kapılmıştım… Sevinmiştim…

EROL : (KIZ’a yaklaşır.) Benimle ortak neyin olabilir ki? Bunalmakmış… Hiçlikmiş… Yalnızlık duygusuymuş… Bunları unutalı çok oldu ben. Yok böyle bir meselem. Anlaşıldı mı? HALİL : Övüneceksen kısa kes. EROL : (HALİL’e, acılıkla) Eh, ne yapalım, tam senin kadar değilsem de…

HALİL : Beni övmeyi de daha uygun bir zamana bırak. Şimdi meselemiz başka… En önemlisi de şu. (KIZ’ı gösterir.)

EROL : (KIZ’a) Yani, boşuna oynama…

Arandığımı biliyordun. Orda, aydınlıkta gördüm bakışını. İyice gördüm.

KIZ : Düşündüm ki…

HALİL : (Kesin) Burda, şu anda önemli olan bizim ne düşündüğümüz.

KIZ : Ne düşünüyorsunuz siz?

HALİL : Onu ele vermeyi iste ya da isteme; şimdi burdasın ve seni tutmak zorundayız.

KIZ : Fakat…

HALİL : Gık demeden oturacaksın burda! Ben yeniden gelip ikinizi de götürünceye dek…

KIZ : Nereye götüreceksiniz?

HALİL : Onu ben bile bilmiyorum daha.

(EROL’a) Ev uyumuş. Sabahı bekleriz. Anneme haber veririm. Anlatmaya çalışırım. Yine de burada yeterince güven altında olamayız.

EROL : Hemen çıkalım istersen?

HALİL : (KIZ’ı gösterir.) Bununla mı? Hem nereye?

EROL : Çok üzgünüm HALİL…

HALİL : Üzülecek bir şey yok. Dedim ya,

kaçınılmaz bir durumdu bu. Ve benim de görevim. (Bir an düşünür.) Şimdi yapılacak olan, bir an önce, daha güvenlikli bir yer bulmak. Yine de kaygılanma. Anneme anlatırsam burada bir iki gün kalabilirsiniz. Daha güvenlikli bir yer bulacağım, inan. EROL : Korktuğumu sanmıyorsun değil mi? HALİL : Nerden çıkarıyorsun bunu? EROL : Bilmem ki… Sanki… Bir an, bana güvenin yitti sandım… (KIZ’a bakar.) Hep bunun yüzünden…

HALİL : Seni tanıdığı düşüncesine kapıldığına göre, yapacak başka bir şey yoktu Erol. En iyisini yaptın. (KIZ’a) Burdan

çıkmaya yeltenirsen, sesini yükseltirsen… (EROL’a) Hadi, sen uzan şuraya biraz. Dinlen… Ben beklerim. KIZ : Bırakın gideyim. Yeniden bir şeye binerim. Bulduğum işe girerim. Yeniden bensiz olursunuz.

HALİL : Çıkar aklından. Az önce, otobüste belki her şeyin dışındaydınız. Ama şimdi, ister istemez içindesiniz her şeyin.

KIZ : Neyin içindeyim? Anlamıyorum… EROL : Şimdi, kaçtığımı, saklandığımı, onun

da beni sakladığını biliyorsun ya. KIZ : (Başını eğer.) Doğru… Şimdi… Yazık

ki biliyorum…

HALİL : Demek ki anlaştık. (KIZ karşılık vermez.) Yeriniz pek rahat değil, biliyorum. Yine de uyumaya çalışın biraz… (EROL’a) Hadi, sende… EROL : Bırak. Ben bekliyeyim… Sen…

(HALİL’in yine de EROL’u usulca samanların üstüne itip yatırdığı görülür. Kendisi de bir tahta sandığın üstüne oturur. Evle birlik şimdi samanlık da derin bir sessizliğe gömülmüştür. Bir süre sadece gece kuşlarının, kurbağaların sesi ve zaman zaman köpek ulumaları duyulur. Ay ışığında bir süre bu tabloyu ve bir çeşit gece müziğini izleriz.)

(Yavaş yavaş doğu yanı kızıllanır. Gün ağarır. Dekor bütünüyle seçilir.) (Bir bahar sabahıdır. Gün iyice yükselmiştir. Hemen hemen kuşluk vakti. MUNİSE, sahanlıkta, bir kılçanın üstüne diz çökmüş, darı elemektedir. Berisinde, sözüm ona bir masa. Masanın üstünde pilli bir radyo. Radyonun sesi sonuna dek açılmıştır. Bir şarkı duyulur. MUNİSE’nin hemen yanı başında bir tahta beşik. Sağdaki pencerede kör SEHER, yan beline dek dışarı sarkmış, bir ileri, bir geri, tekdüze hareketlerle

sallanmaktadır. Radyonun sesinden ne dediği duyulamamaktadır. Ama sallanırken dudaklarının çabuk çabuk kımıldadığı görülebilmektedir. MUNİSE, bir yandan darı elerken, bir yandan da radyodaki şarkıya avazı çıktığı kadar eşlik etmektedir.) (Bir şarkı)

(Samanlıkta: Şimdi HALİL otların üstünde uyumaktadır. EROL ise tahta sandığın üstünde, elinde bir kitapla oturmakta. Arada bir başını okuduğu kitaptan kaldırır, HALİL’e, ya da KIZ’a bakar. KIZ, arkası seyircilere dönük, samanlığın küçük pencere deliğinden dışarısını görmeye çalışmakta, fakat boyu oraya yetişmemektedir.)

KIZ : (Döner, EROL’a) Şenlikli bir yer galiba? (Erol, karşılık vermez.) Arkadaşın uyanmadı…

EROL : Gün ağarırken yattı o. (Bir an.)

KIZ : Ne olacağım? Yani… Ne olacağız?.. (EROL, yine karşılık vermez. KIZ samanlıkta gezinir. EROL, altındaki sandığı kapıya doğru çevirir, yeniden otururken, KIZ da samanların bir ucuna çöker.)

(Evde: MUNİSE kalburu çalkalarken radyo eşliğinde şarkısını söyleme devam etmektedir. Radyodaki şarkı biter. Fakat MUNİSE şarkının sonunu söylemeye devam eder.)

(Samanlıkta: HALİL uyanır. Ötekilere bakar. EROL, ona gülümser. Kitabı kapatır, kalkar. HALİL, dinler.)

HALİL : Annem… (EROL onun yanına oturur.) (Dışarda:)

SPİKER : (Kadın sesi:) Şarkılar dinlediniz. Şimdi Fransa’dan müzik… (Radyoda Fransızca bir şarkı başlar. Aynı anda beşikteki çocuğun ağladığı duyulur.)

MUNİSE : (Şarkısını kesmek zorunda kalır. Radyonun üstüne fırlar.) Naha Fıransan

batsın e mi? Eeeemöööö!.. Mee-emmmööö! (Radyoyu kapatır.) Piiis! Şıllık! Dömööö!.. Yööö!.. Çocuğu da uyardı gâvurun karısı! (Çocuğu acele beşikten alır. İçten bir sevgiyle) Bu şıllığın sesine domuz olsa uyanır, anam. Kuzum… Acıktın mı yavrum? Acıktın mı tosunum? Amanın da oğlanların şahı… Amanın da tosunların tosunu!.. Aslan babasının civan yavrusu!.. Ner-deymiş yavrumun babası? Mekteplerde okumakta mıymış? (Meme verir.) Ha bakayım… Ha oyalanadur acık… Ha bakayım ninenin pörsük memesi… Ha kuzum, ha… Amanın tosunum benim! Sütü var mıydı, yok muydu demez… Sarılır hemen de… Hele hele… Em anam, em… Şu darıyı kaldırıym… Az bir şey kaldı zaten… Kaldırıveriym de pirinç unu kaynatırım sana ağam… Karnını bi güzel doyururum yav-rum! (Çocuğu bir eliyle göğsünde, başörtüsünün altında tutar, öteki eliyle darı elemeye devam eder.)

SEHER : (Pencerede, sallanarak) Gelen kim, giden kim? Gelen kim, giden kim? Gelen kim vb…

MUNİSE : (Başını uzatır, SEHER’e bakar.)

Seher! Bi şey ister misin yavrum? Ayak yoluna gidecek misin ha kızım?

SEHER : (Sallanmaya devam eder.)Gelen kim, giden kim? Gelen kim, giden kim? vb…

MUNİSE : Bunun mu var kızım? İniverir misin acık bahçeye? Oturur musun güneşte, ha?

SEHER : Güneşinden çıksın e mi, pis karı! Naha tez günlerde geberirsin in-şallah! İnşallah!..

MUNİSE : Yine başlama ilenmeye oh yavrum…

SEHER : (Hep sallanarak) İn-şallah!.. Tez

günlerde… Bakalım o zaman oğlun olacak dümbelek gelip de üstüne bir avuç toprak atar mı senin!.. Ha, hah, hah,

haaay!.. Gözün yollarda öyle mi?.. Balı da ona saklıyorsun, değil mi? (Bağırır.) O balı yerken boğulur inşallah! İn-şallah boğulur… Boğazında kalır da boğum boğum boğulur köpek!

MUNİSE : Sus kız! (Koynundaki bebeğe) Yine bunu var halanın yavrum… Bunu var yine… Kınama sakın yiğidim… Kınanacak olsa… (İçini çeker. Bir an. Kalburu çalkalarken) Ha kuzum benim… Ha tosunum… Tut kendini… Şimdi biter. Tut kendini… Ağlama sakın… Ağlama ya… Ninen sana kurban olsun, yav-rum. (Ama kendisi ağlamaya başlar. Sessizce hem ağlar, hem kalburu çalkalar.) (SEHER pencerede bir türkü tutturur. Sallanarak içli içli söyler türküyü)

MUNİSE : Sus oh yavrum!.. Sus Seher’im…

Etme kuzum… Sen bu türküye başladın mı içim bi hoş olur, bilmez misin a kızım? Sırma saçlım, inci dişlim, kehribar yanaklım, oh benim garip kuşum oh…

(SEHER aldırmaz. Türküyü söylemeye devam eder.) (Samanlıkta:)

HALİL : Çok uyumuşum… Neden uyandırmadın beni?

EROL : Çok yorgundun…

KIZ : Dışarda şarkılar, türküler… (Başını yeniden samanlık deliğine kaldırır.) Güneşli bir gökyüzü…

HALİL : Kötü uyumuşum. Ölü gibi.

EROL : Öfkelenme kendine… Daha kim bilir kaç gece uyku yüzü görmeyeceksin… Hem, gecikmiş de sayılmazsın…

KIZ : Şurda, burnunuzun dibinde şenlikli bir ev ve siz…

HALİL : (Katı) Doğru… Çok şenliklidir…

(Ayakkabısını çözer, içini boşaltır. Yeniden giyer. Kalkar. Üstünü başını silkeler.)

(Evde: SEHER türküsünü giderek bir mırıltı halinde söyler. Bu arada başörtüsünü çözer. Uzun saçlarını taramaya koyulur. MUNİSE kalburu çalkalar. Bir an. Sonra)

SEHER : (İçten) Ana… (MUNİSE kalkar,

çocuğu yeniden beşiğe koyar. Beşiği sallamaya başlar.) Ana kııız?..

MUNİSE : (Ondan yana bakmadan) De yavrum…

SEHER : Güzel mi saçlarım?

MUNİSE : (Bakmadan) Güzel de söz mü? Lepiska.

SEHER : Parlak mı?

MUNİSE : Güneş vurmuş su gibi. Pırıl pırıl…

SEHER : Sarı mı?

MUNİSE : (Alışkındır. Hiç bakmadan) Dolgun başaklar gibi… Güneşte yelbir yelbir sallanan olgun başaklar gibi… (Bir an. MUNİSE beşiği bırakır. Kalburu çalkalar. Kalburu önce ağır ağır, sonra gittikçe hızlanan bir tempoyla sallayacaktır.)

SEHER : (Bir süre saçlarını tarar, okşar, omuzlarına bırakır. Yeniden tarar, okşar. Sonra birden durur. Katı) Ana, kız?

MUNİSE : Söyle elmasım?

SEHER : (Hırçın) Elmasım deme bana!

MUNİSE : (Hep kalburu çalkalayarak) Niye demeyim a yavrum?

SEHER : Hiç elmas gördün mü ki?

MUNİSE : Görmesem de olur, a benim kehribar yavrum…

SEHER : Ya kehribar? Hiç kehribar gördün mü sen? (MUNİSE bir elini acele boynuna götürür.) Bilip görmediğin şeyleri ad takıp durma bana! (Yine yarı beline dek pencereden sarkıp ileri geri sallanmaya başlar.)

MUNİSE : (Sanki kendi kendine konuşur.) Kaynatam düğünümde bir sıra kehribar takdıydı boynuma… Görmez olur muyum? Gördüm elbet… (Anılarında) Tam bir sıra kehribar. Orta yerinde beşibiyerde. Kehribar dizisinin tam orta

yerinde… (Ballandırır.) Takdım mıydı şöyle, bağrımın ortasında pırıl pırıl pırıldar… Gelinin hasına takılır kehribar dizili beşibiyerde… Gelinin hasına… (Dudaklarında mutlu bir gülümseme, bir kendini beğenmeyle kalburu çalkalar. Boşaltır, kalkar. Kalburu duvarda bir çiviye asar. Dolu bir çuvalı bir köşeye dayar. Bir yarım çuvala da elediği darıyı doldurur, kalkar. Kılçanı toplarken eğilir, SEHER’e bakar. Saçlarını omuzlarına dökmüş olduğunu o zaman görür. Birden parlar.) Kız Seher!.. Kız ört başını!.. Bu ne hal şıllık?.. Bir gören olursa ne demez kız?.. Ali deden görürse…

SEHER : Ha, hah, haay! Bunak dedem mi?

MUNİSE : Çenen tutulsun kız!.. Kız çekil pencereden !..

(İçeri dalar. Az sonra onu pencerenin önünde, SEHER’in omuzbaşında görürüz.) Şuna bak şuna… (Bir sümsük atar kızına) …lasıca…

SEHER : (Sallanır.) Gelen kim, giden kim?.. Gelen kim, giden kim?..

MUNİSE : (Onun başını sumsuklar.) Naha boyun devrilsin e mi? Az-gın! Saçın sırma dedik diye, orta yere mi dökmek gerekirmiş ha? Deden görseydi böyle, başı açık sallandığını senin… Amanın, adamı tüm üstüme saldırtacak da benim… (SEHER’i tartaklayarak pencereden biraz içeri çeker. Saçlarını acele acele örerken)

SEHER : (Ağlamaya başlar.) Vur bakalım,

vur… Ölsem ne olur sanki? Yaşadım da ne gördüm? Ne gördüm şu dünyada? Önüm karanlık, ardım karanlık… (Tutturur.) Önüm karanlık, ardım karanlık… Önüm karanlık, ardım karanlık…

MUNİSE : (Acele kızının başını örter. Bağlar. Çoktan yumuşamıştır.) Oh bak, elin yüzün açıldı yavrum. Neydi o öyle

cadılar gibi? Deli Nuriye’ye dönmüştün a kızım… İçim kalktı… Hadi ya, sus işte… Ağlama hadi… Ne güzel oldun, bi görsen… (Toparlanır, güler.) A, a, a, aaa! Deliye bak! Kız ne var ağlayacak şimdi? Sen benim bi güzel kızımsın, yavrum… Ağlama ya. Sus… Sakız istersen getirivereyim. Çiğnersin… Bunun dağılır. Sandığın gözünde olacak bi tutam. Getirivereyim mi?

SEHER : Getir.

(MUNİSE, pencerenin önünde kaybolur. SEHER aynı yerde sessiz oturur. Bekler. Sanki bir şey dinler, bir şey sezinler.) (Samanlıkta:)

HALİL : (Şimdi o, samanlık deliğinin

altındadır.) …Şimdi o şenlikli eve gideceğim. Anama burda olduğunuzu söyleyeceğim. Ev daha da şenlenecek…

EROL : Halil…

HALİL : Kusura bakma Erol. Bu kız öfkemi kabartıyor benim. İstemediğim şeyler söylüyorum.

EROL : (KIZ’a) Geç şöyle. Otur.

Konuşmayacaksın. Anladın mı? (Bağırır.) Otur, dedim salak! (Onu samanların üstüne iter.) Bir daha çeneni açarsan, patlatırım. (HALİL, onu tutar. KIZ’a vurmasına engel olur.)

HALİL : (EROL ‘a) Bulunduğumuz yer eve çok yakın. Belki gece girerken iyi fark etmedin, ama böyle bir patırtı hemen duyulur, biliyor musun?

EROL : Haklısın…

HALİL : İyi olmadı bu kadar uyumam. İlk annem kalkar. Onun kalktığı zamanı kaçırmayacaktım.

EROL : Şimdi artık çıkamaz mısın?

HALİL : Çıkacağım tabii… Bekle beni. (Samanlık kapısına doğru yürür Kolu kaldırır.) Üstelik açsınız. (Gülümser.) Açlık sinirleri bozar. Öfke kabartır. (Yıkık duvarın ardındaki bağ yolunda,

sırtında tüfeğiyle I. JANDARMA görünür. Çok genç, çocuk yüzlüdür. Eve bakar, yaklaşıp yaklaşmamaya karar veremez. Bir an dönüp gitmek ister. O sıra II. JANDARMA’nın da bir ara görünüp eliyle onu eve doğru ittiği görülür.)

II. JANDARMA : Hadi işte sallanma… Burada bekliyorum ben… Hadi be arkadaş. Şöyle bir kolaçan…

(Samanlık kapısını usulca aralamış olan HALİL onları görür. Hemen kapar kapıyı)

HALİL : Tam sırası! EROL : Ne oldu? HALİL : ………..

EROL : Bir terslik mi?.. HALİL : Hayır… Hayır… Kaygılanma… Yoldan… şeyler… İnsanlar geçiyor da… Tarlalara yani… Az bekliyelim… (Kapı önünde tedirgin durdukları, arada bir fısıltıyla konuştukları izlenir. I. JANDARMA iner. Eve doğru yürür. Merdivenlerin önünde durur. Evin giriş kapısına, yukarı bakar. Sonra yine cayar. Gitmeye davranır.) MUNİSE : (Evin ‘aralık’ kısmında görünür.

Kapıdan başını uzatır, bakar.) Haa, sen misin Cemal?.. Bi ayak sesi duydum da… (I. JANDARMA, çaresiz döner, durur. MUNİSE dışarı çıkar.) Çıksana, buyur… I. JANDARMA : Yoo… Öyle geçiyordum da Munise

Abla…

MUNİSE : Buyur, bi soluk al… I. JANDARMA : Yoo… Çıkmayım… Bükten aşağı gidiyordum da…

MUNİSE : Susamışsındır… Su getiriym… I. JANDARMA : Susamadım… Bentlerde şimdi içtim… (Merdiven basamaklarından birine oturur yine de) Öyle geçiyordum da yani… MUNİSE : (Dikkatle ona bakar.) İyi ettin uğradın. (Bir an.) Babam ikinci uykusuna yattı… Namazını kıldı, yattı… Kalkmadı

daha… Ben de sandıkta sakız arayı veriyordum Seher’e… Darıyı eledim de… (Merdiven başına çöker.) I. JANDARMA : Torunun nasıl? MUNİSE : Uyuyor. (Bir an) Anan iyi mi? I. JANDARMA : İyi işte. N’olsun Munise Abla? Karnı

ağrır durur hep. MUNİSE : Elip erip bir varamadım ki… Bi tas

çorba götüremedim.

I. JANDARMA : Sen sağ ol. Dünya işi çok… MUNİSE : Eh, öyle… (Bir an) Ayran içer misin?

Karıvereyim mi?

I. JANDARMA : Yoo, yoo… Öyle geçiyordum da işte… MUNİSE : Ananla ben aynı dağın kekiğiydik ay Cemal… Ben buralara gelin gelmeden. .. On yedimde kızdım, kucağıma doğduğunda ya… Çekinme, söyle… Karıvereyim bi ayran… Bilme yabancı…

I. JANDARMA : (Karnı sancılanmış gibidir.) Oturucu değilim de yani… Ondan… Böyle işte geçiyordum da…

MUNİSE : Bir tuhaflığın var, hasta mısın oğul? I. JANDARMA : Yooo, yok… Bükten aşağı gidiyordum

da…

MUNİSE : Yine su kavgası mı yoksa? I. JANDARMA : Eh, oluyor tabii… MUNİSE : Bizimki ölünce, tarla, bağ, her bi şey gitti ya elden… Bazı derim, amaan, iyi ki bir bu bahçeye kaldım. Yoksa konu komşuyla durmadan… (Bir an) Demek yine su kavgası?

I. JANDARMA : Eh… Bizimki de görev işi işte. MUNİSE : İyi canım, kötü mü? Bir köye candarma çıkmak iyidir.

I. JANDARMA : (Birden) Zor iş be Munise Abla! MUNİSE : İşin kolayı var mı ay oğul? I. JANDARMA : (Tedirgin, çalılıkların üst yanına

bakar. Sesini alçaltır biraz) Öyle ama… İşte… Bu iş, nasıl desem?.. Bazen diyorum, at rütbeni üstünden! Tersime gidiyor bazı bazı… MUNİSE : (Güler) Aaa deli! Bulmuşsun rütbeyi

de… Kim derdi, Yeşil’in oğlu gelin geldiğim yere candarma çıkacak? Aklıma gelir miydi o zamanlar, hani anan kucağıma verdiği zaman seni? (Bir an) HALİL’imden ayırmam seni. Övünürüm candarmalığınla… (Cemal başını eğer.) Övünürüm elbet… Bizim oralarda olsun, buralarda olsun, kaç kişi adam çıktı da başını kurtardı ay Cemal?

I. JANDARMA : Yumuşak başlıyım ben Munise Abla… Yumuşak başlılığa gelmez bi iş bu…

MUNİSE : Daha iyi ya… Her candarma da zart-zurt ederse millete, olur mu? Sevgiynen, sıcak gönülnen her bi şey, anlayışınan… Hart-burt etmekten daha iyi ya… Hart-burt ettin mi öfkeyi ayaklandırırsın. Hiç yoktan kin büyütürsün… (Bir an) Yalan mı?

I. JANDARMA : Öyle de… Yani, bilmem ki… (Bir an. Davranır, kalkar.) Neyse, varıym gi-diym artık…

MUNİSE : Vereydim bi bardak su…

I. JANDARMA : (Gitmez.) Yoo… Hayır… Hayır…

İçmediğim yer değil ya… (Bir an) Her zaman içtiğim yer… (Bir an) Başka zaman yine gelirim… (Bir an) Gitmem eksik değil bentlere. (Bir an) … Iıı… HALİL’den haber var mı?

MUNİSE : Ne olmuş? Bi şey mi olmuş?

I. JANDARMA : Yoo, niye? Öyle sordum. Haber alıyor musunuz, diye… Nasılmış yani, diye…

MUNİSE : Epeydir mektup saldığı yok da, ben de ondan, acaba dedim… Arada bir atlar gelirdi otobusa… Eh, diyorum, imtihan ne zamanı, belki…

I. JANDARMA : Öyle ya canım… İmtihan ne zamanı şimdi… (Bir an. Boğazını temizler sanki) Çoğu da bir şeyler mi ne etmişler. Girmezlermiş derslere?

MUNİSE : Yok canım? Niye? Girerler. Girmezler olur mu? HALİL’im girer benim. Girer… Teee o zaman, okumaya giderken ne de-diydi bana bi duy. (Keyifle anlatır:)

“Anam benim… Yükü büyük, gönlü de böyük anam…” dediydi… “Hele bak gör, alayım diploma kâadımı, hepimize dünya cennet gayrı…” (Güler.) Böyle der… Bana, Seher’e, dedesine, şimdi de anasız oğluna… Hepimizle nasıl baş edecekse, öyle der…

I. JANDARMA : Sen nasıl baş ediyorsun Munise Abla? Sen baş edince…

MUNİSE : Amaaan işte! Günler geçi geçiveriyor be Cemal. Ne kaldı şurda? Gelecek yıl çıkar mı HALİL’im bir kaymakam… (Takılır.) Eh, sen benim yanıma uğrama gayri…

I. JANDARMA : (Zorla güler.) Eee, öyle tabii. (Bir an) Mektup salmadı demek hiç bu günlerde?

MUNİSE : Salmadı ya… Aklım takılır bazı… Şimdi de… (Başını sallar.) Salmadı mektup, ama bakma sen. Kötü bi şey olsa haberi tez gelir. Kötü haber dediğin, ay Cemal oğlum, bilmez misin, kanat takınır da şıp diye gelir bulur insanı. Öyle değil mi?

I. JANDARMA : Öyle tabii… Hem… ne olsun kötü bi şey canım? (Bir an.) Eh, gideyim bakayım… Biri çıkar yine, çeviri verir bütün suyu tarlasına… Ondan sonra, al başına belayı…

MUNİSE : HALİL’imden bi haber mi vardı yoksa sende?

I. JANDARMA : Yoo… Bizde ne haberi olsun? Yoo… Hayır. Öyle sordum ben… Burdan geçiyordum da… Bir soruverdim şöyle… Kal… Kal esenlikle Munise Abla.

MUNİSE : (Uzaklara bakar.) Git güle güle

Cemal. Anana selam söyle. Gine gel… (I. JANDARMA uzaklaşırken) Açmadın derdini… Beni yabancı bildin Cemal… (Güler.) Öyle olsun… Yeşil’in ağzını ararım ben…

I. JANDARMA : Yooo, valla yanlışsın Munise Abla… Anama soracak bi şey yok…

MUNİSE : “Dön git Yeşil, kötüne…” derim.

“Boşuna bekleme oğlunun yamacında… Bizim hiç gereğimiz kalmamış ona…” deyiveririm… Bakma bana sen Cemal. Yüreğim daralır da bazı, takılmasam hani… Git güle güle…

(Samanlıkta: HALİL, kapı aralığından dışarısını gözetlemeyi sürdürmektedir.) (l. JANDARMA yola çıkar. II. JANDARMA önünü keser. MUNİSE, beşikteki çocuğa bakar, içeri girer. Cemal’in II. JANDARMA ile karşılaştığını görmez. Bunlar yolun üstünde kaybolur, sonra geri dönerler.)

I. JANDARMA : Yok dedik ya işte! Hiç bi haberi yok.

II. JANDARMA : İyi aradın mı bakalım ağzını?

I. JANDARMA : Amma da üsteledin be! Durmayalım

burda hadi… Munise Ablamın aklına bir şey gelir sonra… Hoş, bi bokluk da sezmedi değil yaa… Sezgili kadındır.

II. JANDARMA : Görev görevdir arkadaş. Öyle kayırmaya ne gelmez.

I. JANDARMA : Neyi kayırıyormuşum ben?

II. JANDARMA : Memleketini hep kayırırsın… Pısırıklığından mı, memleketlin olduğundan mı, bilmem yaa… Bu iş öyle pısırıklığa ne gelmez arkadaş. Can-darma dediğin…

I. JANDARMA : İyi… İyi… Yürü şimdi… Dığdının dığdısı… Anamın köylüsü. Kayırıyormuşum… Laf… Hem ortada fol yok, yumurta yok, kalkmışsın, çavuştan gayretli…

II. JANDARMA : Folu da, yumurtası da ortada işte:

Oğlanı arama emri… Bu emir var mı, yok mu arkadaş? (Uzaklaşırlarken)

I. JANDARMA : Yenisin buralarda… HALİL’i

tanımazsın. Tanısan, HALİL’den yana mı, emirden yana mı olacağını sen de şaşırırdın ya…

II. JANDARMA : Hay hay… Ama çavuş duymasın bu

sözünü arkadaş. Duyarsa… I. JANDARMA : Bu candarmalık işini bile o hallediver-

mişti bana… HALİL… Kaymakam başından savmıştı da, bu… Uğraştı, didindi de, bir yabancı candarmalık bulup… beni işte…

II. JANDARMA : Uyy sen iyice verecekliymişsin arkadaş. Bizse alacak peşinde…

I. JANDARMA : Ne yapmış ki çocuk yahu?

II. JANDARMA : Haydaaa! Sana ne suyun gözünden?

Sana, bu su nerden kaynıyor, diye soran mı var arkadaş? Sana, suyun önünü çevir, diyorlar… Senin işin… (Konuşarak uzaklaşırlar.) (Samanlıkta: KIZ ayağa kalkmak ister. EROL ona tetik durur. Fakat KIZ’ın kalkamadan sendelediğini, sonra geri düştüğünü görür.)

EROL : Ne oluyor buna?

HALİL : (Döner.) Ne olmuş?

EROL : Bilmem… (KIZ’a yaklaşır. Eğilip

yüzüne bakar.) Sararmış… (KIZ’ın kolundan tutar.) Neyin var?

KIZ : (Cansız) Yok bir şey…

HALİL : Hastalandı mı? (KIZ’a) Hasta mısınız?

EROL : Numaradır…

KIZ : Başım dönüyor… (EROL ve HALİL birbirlerine bakarlar.) Önemli değil… Sadece…

HALİL : Açlıktan olmasın?..

KIZ : Belki… Şey… Alışık değilim de

böyle… Yani, iki gün… üst üste hiçbir şey yememeye…

HALİL : (Kapıya bakar.) Annemi yalnız yakala-yabilsem bir… (Çevresine bakınır. Birden aklına gelir. Gider, köşede duran bir çuvaldan bir avuç darı alır. KIZ’a uzatır.) Şunu çiğneyin bakalım… Alın, alın… güzel bir ikram değil, biliyorum. (Sen) Ama burda herkesin ayakta durmasını sağlıyor yine de… Alsana be! (Darıyı zorla KIZ’ın avucuna doldurur.) Korkmayın canım. Zehir değil. Sadece darı… darı…

KIZ : Darı nedir?

HALİL : Darı neymiş!..

EROL : Ye, anlarsın… (KIZ’ın çekinerek

yiyişine bakarken HALİL de göz ucuyla arkadaşına bakar. EROL’un da darıyı bilmediğini anlar. Hafif alaycı bir gülümseyiş geçer dudaklarından) (DOMDOM ALİ evden sahanlığa çıkar. Çok yaşlıdır. Sırtında eski bir gocuk, başında takke, bacaklarında eski, uzun bir fanila don. Titreyerek, duvarlara tutuna tutuna gelir. Merdiven basamaklarından birine oturur. Öksürerek tütün sarmaya koyulur.)

DOMDOM ALİ : Muniseee!.. Kız Munise!.. Öldün mü kız?

EROL : (Kapıya gider. Kulağını dayar.) Biri var yine!..

HALİL : Domdom Ali… Dedem yani… (O da kulağını kapıya koyar.)

MUNİSE : (Pencerenin önünde, SEHER’in

yanında görünür.) Al işte sakızını. Al benim gül yüzlüm, al…

SEHER : (Sakızı kapar, tuttuğu gibi pencereden aşağı fırlatır.) Sakızından çıksın senin!

MUNİSE : Naha boyun devrilsin e mi? Naha teneşirlere yatası da bir daha kalkamıyası naha!..

DOMDOM ALİ : Munisee!.. Kız Munise, kııız!..

MUNİSE : (SEHER’i iter. Eğilir, sahanlığa bakar. Usulca) Az daha uyusaydı ya… (Döner. Pencerede kaybolur. İçerden sesi gelir.) Geliyorum baba!.. Geliyorum!..

DOMDOM ALİ : Gelemez ol e mi?

MUNİSE : (Kapıda görünür. Zorla gülümser. Yüksek sesle) Aha vardım. Buyur baba… Bi şey mi dediniz?..

DOMDOM ALİ : (Arkası dönük, bir ağıt söyler gibi)

Ben Yemen’deyken bir tabur askere söz dinletirdiydim… Ben Yemen’deyken… (MUNİSE alışıktır. Sızıldanmanın sona ermesini bekler.) Bir tabur askere “höööt” dedim miydi, karşımda el pençe divan dururlardıydı da, şimdi bi kötü gelinin elinde, ahhh, ah, ah!..

MUNİSE : (DOMDOM ‘un arkasına bir yastık koyar. Sevecenlikle, fakat yüksek sesle) Kalktığınızı duymamışım baba!.. Şimdi yapar gelirim kahvenizi. (Beşikten çocuğu kapar, içeri koşarken)

DOMDOM ALİ : Bir fincan kahveyi de mi çok

göreceklerdiydi?.. El kızının eline mi bakacaktıydım?.. Ben Yemen’deyken çektim miydi sarı çizmelerimi, yürüdüm müydü düşmanın üstüne… Ahhh, ah…

SEHER : (Pencerede bağırır.) Sus bunak, sus! Yemen’inden başlatma yine!..

DOMDOM ALİ : Göğsümde madalyalarımdıydı… Kolumda sırma şeridimdiydi… Nahiyemden içeri öyle girdiydimdi… Benden önce ölmesen olmaz mıydı a kadın? İlle benden önce ölmeynen ne vardıydı? Bok mu vardıydı a kadın çekip gitmeye?.. Oğlumu da ardından sürüyüp gitmeye?.. Ahhh, ah, ah!..

MUNİSE : (Kucağında çocuk, bir elinde kahve fincanı, gelir. Fincanı DOMDOM’un önüne koyarken) İşte kahveniz, baba. Buyrun…

DOMDOM ALİ : Aah, ahh, ah…

MUNİSE : (Yüksek) İyisiniz ya baba? İyisiniz ya?

DOMDOM ALİ : Hiç umutlanma öleceğim diye!..

Ötekilerin peşine takılacağım diye… Yağma yoktuydu! Ölmeyeceğim daha!.. (Nerdeyse tepinir.) Ölmeyeceğim!.. Ölmeyeceğim!.. Oh da oh! Oh da oh, hah! Ölmeyeceğim!..

MUNİSE : Amanın, o nasıl söz baba? Allah geçinden versin. Başımızda bir büyüğümüzsünüz… Hadi buyrun, soğutmayın kahvenizi…

DOMDOM ALİ : (Kahveden bir yudum alır.) Tatsız. Çok tatsız…

MUNİSE : (Alçak) Sen sabır ver Yarabbi… (Yüksek) Şerbet de ister misiniz? Yapıveriym mi?

DOMDOM ALİ : (Hemen alttan alır.) Ne şerbeti yapıvereceksin?

MUNİSE : Şekerli şerbet işte…

DOMDOM ALİ : (Yine huysuz) Gül şerbeti olmalıydı ki… Gül şerbetini severim ben. Anan sağ olaydıydı, gül şerbeti yapıverirdiydi… İçine karanfil de koyu-verirdiydi…

MUNİSE : Gül şurubumuzun sonu geldi ya? Yenisine hazırlık gayrı…

DOMDOM ALİ : Uyyy, güller açacaktıydı da… Şurubu çıkaracaktıydı da…

MUNİSE : Çok canınız çektiyse bi koşu gidip isteyeyim mi Firdevs Haladan?

DOMDOM ALİ : Kimmiş o? Kim dedin?.. (Tepinir.) Benim o adda kardaşım yok. Ben daha taa Yemen’deyken ettikleri…

MUNİSE : (Alçak) Benim de çenem tutulsun! Ne vardı şimdi üstüme üstüme getirecek?.. (Çocuğu yeniden beşiğe yatırır.) Ha yavrum benim… Ha tosunum… Uyu kuzum… Aslanım benim…

SEHER : (Pencerede, sallanarak) Oğlun kimden döktürdüyse bunu ortaya, yolla da o baksın! Sana mı düştü?

DOMDOM ALİ : Torunu öğretmen çıkmış… Hıh… Sümüklü torunu… Kaymakam bile değil… Bi kötü öğretmen işte… Gül şurubuymuş!.. Onun gül şurubuna mı sanki…

MUNİSE : Ninni kuzum… Tosun ağam benim… Ha kuzum, uyu. Ninen sana kurban…

SEHER : Ninesinden çıksın? Sana mı düştü?

MUNİSE : Kime düşecekti ya?

SEHER : Ana gibi ana olsan, kör doğurmazdın beni!..

MUNİSE : Sus kız! Sen kör doğmadın bi kez…

SEHER : Bana bakacağına ona bak sen… Bak bakalım,belki başın göğe erer… Oğlundan görmediğin mürüvveti ondan görürsün… Hah, hah, haay! Güleyim bari!..

MUNİSE : (Gülmeye çalışır.) Hep kıskanırsın bu masumu. Seni domuzun kızı… Ayol bunun ne günahı var? Şuncacık şey…

Anasının yetim kuzusu,..

SEHER : Babası olacak beyfendi nerelerde?

Beyfendiliğinden çıksın onun! Okuyacak da başımıza kuş konacak… Sen de akıl olsa…

MUNİSE : (Pek umursamadan) Şimdi gelirim yanına ha…

SEHER : Zoor! Kendimi atıvereceğim pencereden zaten. Bir gün bırakıvereceğim kendimi havaya, ohh, oh oh!

MUNİSE : Aaa, anan sana kurban olsun Seher’im! Takma aklına öyle kötü şeyleri, oh güzel kızım benim.

DOMDOM ALİ : (Fincanı iter.) Bu da kahve! Ööğğ!.. Töbee… Ben Yemen’den döndüğüm gün, kadın bi kahve yapıverdiydi ki… (MUNİSE bir türlü susmak bilmeyen çocuğu yeniden beşikten alır, dedesine götürür. Çocuğu ona sevdirmeye çalışır.)

MUNİSE : Haniymiş dedesi tosunumun benim! Ne dermiş aslan dedesi yiğidime? Ha dedesi? Bakındı hele… Sizi görünce bi sustu… Amanın ne gülücükler, ne gülücükler…

DOMDOM ALİ : (Çocuğa yan yan bakar.) Hiç dede dediği yok.

MUNİSE : Daha der, dedesi… Vakti zamanı gelince bıcır bıcır dede, nine, hala, buba… buba… hepsini der… Buba, buba, yaaa…

SEHER : (Haykırır.) Babasından çıksın!

DOMDOM ALİ : Ne bağırır bu kör yine? (Bağırır.) Ne bağırırsın kız?

SEHER : Naha benim kadar bir kör taş düşsün başına, bunaak!

MUNİSE : (Alçak) Sus kız. Ayıp. (Kayınbabasına yüksek) Ne yapsın? İçine bun düşüyor onun da. Demin sakız verdim oyalansın diye, pencereden attı…

DOMDOM ALİ : (SEHER’e) Kız sen mi kovaladın

İstiklâl Harbi’nde kaçakları? Ne hakla atıyorsun sakızımı sokağa? Bu memleketi adam etmeye biz uğraştık kıız! Niye

atıyorsun sakızımı sokağa? MUNİSE : (Alçak) Hay dilim tutulaydı! DOMDOM ALİ : Biz Afyon cephesinde bir tutam sakız

için silahlarımızın ucuna yapıştırmaya… MUNİSE : Hele bak dedesi… Bak torununa… Küçük torununa… Bak ne oyunlar… Nasıl güler bakındı…

DOMDOM ALİ : Güler… Gülmesi kolay… Yumruğuyla yoğurt yemedimiydi bir adam, gülerdiydi de, oynardıydı da… MUNİSE : (Acele keser.) Darıyı eledim. İki çuvala

yakın oldu. SEHER : Niye benden ayrı konuşuyorsunuz

orda? Düşman gibi tutuyorsunuz beni. MUNİSE : Deli olma kız! Darıyı eledim de, kıştan

kalan darıyı, onu diyordum.

DOMDOM ALİ : Nerde o hayırsız oğlun? Niye gelip de el vermez sana? Saya yeri de onarılacaktıydı… Ah benim güzel sayam ah, ah… Sürü elden gittiyse, tahıl da mı ekilemezdi oraya? Ben o yeri nelerle tuttuydumdu… Boşa mı tuttuydumdu?.. Elimden çıkarmamak için orayı ben. Taa Afyon cephelerinden… MUNİSE : Elimiz darda kalınca sattı sürüyü

oğlunuz, Allah rahmet eyleye… Biliyorsunuz işte.

DOMDOM ALİ : Kim için etti? Ne için etti? Sen de he demedin mi, oğlun okusun diye? Demedin miydi he? Nerde okumuş oğlun peki? Niye gelip onarmaz saya yerimi? Ekip biçmez orayı, niye? MUNİSE : Aman babaa, kayalık, kıraç bir yer

orası. Ekilse, başkaları onu da komazdı elimizde, korkma. İşe yarar bi yer olsa-aa…

DOMDOM ALİ : Şimdi ektiğin şu avuç içi kadar yeri ben nasıl adam ettiydimdi, bildin mi sen? Yemen’lerde, Afyon cephelerinde vuruştum demediydimdi… Madalyalarımdı demediydimdi… Onur taslamadıydımdı… MUNİSE : Allah ömür vereydi oğlunuza, yine

de…

DOMDOM ALİ : Torunum olacak hayırsız, dedem Afyon cephelerinde vuruştuydu, demez… Vatanı düşmandan kurtardıydı, demez… Onurundan dönüp bi saya yerime bile saygıydı, sevgiydi göstermez…

MUNİSE : Zati HALİL, orda dedelerimin, babamın hiçbir hakkı yoktur, deyip dururdu… Çopurun Süleyman’a açıvermiş ağılın kapısını… “Var sen üç beş davarını kışlat burda” diye…

DOMDOM ALİ : (Dudakları kımıl kımıl ederek) Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Mu-hammeden abdühu ve resulü… La ilahe illallah… Muhammeden resülâllah… Günahkâr kullarını sen affeyle Yarabbi! (Haykırır.) Aklını peynir ekmekle mi yedi senin bu oğlun?

MUNİSE : Fesüpanallah!.. (Alçak) Naha dilim tutulsun inşallah! (Yüksek) Öfkelenmeyin oh baba… Bakın ne diyeceğim… HALİL…

DOMDOM ALİ : HALİL’inden çıksın senin! Gâvur pezevenk!

MUNİSE : (Usulca) Öfff! (Yüksek) Gençtir. Kusuruna bakmayın siz… (Davranır.) Çocuğu yatırayım da… İneği salıvermiştim… Fidelere girerse…

DOMDOM ALİ : (Çocuğu göstererek bağırır.) Bu da karanlık, bu da! Elin bi piçi mi ne, bellisiz! Kim kimden peydahlamış, bellisiz. Hani bunun anası?

MUNİSE : Aaa, baba… Niye böyle diyorsunuz? Elinizi öpmeye gelmişti ya bir kez? Hani doğumdan önce… Karnı burnunda gelmişti ya… Ölümünden önce gördünüz siz de… HALİL getirdi de gördünüz ya…

DOMDOM ALİ : Ben görmedim. Hiç görmedim. Bi

yudum kahvesini içmedim. Bi peşkirimi tuttuğunu görmedim.

MUNİSE : Gördünüz baba… Elinizi öptü… Kahve de tuttu… Sakalınızı bile

öptüydü hem…

SEHER : (Sallanarak hem güler, hem bağırır.) Bitli sakalını öptü de ondan öldü! Yaa… (Kahkaha) Bitli sakallı!.. Bitli sakallı!.. MUNİSE : Kız sus! Gelirsem yanına… SEHER : Hele gel de kafanı yarıvereyim!

(Çocuğa doğru tükürür.) Tüh, tüh! Torunuymuş! Hıh… Halil’den değil o! Piç! Piç! Fabrika orospusunun piçi! Elin bir piçine pörsük memeni emdirip emdirip zevklenirsin değil mi?

MUNİSE : Naha çenen tutulsun, deli! SEHER : Şeher yerinde, fabrikalarda çalışandan orospu olmaz da ne olur sanki, hah haay!

MUNİSE : Kıskanç kancık! SEHER : Sen nesin peki? (Sallanarak güler.)

Pörsük memeli!.. Pörsük memeli!.. MUNİSE : (Çocuğu beşiğe attığı gibi içeri

koşarken) Sus dedim sana, ele güne karşı! (İçerden sesi gelir.) Yoldan geçenler ne demez kız? (Az sonra pencerenin önünde SEHER’in yanında görünür.) Ah alnımın kara yazısı, ah! Ya senin canını alaydı Allah, ya benim… (Onu tartaklar.) Kalk hadi… Kalk ordan! (İte kaka kaldırır.) Yürü içeri! Hadi yürü… Seni kaltak seniii!.. Seni domuzun kızı! (Ağlar.) Alnımın karayazısı seniii! (İçerden bir kızılca kıyamet duyulur. Dövme sesleri. SEHER’in uluyarak ağlayışı) Tatlı canından bezdirirsiniz insanı… Tatlı canından! Keyfimden sanki bunlar… Uy benim kara yazım, uy yy! DOMDOM ALİ : Munisee! Kıııız!.. Munis!.. Tüfeğimi

getir benim! Getir tüfeğimi kıız!.. SEHER : (Uluyarak) Ben mi öldürdüm gelinini?

Ben mi sanki?.. DOMDOM ALİ : (Tepinir.) Tüfeğim… Tüfeğim…

Tüfeğim, dedim! Kııız!

MUNİSE : (Başörtüsü açılmış, saçı başı dağınık gelir.) İlle kötek ister canı… Boyu devrilsin! Cırmık cırmık etti her bir yanımı

şıllık…

DOMDOM ALİ : Tüfeğimi getir dedim… Tüfeğimi… MUNİSE : (Yüksek) Ne edeceksiniz tüfeği şimdi? DOMDOM ALİ : Getir. Vuracağım senin oğlunu…

Vurup temizleyeceğim… MUNİSE : (Güler.) Aman baba siz de… DOMDOM ALİ : Getir tüfeğimi… Şurda nöbete duracağım… Gelir gelmez vuracağım o gâvur dölünü!

MUNİSE : (Sırtını sıvazlar.) Biricik oğlan torununuz baba…

DOMDOM ALİ : Öyle hayırsızdan torunum yok benim! Vuracağım… (Bir ağıt söyler gibi yine inceden inceye mırıldanmaya başlar.) Ben Yemen’de, Afyon cephelerinde çarpıştıydımdı… Vatanı düşmandan kurtardıydımdı… Şimdi bir saya yerimi bana çok görür oldulardıydı… Kendi oğlum sağ kalaydıydı… Beni gelin ellerine komayaydıydı… (MUNİSE süpürgeyi alır, sakin sakin sahanlığı süpürür.) Tüfeğimi vermiyor… Oğlunu arka alıyor… Kadir bilmez oğlunu… Tüfeğim… Sakladı tüfeğimi… MUNİSE : Sizi oradan kaldırayım mı baba?

Üstünüze toz gelmesin…

DOMDOM ALİ : (Ağlar.) Tüfeğim, dedim… Tüfeğim… MUNİSE : (Onu tutup kaldırırken) Tüfeğiniz kaybolmuştu… Çaldılar demiştiniz ya? Unuttunuz mu? (Bir an)

DOMDOM ALİ : (Çocuksu) Bacaklarım sızlıyor. MUNİSE : (Onu beşiğin yanına oturtur.) Merdivenleri süpürym de, ovuvereyim… DOMDOM ALİ : Bacaklarım çok ağrıyor… MUNİSE : (Kulağına bağırır.) Merdivenleri

süpürüym de, ovuvereyim… DOMDOM ALİ : (Küçük bir çocuk gibi dingin. beşiğin

yanında oturur.) Ovuver ya kızım. Ovu-ver benim has gelinim… Ellerin şifalıdır. Sen ovuverirsen pek iyi gelir, pek…

(MUNİSE merdivenleri süpürmeye koyulmuştur. SEHER’in ulumaları yavaş

yavaş durmuştur. Az sonra çocuk ağlar. MUNİSE geri gelir. Beşiğin ipini DOMDOM’un eline verir.)

MUNİSE : Ha baba… Ben gelene dek, şunun ipini çekiverin usul usul, e mi? (İşine gider. DOMDOM uslu, denileni yapar. Çocuk susar.Bir gürültü patırtının ardından derin sessizlik. Yalnız kuş cıvıltıları. Bir süre)

SEHER : (İçerde, şimdi çok alçak sesle, ama dokunaklı bir biçimde türkü söyler.) Keklik idim vurdular. Kanadımı kırdılar…

DOMDOM ALİ : (Gizlice eğilir. Çocuğun yüzünü açar, bakar. Kikir kikir güler.) Niye gülüyorsun len? Bana mı gülüyorsun he? Büyüyünce, vatanı dedem kur-tardıydı, diye anlatacak mısın ha ba-kiym? “Dedem Yemen’de, Afyon cephelerinde…” he?

SEHER : (Kapıda görünür. Usludur. Elleriyle-duvarları yoklayarak gelir. Eşiğin berisine oturur. Bir an. Sonra seslenir.) Dede!., ( DOMDOM acele çocuğun yüzünü örter. Hareketsiz durur.) Badem çiçek açmış, değil mi dede?

DOMDOM ALİ : Kokusunu mu duydun?

SEHER : (Gülümser.) Kokusunu duydum ya. (Bir an) Güneş de ılıdı artık.

DOMDOM ALİ : Ne dedin?

SEHER : (Yüksek) Güneş. Isındı… (Havayı koklar gibi başını kaldırır.) Toprak da ısındı…

DOMDOM ALİ : Kokusunu duydun değil mi?

SEHER : (Gülümser.) Hıı… Duydum ya… (Bir an)

(Samanlıktakiler ayak sesi işitir, gerginleşirler. MUNİSE, önce samanlığa doğru yürür. Bir ineğin böğürmesi üstüne acele evin arkasına dolanır. Uzaktan sesi gelir.)

MUNİSE : Ohaaa!.. Oha… Hay seni civelek kız! Ohaa!..

SEHER : Dede? (Bir an) Çocuk güzel mi?

(DOMDOM karşılık vermez. Suçüstü yakalanmış gibi durur. SEHER, daha yüksek sesle) Beyaz mı? Tombul tombul mu çocuk?

DOMDOM ALİ : Ne bilem… Hiç bakmadım ki…

SEHER : Baksana bir… Hele bak.. .İnsan bakmaz olur mu görünce? (DOMDOM ilk kez yapıyormuş gibi çocuğun yüzünü açar, eğilir, yakından bakar.) Baktın mı?

DOMDOM ALİ :Eehhh…

SEHER : Güzel mi?

DOMDOM ALİ : Gülüyor…

SEHER : Pembiş pembiş mi yüzü?

DOMDOM ALİ : Ne biliyorsun pembeyi sen? (Kendi de güler.) Gülüyor.

SEHER : Abime benziyor mu?

DOMDOM ALİ : Anan benzediğini söylüyor ya?..

SEHER : (Yeniden belli belirsiz huysuzlanır.) Ne fayda… Kendim görmeliyim ki… Belki bilirdim o zaman, büyürse eğer… Yani… Sever mi ki bizi?

DOMDOM ALİ : (Acele) Bacaklarım çok sızlıyor.

SEHER : Ovuvereyim mi? (Tahtalara tutunarak dedesinin yanına gelir. Bacaklarını yoklar.) Burası mı?

DOMDOM ALİ : Vay, vay, vay… Amanın… Az daha yukarı… Hah, hah… Uyy… Aman… Uv…Uv…

(SEHER onun bacaklarını ovarken) (Samanlıkta: HALİL, EROL gergindirler. KIZ daha canlanmış görünür.)

EROL : Halil?..

HALİL : Evet?..

EROL : Bak, diyorum ki… Acaba… Çıkmak için acele etmesen?

HALİL : (KIZ’ı gösterir.) O olmasaydı, belki… belki bekleyebilirdik.

KIZ : (Birden yerinden fırlar. Kapıya atılır.) Gitmek istiyorum! (İkisi de KIZ’ı yakalar. Sımsıkı tutarlar.) Bırakın beni!.. (EROL, KIZ’ı tokatlar. Bir an)

EROL : İşin şakası yok. Bunu iyice bilmeni is-

terim! KIZ : İlk kez kendi seçtiğim bir hayatı

yaşayacaktım… Kendim için, kendimi… Şimdide siz… engelsiniz… bana ne sizin…

HALİL : (İlk geldiği zaman KIZ’ın ağzından çözdüğü bezi alır.) Yazık ki yeniden bağlamak zorundayım… (Bağlar. KIZ direnir.) Getir Erol… (Samanları eşeler. Bir ip bulur.) Şuraya bağla… (KIZ’ı ellerinden samanlığın direğine bağlarlar.) Şimdi, yeniden ve iyice dinleyin beni: Bir fabrikada makinelerin nasıl çalıştıklarını gördünüz mü hiç? Dişliler arasına yabancı, uyumsuz bir madde sıkıştı mı gıcırtı yapar. Yalnız gıcırtı yapmakla kalsa iyi. Dişliler uyumlarını kaybederler. Laçkalaşır ve dururlar. O zaman biz, araya sıkışan yabancı maddeyi hemen temizlemek zorunda kalırız. Bilmem anlatabildim mi? (Bir an.) Burada büyüdüm… Sonra, ardıma bakmadan okumaya gittim. O zamanlar makineler üstüne en küçük bir fikrim yoktu. Şimdi var. Bunu da bilmenizi isterim.

EROL : Halil… Sormaya zaman olmadı… Ya da önemsemedim… Şimdi sormak istiyorum. Annen, deden, bir de kardeşin olduğunu söylemiştin ya; onlar biliyorlar mı senin düşüncelerini? Ne yaptığını, ne yapmak istediğini, ne yapmak istediğimizi biliyorlar mı?

HALİL : Bilmem… (Bir an.) Kaç yıldır hep… Çok uzak kaldık biz.

EROL : Anlatsan anlarlar mı dersin? Annen örneğin,destekler mi seni?

HALİL : Annem güvenir bana.

EROL : Bu işte de mi?

HALİL : (Bir an. Sonra) Neden soruyorsun bunları?

EROL : Az sonra… yani ilk fırsatta çıkacaksın burdan. Ona gideceksin…

HALİL : Evet?..

EROL : Hiç… (Bir an.)

HALİL : Anladım. Yokluğumda seni ele vermesinden korkuyorsun… (EROL, yere bakar.) Halka güveniyoruz, değil mi? İyi ya, anam halkın bir üyesi işte. Halkınla yüz yüzesin işte. Tamam, anladım, evet. Analara güvenilebilir, ama bir köy karısına güvenilemez, herhangi bir köy karısına! Bu değil mi düşündüğün?

EROL : Tam bu değil düşündüğüm… Ya da

başka bir biçimde ortaya konulabilirdi…

HALİL : (Keser:) Bizim işçi örgütümüzde kesinlikle bilinen bir şey daha var Erol: Asılacaksak yine emekçinin ipiyle asılmak.

EROL : Bizim öğrenci örgütümüzde ise şu, biliyorsun: Davayı südürebilmek için asılmamak. (Bir an) Az önce, sen uyurken şunu okuyordum. (Kitabı uzatır.) Bak, deniyor ki burada…

HALİL : (Kitabı iter. Dik dik bakar arkadaşının yüzüne) Şu durumda kitaplardan öğrenebileceğimiz hiçbir şey yok. Bugün ne öğreneceksek yaşayarak öğreneceğiz. Bir gezgin, gidiş yolunu bulmak için haritasını açıp bakabilir. Bizse gezintiye çıkmış birer gezgin değiliz.

EROL : (Elini içtenlikle onun omuzuna koyar.) İşte ben… (Usulca güler.)… burda… bu sizin samanlıkta belki biraz bir gezgin gibi duydum kendimi… İlk kez!.. (Kendi kafasına bir yumruk atar.) Gidinin burjuvası! Bu kuşku…

HALİL : (Keser.) Dinle… Burda bekliyeceğim. Annem eninde sonunda gelecektir buraya. Bir şey almaya, bir şey bırakmaya… O zaman senin önünde konuşabilirim… Sende…

EROL : (Utanmıştır.) Yanlış anladın beni. (Bir an) Ayrıca… Bak, bizi saklamak istemezse eğer, zorlayabilir miyiz onu?

HALİL : (Alaycı) Ne ince düşüncelisin! Biliyorum, seni getirmeden önce haber vermeliydim, demek istiyorsun. (Sinirli) Ne yaparsın ki, buna vakit yoktu. Gece yarısı kapıyı yumruklayıp ev halkını da uyandıramazdım, değil mi?

EROL : Sanki, salt kendim için konuşuyorum sanıyorsun… Bak… (Elini onun boynuna atar. Bir şeyler anlatmaya başlar.) (Evde:)

DOMDOM ALİ : Vay, vay, vayy… Uyy… Amanın… Uv… Uv… (SEHER, onun bacaklarını ovarken, alçak sesle) Bak hele ne diye-cem… (Bir an.) HALİL’i yakalamışlar, doğru mu? (SEHER, birden durur.) Duymadın mı?

SEHER : (Gergin) Niye yakalasınlar?

DOMDOM ALİ : Ben öyle duydumdu… Sen duymadın mı?

SEHER : Annem duydu mu?

DOMDOM ALİ : Sen duymadınsa… İyi… İyi… Anan da duymadıysa… Yine de duymasın. Söyleme e mi? (Bir an. SEHER içini çeker, merdiven basamaklarına doğru bir sürüklenir.Eleriyle tahtaları yoklar. Geri gelir.) Çok mu bunun var?

SEHER : Var ya… (Bağırır.) Dövdü beni!

DOMDOM ALİ : Kim?

SEHER : Anam işte! Çok dövdü…

DOMDOM ALİ : Ee, ne yapsındı o da? Kolay mı? (Bir an)

SEHER : (Dedesinin kulağına) Kim söyledi HALİL’in…

DOMDOM ALİ : Bakkal Hüsnü… Dün yolun kıyısında otururken ben… Ya yakalamışlar, ya yakalamak isteyisilermiş…

SEHER : Niyeymiş?

DOMDOM ALİ : Rahat durmuyor rezil. Hiç rahat durmuyor. .. Bir kendi aklını beğeniyor…

SEHER : N’olur kendi aklını beğenirse? (Huysuz) Herkes kendi aklını beğenir durur. (Alaycı) Baksana, sen bile hep kendi fikrini beğenir durursun… (Hınzır) Ettimdi de, çattımdı da… Zırıltı… Sen

zırlıyorsun diye seni tutuyorlar mı? DOMDOM ALİ : Höööt, sözünü bil, bi Yemen

mücahidine karşı! SEHER : Amaaan… Yemen mücahidi!.. Bana ne

senin…

DOMDOM ALİ : Hele bak hele! Biz büyüklerimize karşı mı durduk hiç? Baban karşı mı durdu? İşinde gücünde… Tarlasında, sapanında… Ama o rezil oğlan, boyuna büyüklerimize karşı gelirmiş… Kent alanlarında bir olup bütün mektepliler neyi, bağrışıp dururlarmış… SEHER : (Acı) Bizi kurtaracaklarmış ya?.. DOMDOM ALİ : (Duymaz) Adı çıktı rezilin… Konu

komşu, “Domdom’un torunu işi serseriliğe vurmuş… Dedesine, anasına yaslanıp komonist olmuş” derler. Bilip dururum…

SEHER : (Kulağına bağırır.) Komonist neymiş? DOMDOM ALİ : Sus… Bağırma öyle! SEHER : (Bağırır) Neyimiş? DOMDOM ALİ : (Alçak) Bu demek çok kötü bi şey

demek… Ar duyarım söylemeye… Ne ocak, ne ayile belli demek… Ot-sap bellisiz demek… Urus demek… Gâvurluk demek… Biz Urus gâvurunu vatanımızdan kovana dek, efendime söyliyeyim, Kırım’da, Büyük Şark cephesinde. .. Taa Kırımlarda vuruştuydulardı da, ondan sonracığıma, kıran kırana, vuran vurana… Urus askeri dokuz canlı olur, derlerdiydi o zamanlar… Ejderha gibi, kırkayak gibi, solucan gibi… Ez ez başını yine kımıldar, ez ez yine kımıldar… Çoluk çocuğu sokar, kanını emer de ondan sonracığıma… (O böyle kendinden geçmiş anlatırken SEHER, usul usul yoklayarak beşiği bulur, elini uzatır, yavaş yavaş çocuğun yüzünde gezdirir.) MUNİSE : (Elinde süpürge, yukarı çıkar.)

Kümesin kapısını kim açıvermiş öyle? (Eli beşiğin içindeki SEHER’i görür.

KIZ’ın üstüne atılır.) Elleme çocuğu! Elleme dedim! (Kolundan tutar SEHER’i, bir yana fırlatır. SEHER önce şaşırır. Sonra öfkesinden titremeye başlar.) Bir daha yanına yaklaştığını görmeyeyim!

SEHER : Ne olur yaklaşırsam?

MUNİSE : (SEHER’in kötü bir niyeti olmadığını sezinlemiştir. Sözü dağıtmak ister. DOMDOM’a yüksek sesle) Tavuklar… Bütün domates fidelerinin içine dağılmışlar. Merdivenin alt basamağı da kırıl…

SEHER : (Haykırır.) Ne olur yaklaşırsam, pis karı?..

MUNİSE : Bağırma oh yavrum. Ne varmış bağıracak?

SEHER : Yedik mi senin sümüklü torununu?

MUNİSE : Hazır uyuyor da, uyandırırsın diye…

SEHER : Gebersin! Sen de geber in-şallah! Kırkayaklar soksun, in-şallah!

DOMDOM ALİ : Seher. Dizlerimi uvuveriyordun hani?

MUNİSE : (Kızının sırtını okşar.) Dizini mi ovuyordun dedenin? Ov yavrum. Ov benim altın yürekli kızım.

SEHER : Ovmuyordum! Keseceğim bacaklarını onun! Diz kapaklarından, baltaynan!.. Hırt diye keseceğim! HALİL’i de seni de vuracağım!.. Tüfeklen… Torununu da boğacağım hem. Naha şöyle… Hınk bile diyemiyecek… Şöyle… Şöyle…

MUNİSE : Ay yapma! Gösterme öyle!

SEHER : Hah, haaay!.. Hepinizi geberteceğim, hepinizi! Ondan sonra da ohh, oh! (Derin solur.) Ohh!.. Oh dünya! (MUNİSE sessiz ağlar.) Oh dünya! Oh dünya!

DOMDOM ALİ : (Sızıldanır.) Karnım aç… (Bir an)

Acıktım diyorum… Anan sağ olaydıydı, bir kap sıcak bir şey koyuverirdiydi önüme… “Acıkmışsındır, ha buyur, ye” deyiverirdiydi… (Ağlar.)

MUNİSE : (Usulca kalkar, kızının yanına gider.)

Benden ne istersin a kuzum? Elimden gelse gün yüzünü göstermez miyim sana? Çiçek açmış badem ağacını, dalında öten kuşu, çalı dibinde baş veren çiğdemleri, mor mor dağları… Göğün buludunu pamuk pamuk… Toprağın suyunu, ıpıl ıpıl. Dalın yeşilini, açıklı koyulu…

SEHER : (Yerinde sallanmaya başlamıştır. İçtenlikle) Nasıl açıklı koyulu?

MUNİSE : (Hüzünlü) Badem ağacının yeşili

gümüş tozuyla aklanmış gibi… Zerdalinin ki kızıla çalar… Ayvanın ki…

SEHER : Nasıl kızıla çalar?

MUNİSE : İşte, öyle… Nasıl desem?.. (Bir an) İndirivereyim mi aşağıya, güneşe seni? Dokunur musun taze çimenlere, yapraklara?

SEHER : Dünya çok mu güzel sence?

MUNİSE : (Şaşırır.) Dünya… Dünya… İşte anlattığım gibi yavrum. Yaradan güzel yaratmış… Her şeyi sıralı sekili… Tohumu, toprağı, güneşi, rüzgârı…

SEHER : İnsanları?.. Ya insanları?

MUNİSE : İnsanları da, işte… İşinde gücünde, derdinde sevincinde…

SEHER : Oğlunun derdi ne ha? Niye peki…

MUNİSE : Aa deli, ne derdi olsun? Hepimizi

sever o… Seni, beni, dünyayı, güneşi, badem ağacını…

SEHER : Güneşmiş, toprakmış, badem

ağacıymış… Pis… Pis kokular geliyor. .. Nerden geliyor bu pis kokular öyleyse?

MUNİSE : (iyice şaşkın) Tavukların kümesinden belki… (Yine usulca ağlar.)

SEHER : Dünya böylesi güzel de, sen niye ağlarsın peki? Çocuk niye ağlar?

MUNİSE : (Gülmeye çalışır.) Çok küçük daha anam. Karnı acıkıyor… Sonra… ana kucağı özlüyor elbet… Anasız çocuk ne olsa… Ana sütü özlüyor.

DOMDOM ALİ : Acıktım… Açlıktan öldürecekler beni. Dizimi de ovmuyorlar… Ekmek de ver-

miyorlar. .. Ben Yemen’deyken…

SEHER : Dünya pek güzelmiş dede! Vatanı da kurtarmışsın… Daha ne mızıklanıp duruyorsun, ha?

DOMDOM ALİ : Dilin tutulsun! Dilini eşek arıları soksun senin, kör kız e mi?

SEHER : Sen kör etmedin mi beni, bunak! Anamdan kör doğmamışım madem, madem vatanı da kurtarmışın. Alaydın bedelini, sayaydın babamın eline üç beş kuruş, göndereydin sarıp sarmalayıp beni şehere…

MUNİSE : Sus yavrum, kader…

SEHER : Bıktım! Bıktım! Hepinizden! Kaderinizden! Dünyanızdan!..

DOMDOM ALİ : Ne bağırır bu kör, Munise?

SEHER : Dünya pek güzelmiş. İşte ona bağırırım, bunak!

MUNİSE : Hadi, gelin baba… Gelin içerde karnınızı doyuruvereyim ben…

DOMDOM ALİ : (Sızıldanır.) Ne verecen? Yine un çorbası mı verecen?

(Evden içeri girerlerken MUNİSE bir an durur. SEHER’e bir göz atar. SEHER, dudaklarını kımıldatarak sallanmaya başlamıştır. MUNİSE, usulca yaklaşır. Çocuğun beşiğini alır. DOMDOM’un ardından içeri geçer.)

SEHER : (Merdiven tahtalarını yoklayarak

birkaç basamak iner. İndikçe merdiven tahtalarının altını yoklar. Bir basamağa oturur. Eliyle hep tahtaların altını yoklayarak sallanır.) Gelen kim, giden kim? Gelen kim, giden kim?.. (Samanlıkta: HALİL, samanlık kapısını usulca açar. Başını uzatır. Dışarı bakar. EROL’a döner.)

HALİL : Evet. Düşündüm… Bekle. Şimdi

dönerim… (Sıyrılır, çıkar. Bir sıçrayışta merdiven dibine gelir. SEHER’i görür. Bir an, elinde olmayarak durur, onun sallanmasına bakar. Sonra, alçak sesle) Seher…

SEHER : (Birden durur. Bu kez sallanmaksınız.) Gelen kim, giden kim? Gelen kim, giden kim?

HALİL : (Merdiven tahtasını siper alır. Usulca kardeşinin omuzunu tutar. Kız küçük bir çığlık atar.) Benim, Seher… Korkma… Korkmadın ya?

SEHER : Git burdan!

HALİL : Annem nerde? Dedem?

SEHER : Mapusta mıydın?

HALİL : Öyle mi duydunuz?

SEHER : Mapusta değil miydin?

HALİL : Annem duydu mu?

SEHER :Yok…

HALİL : Tutuklu değildim zaten… Sorgu için… Birçoğumuz yani… (Bir an) Kaygılanmadınız ya çok?

SEHER : Annem duymadı, dedim ya!

HALİL : Öfkelisin bana. Hep öfkeli… Orda

biz… Anlayamazsın ki… Anlatabilsem bir… Gözleri görenler bile anlamıyor… Önlerinde oluyor her şey… Her şey ortada… Bakıyorlar… Görmüyorlar… Görmek istemiyorlar…

SEHER : Niye geldin? Kaçtın mı?

HALİL : Kaçmak değil!..

SEHER : Kaçtın…

HALİL : Yığınla arkadaşı götürdüler…

Yığınla… Sırf konuşmayalım diye… Her şeyi üstümüze yıkarak… Yalnız kendi borularını öttürmek için…

SEHER : Saklı geldin…

HALİL : (Samanlıktan yana bakar.) Doğru,

saklı geldim. Ama suçlu olduğum için değil!

SEHER : Kaçak!.. Kaçak!.. Kaçaksın işte!

HALİL : Bağırma! Seher… Kardeşim… Bak, dinle…

SEHER : Ne dinleyeceğim? Dinledim bin kez! Kurtardın mı ananı? Kurtardın mı vatanı, dedem gibi? Kurtardın mı beni?. Kurtardın da, başımız göğe erdi!

HALİL : (Katı) Annemi çağır… Seslen hadi!

Dedem bilmesin…

SEHER : (Haykırır.) Dede!.. Dede!.. Bunak Domdom! Gel de bak!..

HALİL : (Arkadan onun ağzını kapamaya

çalışır.) Sus! Seni incitmek istemiyorum. Sus!

SEHER : (Çırpınır.) De-dee!..

HALİL : (Onu bırakır.) İyi canım, bağır. Dedem bana ne yapabilir? Ne gelir onun elinden artık?..

SEHER : (Alçak sesle) Neden kaçıyorsun ondan öyleyse?

HALİL : Vaktim yok onun Yemen’ini dinlemeye!.. Yeniden… Yeni baştan… Vaktim dar Seher!.. Çok dar vaktim, anlıyor musun?

MUNİSE : (Kapıda görünür.) Yine ne

bağırıyorsun kız? (İki basamak iner.)

HALİL : (Usulca) Anne… (Yanına çıkar.)

MUNİSE : Anaaa, HALİL!.. Aslan oğlum… Sen

miydin? (Şaşkın) Dedenin çorbasını verdim de ben… İçimde de hep bir çırpıntı vardı bugün… Çapaya inecektim şimdi… Çapa zamanı tabii ya… (Oğluna sarılmak ister, sarılamaz. HALİL de bir an ona karşı yabancı durur.) Geldin de niye haber etmiyorsun bana? İnsan evine böyle kaçak gibi mi gelirmiş?

HALİL : (Anasının elini öpmek ister, öpemez.) İyi misin anne? Nasılsın?

MUNİSE : Seni sormalı ay oğul! (Birden ölçüsüz biçimde gülmeye başlar.) Hay Allah, gelmişsin de haberim bile yok. Nah kafa bendeki… Bir de türkü tutturmuşum içerde… Ağız alışkanlığı… Bir tutturdum mu çenem kapanmaz bilirsin… Çık hele, gel.. Hay Allahım, ben de…

HALİL : Dur anne…

MUNİSE : (Güler de güler.) Amanın benim aslan oğlum be! Geldin demek? Ha bir haber salaydın… Bir mektup… Bir hazırlık yapaydım… Tüh, tüh, tüh…

HALİL : Şey… Dur bak… Bağırma öyle de…

MUNİSE : Ne bileyim, şaşırı verdim de… Aa, deli miyim ne? Deliler gibi tutturmuşum bir şarkı…

HALİL : Hele şöyle gel. Sus biraz…

MUNİSE : Susuym ya, susuym oğlum… Seviniverdim de… Dünyayı ayağa kaldıracağım nerdeyse… Kaç ay oldu baksana… Kaç ay?..

HALİL : Dinle hele… Bak, anne… Burda

olduğumu kimse bilmemeli! (Çoktan bir tahtayı siper almıştır kendine. SEHER hızlı hızlı sallanmaktadır.)

MUNİSE : Niye oğlum? Bilirlerse ne olurmuş? Oğlum değil misin? Evin burası. Geleceksin elbet…

HALİL : Öyle değil anne… Bilinmemeli… (Bir an) Başınıza iş açılmasından korkarım.

MUNİSE : Ne işi açılabilirmiş başımıza? Hem niye? Kime ne kötülüğümüz dokundu ki?.. Biz her zaman…

HALİL : Uzun etme işte anne!

MUNİSE : Bi şey mi dedim? Ne dedim? Ben…

HALİL : Geç şöyle. Buraya gelmedim. Beni görmedin. Seherde…

SEHER : İçime bun veriyorsunuz benim. İçimi sıkı sıkıveriyorsunuz…

MUNİSE : Sus kız!

HALİL : Garip kardeşim…

SEHER : Söyleme be! Söyleme işte! (Geri

kayar.) Okuyacak da bizi kurtaracak!.. (Yukarı doğru döner, tükürür.) Tüh! Tüh senin okumuşluğuna!.. (HALİL inip yeniden onun yanına gitmek ister, ama gidemez.)

MUNİSE : Boyun devrilsin, deli!

SEHER : (Merdivenin alt basamaklarında) Dokunmasın bana! Söylemesin halimi!.. Her zaman o mu biliyor sanki? (Bağırır.) Sen mi bakıyorsun bana her zaman?.. Sana kalsak!.. Kendin yetme-din, bir de o eniği getirdin anamın başına…

MUNİSE : Çenen tutulmasın… (Oğluna)

Kıskanıyor çocuğu… Huysuzluğu ondan. Her şeyi kıskanıyor…

HALİL : Haklı…

MUNİSE : Bilirim, kusuruna bakmazsın

kardeşinin… Bakma… Yine de bakma kusuruna onun…

HALİL : Bakar mıyım anne?

MUNİSE : Hadi, içeri gel de sıcak bir çorba iç.

HALİL : Yooo, hayır.

MUNİSE : Dedenin elini öp hem…

HALİL : Acelem var. Dedemle de karşılaşmak istemem. Sana üzüntü olur sonra…

MUNİSE : Üzüntü… Üzüntü dediğin nedir ki

oğul? (Yeniden gülmeye çalışır.) Oğlanı görsen… bi şirin oldu… Gel bir bak. Gel, gel… Nasıl topaç gibi… (Bir an.)

HALİL : Beni hoşgör anne.

MUNİSE : Ne varmış ki aslanım? Neyi

hoşgöreceğim? Dur, buraya getireyim onu… (Davranır.)

HALİL : Bekle, gitme! (Bir an.) Çocuğu

düşünmediğimi sanma. (Bir an) Bütün çocukları… (Bir an) Bizler hiç sevinmedik anne. Hiç sevinmedik. Ama onlar, hep sevinecekler!

MUNİSE : Sen niye sevinemezmişin HALİL’im? Niye, gözünü seveyim? Büyük kentte okuyorsun bak. Çocuk da sana yük değil. Ben, elimden geldiğince işte, sana da, ona da…

HALİL : Bu değil söylemek istediğim… (Bir an) Dönüp bir kendine bakmaz mısın sen? Bir bak kendine. Bir bak şu duruma. Bir düşün… Düşün anne, düşün!

MUNİSE : Düşünürüm oğlum. Gecem gündüzm, hep seni düşünürüm… Hep sizi…

HALİL : (Çaresiz) Peki. (Bir an) Dinle şimdi…

MUNİSE : Gel, şöyle otur biraz. Otur bari.

(HALİL kımıldamaz.) Tatile girdiniz değil mi?

HALİL : Hayır.

MUNİSE : Öyle ya, imtihanlar var daha…

HALİL : Fakülte kapalı.

MUNİSE : Kalacaksın öyleyse? (Bir an) Kalmayacak mısın? (Bir an) Nedir HALİL’im? Nedir bu tedirginliğin? Bu ateş almaya gelmiş gibi halin? Kurbanın olayım, hiçbir şey anladığım yok ki…

HALİL : (Kararlı) Dinle anne…

MUNİSE : Söyle yavrum. Geç şöyle. Otur da anlat…

HALİL : Hayır. Dinle. Kesme sözümü. (Bir an) Dün gece samanlığa bir arkadaşımı sakladım. Bir de…

MUNİSE : Amanın! Yoksa bi iş mi var başında senin?Anlamak istemedim, istemedim ama oğlum, sezip dururum… Radyolardan sayıp döküyorlar… Hiç aklıma getirmek istemedim. Hep, bizle ilişiği yokmuştur, dedim… Anlat sen bana… Neye bulaştın aslanım?

HALİL : Ne bulaşması canım?

MUNİSE : Öyleyse? Tabi, tabi, bulaşmazsın sen, bilmez miyim?

HALİL : Bak anne, dün gece buraya getirdiğim arkadaşımı sen…

MUNİSE : (Konudan kaçar.) Gel,bir çorba iç hele…

HALİL : İstemez! Hemen gitmem gerek. Ben yeniden gelip arkadaşımla ötekini alana dek…

MUNİSE : Badem çiçek açtı. Dönüp bir bakmadın bile. Onca sevdiğin, rengine, kokusuna, diriliğine türküler çağırdığın badem çiçekleri… Başını çevirmedin… Oğlunu bir görmek istemedin… (Sessiz ağlar.)

HALİL : (Katı) Arkadaşımı gizlemen gerek… Yanındakini de… Bir iki gün. Belki sadece bir gün. İyi sakla onu. Karnını doyur… elinden geldiğince. Kimseye duyurma. (SEHER’e bakar.) O sezmesin.

MUNİSE : Niye gizliyorsun? Kimden? Hem ben nasıl?.. Söylesene, şu avuç içi kadar yerde?.. Candarmalar durmadan gelip geçiyor. Kuş uçsa milletin haberi olur. Ben nasıl?..

HALİL : (Gevşer.) Ağlama anam… Güzel anam, dertli anam… Kötü bir şey yapmadım. Erol da, o arkadaşım da kötü bir şey yapmadı. Nerde ne yansa, nerde ne yıkılsa gençlikten biliyorlar. Bahane! (Ağzının içinde) Bizim istediğimiz… Bana güven. Biliyorum, şimdi inanmak güç senin için… Ama bir gün inanacaksın. Yakmak değil bizim işimiz anne. Yapmak! Sesimizi duyurmak istedik. Desem ki sana, senin için duyurmak istiyoruz sesimizi…

MUNİSE : Siz sağ olun. Ben ne isterim başka

oğul! İşte bir bağ, bir bahçe. Okumak istedin, okuyasın diye çırpınırım. Bir oğlumsun, soyumuzun temel direği…

HALİL : Boş ver sen soyu sopu! Eni, sonu Domdom Ali’ninkiler… Savaşlarda oraya buraya sürülmüş bir garip, sahipsiz…

MUNİSE : (Gururu incinmiştir.) Ben

büyüklenmiyorum. Ama sen de o denli küçüklenme HALİL… Ne olsa deden Yemen’de çarpışmış. Baban Yunanla vuruşurken çavuş çıktı…

HALİL : Oğlun da kaymakam çıkacak tez elden ve dünya dümdüz olacak.

MUNİSE : (Küskün) Benim dünyam…

HALİL : Her sabah herkes için ayrı bir dünya kurulmaz anne. Her sabah yeniden uyandığında bir de bakmışsın bin kişinin üstünde bir kişi. Yok işte yok, bunda yokum! Bir kişi için bin kişiye omuz verdirmeyeceğiz. Üstlerine üstlerine bastırmayacağız! Ve basmayacağız!

MUNİSE : Basmayacaksınız demek? Hiç de basmadınız?

HALİL : (Şaşkın) Bastık mı? (Bir an) Neyin üstüne çıktık? Neyi ezdik söylesene?.. Neyi ezdim ben?..

MUNİSE : Hiç…Hiç…

HALİL : Çocuksa… Oğlumsa?..

MUNİSE : Yok… Yok… Sakın… Çocuk hiç yük

değil… Benim avuntum o… Neşem… Biricik avuntum…

HALİL : Avuntun… Neşen… (Silkinir.) En kısa zamanda döneceğim… Onları almak için. Şimdi gidip söyleyeceğim. Onları… koruyacağını… Koruyacaksın çünkü… İçeri bir lambayla bir kibrit götür. Biraz da … su… su ve ekmek… Ama yalnız ol anne. Kimse duymasın. Buralıya güvenmediğimden değil. Hayır. Bilirlerse… belli olmaz ki, bakarsın dara girerler. Anladın, değil mi? Kimse bilmeyecek. (Annesinin ilgisiz durduğunu fark eder. Birden, kupkuru duygusuz bir tonla) Kimseye duyurursan…

MUNİSE : (Baş kaldırır.) O ne bakış? Düşmana bakar gibi öyle?

HALİL : Koru onları. Kendini de.

MUNİSE : Ölsem gam yer miyim sanıyorsun? (İçerden çocuğun ağlaması duyulur.) Ama şu günahsıza acırım. Büsbütün sahipsiz kalmasından korkarım. (Canlanır.) Getireyim de bir gör.

HALİL :(Kesin) İstemez!

MUNİSE : (Döner.) Ne dedin? Bir şey dedin, duymadım…

HALİL : (Alçak) Görürsem onu, yumuşamaktan korkarım.

MUNİSE : Anlamadım…

(HALİL başını çevirir.)

SEHER : (Merdivenin alt basamağındadır.)

Ağlıyor piç kurusu! Yine ağlıyor! (Basamağa oturur.) Anaa! Soksana porsumuş memeni şunun ağzına! Sok da kısılsın sesi!

MUNİSE : Naha tez günlerde seninki kısılsın emi? (HALİL’e) Hiç şimdiki gibi daralmadım… Baban öldüğünde bile… Gelinim öldüğünde bile… (Bir an. Kırgın) Öyle olsun…

(HALİL, anasına sarılmak için bir adım atar. Fakat MUNİSE acele içeri girer.

HALİL yeniden, ancak sezinlenebilen bir atılım yapar. Sonra döner, SEHER’e bakar. Bir an yalnız çocuğun ağlaması işitilir. HALİL, dinler. Sonra koşarak merdivenleri iner. SEHER’in yanından geçerken)

SEHER : Abi?.. (HALİL karşılık vermez.) Sen misin abi? (HALİL sadece başını sallar.) Gidiyor musun yoksa? (HALİL ona elini uzatır. Başını okşamak ister, ama değmez. SEHER, acı güler.) Bizi kurtarmaya mı gidiyorsun yine? (HALİL, sıyrılıp gitmek ister. SEHER oturduğu merdiven tahtası altından DOM-DOM’un tüfeğini çeker çıkarır.) Al bari… Bununla kurtar… (HALİL çok şaşırır. Tüfeği acele kapar, samanlığa koşar.) Dünya daha güzel olacakmış… Kaç para? (Ellerini gözlerine sürer. Bir an durur, dinler. Seslenir gibi) Beni de götürmelisin ki… (Bir an. Basamakta sessiz, yine bir ileri, bir geri sallanır. Mırıldanarak bildiğimiz türküsünü söyler.) (Samanlıkta:)

HALİL : Tamam Erol. Kolay olmadı. Ama biliyor şimdi. (Tüfeği ona uzatır.) Bunu al. Kızı da çözebilirsin artık. Şimdi rahat durur sanıyorum. (KIZ’ı kendisi çözerken) Çok darda kalırsan kullanırsın. Çok darda kalmazsan, sakın… sakın kullanma emi?

EROL : (Elinde tüfekle) Sen ne yapacaksın?

HALİL : Şimdiye kadar ne yaptımsa onu.

(Güler. Usulca kulağına) Bu tüfeğe de fazla güvenme ha! Dedemindir. Bazen çok iyi ateş alır, ama bazen de domdom eder kalır.

EROL : (O da usulca güler. Fısıltıyla) Ben de zaten kullanmasını iyi bilmem.

HALİL : (Yüksek) Anlaşıldı mı? (KIZ’a tüfeği gösterir.) Anlaşıldı değil mi? (Onlar aralarında konuşurlarken, SEHER türküsünü birden keser. Hemen

hemen apıldayarak merdivenleri çıkar. O sırada MUNİSE de elinde bir tepsiyle evden çıkar. SEHER’in yanından sıyrılır. Çevresine bakınır. Acele samanlığa yönelirken)

SEHER : (Kapı eşiğinde durur. Çocuğun ağlayışını dinler. Sonra, içtenlikle) Anne… Çocuğun beşiğini sallayıvereyim mi? Bırakır mısın? Sallayayım mı?

MUNİSE : (İçerden) Uyuyor. Varıp uyandırma (SEHER eşiğe oturur. Alçak sesle türküsünü söylerken) (Samanlıkta:)

EROL : Ürktü mü annen?

HALİL : Eh, biraz. Bunu niçin yaptığını bilse, neyse. Niçin yaptığını bilmeden…

KIZ : Siz biliyor musunuz?

HALİL : (Dik dik KIZ’a bakar.) Evet. Biz biliyoruz.

KIZ : (EROL’a) Sen biliyor musun? Neyi niçin yaptığını biliyor musun? Neyi niçin yaptığını bilsen de, nasıl yapmak gerektiğini iyi biliyor musun?

HALİL : Hani her şeyin dışındaydınız?

KIZ : Ben, yolunu iyi bilmediğim için dışındayım… Daha doğrusu… yapılacak şey benim dışımda…

EROL : (Keser.) Kesin!.. Durun… Ayak sesleri… (HALİL’e) Duydun mu?

HALİL : Annemdir… Yemek… yani su… su ve ekmek getirecekti.

(Yine de EROL’a verdiği tüfeği geri alır. Doğrultur. Samanlığın kapısına gider. Kolu kaldırır, bekler. Kapı usulca açılır. MUNİSE, elinde tepsiyle içeri girer. Oğlunun doğrultulmuş silahıyla karşılaşır. Ne ürker, ne şaşırır. Küs gibi, HALİL’e bakmadan yürür. Tepsiyi samanların yanına koyar. KIZ’ı görür. KIZ, onun hiçbir şey demeyen bakışlarından tedirgin olur. Çekingen, doğrulur. Başıyla usulca selam verir.)

MUNİSE : (Artık nerdeyse eski MUNİSE değildir. Katılaşmıştır. İçine kapanmıştır.) Çalınmış tüfek…(Doğrulur. KIZ’a) Kimsin sen?

HALİL : (Silahı indirir. Annesine yaklaşır.) Anlatmak istemiştim sana anne… MUNİSE : (Dinlemez. Başını çevirir. Hiçbirine

bakmadan) Yemek orda. EROL : Sağ olun. Burda çok kalmayacağız.

Size fazla yük olmayız. MUNİSE : (Yine hiçbirine bakmadan kapıya

yürür.) Akşam uğrarım. Tepsiyi alırım. KIZ : (Kalkar. Onun ardından bir adım atar.) Özür dilerim… Ben olmayacaktım burda… Ama benim suçum değil, eğer…

HALİL : (KIZ’ı geri iter. Samanların üstüne oturtur. Annesinin önünü keser.) Dur anam, gitme… Gitme hele… Bana kırgınsın, biliyorum. Seni zorladım. Ne katilim, ne eşkiya. İnan. Bu adları takıyorlar. İnan yalan! (EROL’u gösterir.) Bizlerden, bizim gibilerden yana suçlu arama anne. Suç işlemedik. Bizi suçlu göstermeye çalışanlar, kendi suçlarını örtmek için yapıyorlar bunu. Bizim söz hakkımız olmasın diyorlar. Koyunlar gibi, körükörüne her şeye, “evet” diyelim istiyorlar. Bir kez “hayır” demeye gör, üstümüze polislerini, tanklarını sürüyorlar. Suça itmek istiyorlar bizi. Bunu başarırlarsa yine de suç işlemiş olmayız. Anlıyor musun anne? İşin başını, en başını unutmamak gerek. En başını unutturacaklar size… Bunu unutmamak gerek anne. Asla, bunu unutmamak gerek. Bizim bütün istediğimiz herkes için, bütün yeni doğmuş ve doğacak çocuklar için daha hakçasına, daha güzel bir dünya!.. MUNİSE : (İlk kez başını çevirir, öfkeyle bakar oğluna) Okuyaydın… Alaydın bir an önce diploma kâadını… Bir bey

olaydın… Çocuğuna da bir baba… İşte benim için en güzel dünya! (HALİL’in yeniden konuşmak istediği sezilir. Fakat MUNİSE onu elinin tersiyle iter.) Camınsın ne olsa. Vermem seni ele. (Bir an. Ötekilere) Kapıyı ardımdan sürgüleyin. Gelirsem iki kez vururum. (Oğluna, bakmadan) Otur, sen de ye. Bol koydum. (Çıkar.) (Üçü arasında bir sessizlik) (Dışarda: MUNİSE gider, badem ağacının altında durur. Çiçeklerine bakar. Sonra ağaca bir tekme atar. Eve yürür.)

HALİL : Almıyor aklı. Ne desem anlamıyor. (Bir an) Ama ele vermez. Vermem diyorsa, vermez. (İkisine) Tabii onu, buna zorlamazsanız… EROL : Annen gibi bir kadını ilk kez

görüyorum. HALİL : Sanki… Bugün ben de ilk kez

görüyorum onu. Güvenmiyor bana artık. Asıl güvenmesi gereken anda güvenmiyor. Asıl güvenmesi gerektiği yerde. Her şeyin biraz da kendisi için olduğunu anlamıyor. (Silkinir. Katı) Ama bir gün anlayacak! O zaman eskisinden çok güvenecek bana, bize!.. Gözündeki perde yırtılacak… Aydınlık bakacak… (KIZ hafifçe güler.) Ne gülüyorsunuz? KIZ : Kusura bakmayın ama, siz de oldukça

edebiyat yapıyorsunuz. HALİL : Edebiyat olup olmadığını zaman

gösterir size.

KIZ : Bir şeye seviniyorum hiç değilse: Artık benden çekinmiyorsunuz. Bütün gizleriniz nerdeyse ortada… HALİL : Tek gizimiz var bizim. Şu andaki

durum. Onunsa içindesiniz artık. KIZ : Ya önemli birinin kızı; bir bakan, bir fabrikatör ya da bir paşa kızıysam ben? Bakan koltuklarıyla, paraları, pulları, topları, tüfekleriyle; bütün madalyaları

ve sırmalı şeritleriyle, iyi nişancılarıyla aramaya çıkacaklardır beni…

EROL : (Onu iter. Samanlık duvarına

yapıştırır.) Nesin sen be? Kimsin? Nerden çıktın karşıma?

KIZ : Beğeneceğiniz gibi konuşmak gerekirse: Kolejlerde okutuldum. Babam, onu metresleriyle her yakalayışımda çenemi tutayım diye cebime para doldurur. Yönetenleri yönetir, fırsat buldukça da kolejli arkadaşlarımı sıkıştırır. Anam kendine “bu gece ne kadar güzelsiniz” dedirtmek için kumar masalarında büyük paralar kaybeder. Eh, bunun da ödenmesi gerekir. O da babamın yabancı iş ortaklarına pas vererek… (Alçak sesle) Aslında pek böyle değil, ama fark etmez… pas vererek öder bunu.

HALİL : Sen nasıl ödüyorsun peki sana verilenleri?

KIZ : Dedim ya; parasını yiyip çenemi tutarak. Daha doğrusu, uzun süre bu pisliklere baş kaldırmayarak…

HALİL : (Tüfeği ona doğrultur.) Ya da ajanlıklarını yaparak!

KIZ : Ateş edemezsiniz bana… Etmemelisiniz. (Bir an) Gürültü olur.

HALİL : Ok yaydan çıkmaya görsün…

KIZ : Kim çıkaracak oku yaydan? Ben mi? Kendimi sizin kadar önemseyebilsem!.. Ajanmışım… Nerdee? O bile bir şey. Bir köpek bile değilim ben. Artık hiçbir yerde değilim… Ne onların yanında, ne sizin yanınızda… Yapabileceğim tek şeyi yaptım. O evden kaçtım… Aslında kendince bir ahlaki düzeni vardır o evin. (Bir an) Kaçtım… Şimdi ne yapacağım?

HALİL : Biz ne istersek onu.

KIZ : Peşime düşerlerse… Kıstırılırsanız?.. Öldürecek misiniz beni? (Ötekiler karşılık vermezler. Bir an.) Bakın… Dün zaten ölüydüm… Şimdi, yeniden

ölürsem hiçbir şey değişmiş olmaz. Oysa bir şey değişmiş olmalı… Hiç değilse bir kişi… Öyle değil mi?

HALİL : (EROL’a) Ağzı iyi laf yapıyor. Ya gerçekten bir ajan, ya tuzu kuru bir küçükhanım. İkisi de bir ya zaten… (Bir an) Neyse… Oturun, yiyin… Dedikleri doğru, ya da değil. Artık fark etmez. Yanlış yaptınsa da, yapmadınsa da…

EROL : (KIZ’a bakar.) Yanlış değil…

HALİL : Tanımış mıydı diyorsun seni?

EROL : (KIZ’a ilgiyle bakar.) Hayır.

Tanımamıştı… (KIZ, ona gülümser. EROL hemen başını çevirir.) Onu tutarım… Bir terslik yapmasına izin vermem. İçin rahat olsun. (Bir an) Anneni, aileni, bura halkını da korurum… Korurum…

KIZ : Onlar sizi koruyabilirler mi bakalım?

HALİL : Buna inanmıyorsan neden çıktın o boka bulanmış rahat evinden?!..(Islık gibi) Orda, o bok çukurunda kalsaydın ya! Ahlâki düzeniymiş! (Toparlanır, EROL’a) En kısa sürede gelmeye çalışacağım. Hem, bakarsın yarın değişiverir her şey. Bakarsın artık şurasına gelmiş olan millet yükseltir sesini. Kendi sesini…

EROL : (Başını çevirir.) Bu sessizlik… Bu erken saat sessizliği… Belki de gerçekten…

HALİL : (Umudu taze tutma çabasında) Tabii ya!.. Elbette… (Bir an.) Beni bekle. İçini rahat tut. Tamam mı? (Tüfeği yeniden verir ona) Al. (KIZ’a) Dedim ya, isteseniz de, istemeseniz de bizimlesiniz artık. Ve bizim gibi hareket etmek zorundasınız.

KIZ : (Tepsideki sahanın kapağını

kaldırmıştır.) Bakın yumurta kırmış anneniz. Soğuyor. Yemenizi istedi. Yemelisiniz.

HALİL : (Yutkunur. Sonra toparlanır.) Vaktim

yok. (EROL’a) Geç sen de. Otur.

Karnını doyur. Yarın ne olacağımız belli

değil. (Kapıya yürür.) EROL : (Tepsiden bir parça ekmek ve peynir

alırken) Dur… (Peşinden gider.) Bunu

yanına al hiç değil… HALİL : (Gülümser. Ekmeği alır. Cebine koyar.

EROL’un omuzunu tutar, sevgiyle) İyi

misin? EROL : Bu soruyu ben sormak isterdim sana.

(Onu kucaklar.) HALİL : Yarın her şey iyi olacak, göreceksin.

Bizim de sevinecek günlerimiz olacak.

Başkaları sevinince… Bizim de…

(Hemen çıkar. EROL ardından kapıyı

sürgüler. Sırtını kapıya dayar.) KIZ : (Alaylı) “Arkadaşlarının ölümüne

ağladılar, ağladılar, yoruldular. Sonra karınları acıktı. Yemeklerini yediler. Uykuları geldi, yattılar…” Home-ros’tan…

EROL : (KIZ’a biraz öfkeyle, küçümsemeyle bakar. KIZ, ağzında lokması, kalakalır. Gülümsemeye çalışır, beceremez. Usul usul ağzındaki lokmayı çiğnerken) Doydum sanıyorum… (Samanların üstünde, büzülür.) Üşüyorum… (EROL’un bakışı karşısında daha da ürkekleşerek duvara doğru usulca çekilir.) Günler serin daha… (Evde:)

MUNİSE : (Eşikte, SEHER’in yanına oturur. Usul usul saçlarını okşar onun. Gözü samanlıkta) İçim titriyor Seher… Donuyor içim… (Başını kaldırır, uzaklara bakar.) Sabahleyin… Ne güzel… Yaz geldi sanmıştım… (Işıklar yavaş yavaş kararırken)

1. BÖLÜMÜN SONU

2. BÖLÜM

(Aynı gün. Akşamüstü. Geç vakit) (Samanlıkta: Bir ibrik. Bir gemici feneri. EROL, yine kitabını okumaktadır. Tüfeği yanıbaşına koymuştur. KIZ, üstünü düzelterek saman yığınının ardından çıkar.)

(Evde: SEHER, yanında radyo, merdiven basamaklarından birinde oturmaktadır. Radyodan bir marş duyulur. MUNİSE, elinde bir kürekle ahırdan çıkar. Küreği duvara dayar, vb…) (Samanlıkta:)

KIZ : Doğada yaşamak istemiştim. Ama böylesi de hiç aklıma gelmemişti doğrusu…

EROL : (Başını kitaptan kaldırır.) Evet… Gerçi fayans döşeli bir tuvalet değil ama…

KIZ : (Ellerine bakar.) Su kaldı mı acaba?

EROL : (Başıyla yerde duran ibriği işaret

eder.) Bakıver zahmet olmazsa… (KIZ omuz silker. İbriği alır. Ama kendi kendine eline dökmeyi beceremez. EROL, bir süre onu seyreder, sonra kalkar, ibriği alır, KIZ’ın eline dökerken, alaycı) Nerde şimdi o rahat evin, ha? (Dışarda: SEHER, radyodaki marşın temposuyla ileri geri sallanır.)

KIZ : (Dinler.) Nedir bu? Durmadan marş, durmadan marş…

EROL : (Yine alaycı) Ne o? Milli duygularımızın harekete getirilmesinden de mi hoşlanmıyorsun yoksa? (KIZ elini yıkarken dışarda da MUNİSE, SEHER’in yanına gelir.)

MUNİSE : Off, belim koptu! İneğin de huysuzluğu üstünde… Kapatıym şunu oh yavrum… Bum bum da bum bum…

SEHER : Kapama be! (Radyoyu acele alır.)

MUNİSE : İçim hiç kaldırmıyor akşam akşam…

Sanki seferberlik… (Radyoyu hızla çekip alır onun elinden) Yeter canım. (Radyoyu kapar.)

SEHER : Oğlun tenezzül edip kalmadı, acısını benden çıkarıyorsun değil mi?

MUNİSE : Zırvalama… Hadi, çıkalım eve… Deden yemek ister şimdi…

SEHER : Zıkkımın pekini yesin! Gelmeyeceğim. .. Oturacağım daha…

MUNİSEİ : (Cebinden iki yumurta çıkarır.)

Kümeste de ikicik yumurta… Kime yetecek bu? (Merdivenleri çıkar. İçeri girerken) Akşam karanlığı… Ordan kımıldama bari… Duydun mu kız?

SEHER : Duyduk…

(MUNİSE içeri girer. II. JANDARMA, yoldan doğru ıslık çalarak gelir.)

II. JANDARMA : Hayırlı akşamlar…

SEHER : (Sesi tanımaya çalışır.) Hayırlı akşamlar…

II. JANDARMA : İyi misin Seher Hanım?

SEHER : Sen kimsin be?

II. JANDARMA : Oooo, yavaş gel bakalım! Jandarmaya hakaret olmaz… Hele şimdiden kelli… Çık… Hiç olmaz…

SEHER : Ha, bildim! Şu eli sopalı candarmasın sen. Çalımından yanına varılmazmış…

II. JANDARMA : (Kasılır.) Amma iş! Kim diyor bunu?

SEHER : Demeye ne hacet? Sesinden belli…

II. JANDARMA : Ya Cemal gibi sünepe mi olacaktık?.. Vur dersin, eli titrer. Tut, dersin, iki adım geri gider. Pöhh…

SEHER : Cemal iyidir. İnsan gibi insan…

II. JANDARMA : Böyle giderse rütbe mütbe alamaz o.

SEHER : Alamazsa alamasın. İnsan gibi insan işte… Daha diyeceğin var mı?

II. JANDARMA : (Bozulmuştur. Zorla güler.) İyi… İyi… Her koyun kendi bacağından…

SEHER : Sen ne dolanıyorsun buralarda? Onu söyle…

II. JANDARMA : Geçiyordum… Zatınızı gördüm. İnsan gibi bir hatırını soralım dedik, kötü mü ettik? Hem de… Anana söylesen de bir

tavuk verse bize, ha?

SEHER : Hadi, hadiiii… tavukmuş. İyi alıştın. Anam verse, ben verdirmem…

II. JANDARMA : Kaç gündür et girmedi kursağıma… Biz ne yiyeceğim?

SEHER : Git başka yerden iste. Yok bizde, anladın mı? Geçenlerde cipin biri duvarımızı yıktı. Anam çağırdı da gelmediniz. .. Tavuk istemek olunca, yumurta istemek olunca… iyiydi!..

II. JANDARMA : Bir sizin duvarınız mı? Kim bilir o gün neyin peşindeydim ben… Boş gezenin boş kalfası değiliz ya? Hele şu sıralar… Ha koş oraya, ha koş buraya… Her şey de bizden sorulur…

SEHER : Zart-zurt etmesini biliyorsun… Sorulacak elbet…

II. JANDARMA : Demek şimdi tavuk yok mu?

SEHER : Yok.

II. JANDARMA : Gıt-gıtlarını duyuyorum ama?

SEHER : Duysan da yok, duymasan da…

II. JANDARMA : Bak o zaman ben de sahiden sorarım ama…

SEHER : Bokumu ye!..

II. JANDARMA : (Zorla güler.) Olur…

SEHER : Seni sevmedim ben!

II. JANDARMA : (İyice bozulmuştur. Alaycı olmaya zorlar kendini) Eh, ne yapalım? Çavuşum seviyor ya, sen ona bak. Kumandanım hakeza…

SEHER : Çekil git başımdan hadi…

II. JANDARMA : Çok terssin ya, kusuruna bakılmaz senin.

SEHER : Kafanı yararsam şimdi!..

II. JANDARMA : Mapusa girersin. Ondan sonra da, garip ananın başına al bir dert daha…

SEHER : Ne dert olacakmış? Hazır kurtulur benden.

II. JANDARMA : Yoo, Seher Hanım, ana anadır ne olsa. Abine hasret, bir de sana mı hasret olsun? (Bir an) Bak, arayıp sormadı abin ne zamandır… Öyle değil mi?

SEHER : Sana ne be? Herkesin kör kâhyası mısın?

II. JANDARMA : Çıkıp geldi mi yoksa bu günler?

SEHER : Gelse… bilmez misin sanki?

II. JANDARMA : Eh, bazı da bilinmez… Belli olmaz

ki…

SEHER : Bilsen ne olur, bilmesen ne olur? Var mı seninle bir girip çıktısı? Evi değil mi, ister gelir, ister… (Bir an) Hem ne diye öyle kıyın kıyın yanaşıyorsun söze? Varsa bir diyeceğin, onu açık söyle… II. JANDARMA : Hıh… Ne diyeceğim olsun? Tavuk mavuk, şurdan burdan konuşuyoruz işte… Abin güzel güzel okuyor herhal? İkide bir, ikide bir kazan kaldıran o mektepli eşkiyalardan deği! herhal? Yani, ben diyorum ki… SEHER : Eee? De bakalım… De, kesme lafı

ha…

II. JANDARMA : Şayetleyin buralardaysa… SEHER : Allah belanı vermesin e mi! Buralarda olsa, ilk sen bilirsin demedik mi be? (Bir an) Bir şey dönüyor HALİL’in başında, ama ne?

II. JANDARMA : Yok canım? Ne dönüyormuş? SEHER : Öyle sezinliyorum işte… (Kurnaz) Ma-

pusta diyorlarmış… Doğru mu? II. JANDARMA : Haberim yok. SEHER : Bakkal Hüsnü’nün haberi var da, senin

niye yok?

II. JANDARMA : Yok valla… Ne olmuş? Ne yapmış ki? SEHER : Vay sinsi çıyan vaaay! Bir şeyler bilmesen buralarda dolanır mısın sen? Yumurta için bile hep başkasını gönderirsin, bilmez miyim? (Alçak sesle) Bana bak candarma… Abim kaçmış mı yoksa, ha? Birçokları aranıyormuş… Yoksa seni de onun peşine mi taktılar? II. JANDARMA : (Bozulmuştur.) İnsanın gözü görmedi

mi kuruntusu da bol olurmuş… SEHER : Galiba sen bir kör kaya yemedin başına hiç! (Bağırır.) Çekil git hadi! (Samanlıkta) EROL : (Kulağını kapıya dayar, sesleri anla-

maya çalışır.) Allah kahretsin! Hiçbir şey anlaşılmıyor… Hiçbir şey de seçilmiyor artık…

KIZ : Acaba, gece döner mi senin şef?

EROL : Şef mi?

KIZ : Şef değil mi? Ne buyruklar

yağdırıyordu sana… Sık kızıyordu…

EROL : Onu sık kızdırıyordum da ondan… Sus şimdi!..

(Kulağını yeniden kapıya dayar.) (Dışarda:)

II. JANDARMA : Kızma Seher Hanım… Kızma… Yüzüne vurmak değil kasdım.

SEHER : Çekil git! Annemin aklına bin türlü şey gelir şimdi.

II. JANDARMA : Anneni pek seviyorsun bakıyorum.

(SEHER, karşılık vermez. Elleriyle yeri yoklar. Sanki bir şey aramaktadır.) Belki dedikodudur canım… (SEHER karşılık vermez. Hep yeri yoklar.) Abin için söylenenler asılsızdır belki… Değil mi ama? Bakarsın bu akşam, yarın sabah çıkar gelir… Gelmez mi, Seher Hanım?

SEHER : Hanımından başlatma şimdi! Git ananla alay et sen! Çek git be! Elimden bi kaza çıkartma benim!..

II. JANDARMA : (Güler.) Seninle de hiç

konuşulmuyormuş canım… (Cebinden küçük bir kolonya şişesi çıkarır. Eline döker, sürünür.) Kolonya ister misin? (SEHER durur.) İster misin kolonya?

SEHER : Ne kolonyasıymış o?

II. JANDARMA : Pek güzel kokuyor. Kaçakçılar getirmiş de… Bana da verdiler… İster misin? (SEHER susar.) Al, bak… Senin olsun. (SEHER kımıldamaz. Ama isteklidir almaya) Al canım. Ben nasıl olsa yine bulurum… Daha neler var bende, neler… İpekli şarplar… küpeler… (SEHER kımıldamaz. JANDARMA basamağa, onun yanına koyar küçük şişeyi) Buraya koydum işte, al. Sürünürsün…

(Uzaklaşırken) Yakında yine görüşürüz belki… Bentlerden geçerken uğrarım…

SEHER : (Usulca doğrulur.) Bana aşık mı oldun yoksa?

II. JANDARMA : Eee, güzel bir kızsın Seher Hanım. Seninki gibi bir güzellik burda kimselerde yok.

SEHER : Yalanca…

II. JANDARMA : Gözüm çıksın yok. Ama inanmazsan ne diyeyim? Hadi, görüşürüz yine…

SEHER : Sen kötüsün… Çok kötüsün… (II.

JANDARMA kıs kıs gülerek uzaklaşır.) Domuz herif! (Bir an durur. Sonra merdiven basamağını yoklar. Şişeyi alır, koklar. Bir süre oynar şişeyle ve acele koynuna sokar.) Bir bilsem güzel miyim, çirkin mi?.. Bir bilsem!.. (Yine bir ileri bir geri sallanmaya başlar. MUNİSE, elinde bir sahanla kapıda görünür.)

MUNİSE : Biri mi geldi, Seher?

SEHER :Yoo…

MUNİSE : Biriyle konuşuyordun ya?

SEHER : Kimseyle konuşmuyordum…

MUNİSE : Elim ocaktaydı… Çıkıp bakamadım…

SEHER : (Bağırır.) Kimse gelmedi dedik ya! (MUNİSE bakınır.) Yoldan Cemal geçiyordu. Onunla konuştum…

MUNİSE Bükten mi dönüyormuş?

SEHER Bükten dönüyormuş.

MUNİSE Bi şey mi dedi?

SEHER Ne desin?

MUNİSE Ne bileyim… Bir tuhaflığı vardı da oğlanın bugün… (SEHER, eliyle göğsünü yoklar.) Dedenin tüfeği…

SEHER : Eeee?

MUNİSE : Hiç. (Samanlıktan yana bakar.) Kayıptı ya?..

SEHER : (Kıpırtısız) Bana ne?

MUNİSE : Değmedi mi eline bir yerlerde?

(SEHER omuz silker. MUNİSE yine samanlığa bakar.) Karnın aç mı?

SEHER : Değil.

MUNİSE : Gel içeri. Çorba koyayım sana da…

SEHER : Acıkmadım, dedik ya!

DOMDOM ALİ : (İçerden) Muniseee! Bu çorba yağsız kıız!

MUNİSE : (Bir kızına, bir içeri bakar. Başını sallar.) …Lahavle… (SEHER’in yanına iner.) Hadi benim inci kızım… Gel içeri artık. Karardı ortalık bak… (Onu çeker.)

SEHER : Bırak beni!..

MUNİSE : Eehh, uğraştırma… Yürü hadi! Sabahlayacak değilsin ya burda?

SEHER : Abimi bekleyeceğim…

MUNİSE : Delirme yine… Çoktan gitti… mektebine…

SEHER : Hıh… Mektebine…

DOMDOM ALİ : (İçerden) Muniiis!.. Kız Munis!..

MUNİSE : (SEHER’i çıkarırken) Geliyorum baba!..

SEHER : Yine odaya kitleyeceksin beni değil mi?

MUNİSE : Ne zaman kitledim kız?

SEHER : Öğlen üstü… Kitlemedin mi sanki? Bilmiyor muyum ben?

MUNİSE : Ben uyurken… Uyanırsın da… bir yerden düşüverirsin diye, kızım…

SEHER : Gündüz niye kitledin peki?

Güpegündüz, sen uyanıkken?.. (İçeri girerlerken)

MUNİSE : Sana öyle gelmiş… Kitlemedim…

SEHER : Sedirde… Uyuyorum sandın… Kitledin… (Kapıda durur.) Baak… Sakızı buldum ben.

MUNİSE : Nasıl buldun?

SEHER : Demincek… Toprağı elleye elleye buldum… (Bir an.) Senin döşeğin ne oldu?

MUNİSE : Ne olmuş? (Elinde olmayarak bahçeye bakar. Yatağı daha önce orda bir yere bırakmıştır.)

SEHER : Yerinde yok.

MUNİSE : (Ne diyeceğini şaşırır.) Yok mu? Ha, yok ya, yok… Ayy, aman işte, güneşe atmıştım öğle üstü… Arkaya… Bak unuttum gitti… Dedene bir bakayım da, gidip alayım bari… (Parlar.) Kız sen

her şeyi yoklamasan olmaz mı, pis! (Kafasına bir sümsük atar. Girerler.) (Akşam inmiştir. İçerde bir gaz lambasının yakıldığı görülür. Sarı ışık kapıdan ve evin penceresinden dışarı süzülür. Ay çıkmaya başlar.) (Samanlıkta:)

KIZ : Çok karanlık. (EROL samanların

üstündedir. Tüfek yanında. Karşılık vermez.) Feneri yakmayacak mıyız?

EROL : Erken daha… (Samanlık deliğine bakar.) Öyle ya… Kadıncağız söylemişti… Fener yakmadan şu delikle kapının altını tıkayın, demişti…

KIZ : (Bir kucak saman alır, kapıya yürür.) Tıkayalım öyleyse!..

EROL : (Yerinden fırlar. Tüfeği doğrultur.

KIZ’ı kapı önünden uzaklaştırır.) Bana bak! Hep kaçmayı tasarlıyorsun ama, şakaya gelmem, vururum…

KIZ : Vurur musun? Yani, gerçekten… Silah sesine koşup gelmeyeceklerini bilsen, vurur musun? (Bir an sessizlik)

EROL : (İlk kez kendi kendine sorar gibi)

Vurur muyum? (Silahını indirir. Kapıya arkasını yaslar.) Vurur muyum? (Bir an) Öldürmek değil benim işim! İşimiz öldürmek değil… Ama zorlanma-malıyız. Bizi bize karşı getirmemeli hiçbir şey… Biz bize karşı gelirsek… Anlıyor musun, işte o zaman…

KIZ : Sana inanmak isterdim… Ama inanamıyorum. Ne ben, ne de, daha önemlisi, onlar…

EROL : Senin inanman gerekli değil. Ama onlar inanıyorlar… Çoğu inanıyor… Kalanları da inanacak…

KIZ : Sen onlardan mısın ki, sana inansınlar?

EROL : Onlardan yanayım ya?.. Onlardan değilsem bile…

KIZ : Zor iş. Dedim ya, beni ilgilendirmiyor bunlar… Bir süredir hiç… Ben…

EROL : Kes… Seni dinleyecek değilim… (Bir an)

KIZ : Ne zaman gelecek bu senin arkadaşın?

EROL : Sana ne bundan?Gelirse, kurtulacağını mı sanıyorsun?

KIZ : İyi ama bu böyle süremez… Ben ne

seni tanırım, ne kavganızın içindeyim… Ne hakla beni…

EROL : Bak, elimden geldiğince iyi davranmaya çalışıyorum sana. Ama sabrımı taşırıyorsun, haberin olsun! Dönüp bir çevrene baksaydın, kavganın içinde bu-lunsaydın, en azından şimdi böyle arı gibi vızıldayıp durmazdın kulağımın dibinde… Burda olman, beklemen, hatta korkman… Evet korkman, bir anlam kazanırdı, salak!

(MUNİSE : evden çıkar. Elinde bir çıkın vardır. Sahanlıkta durur. Etrafına bakınır, dinler. Merdivenleri iner. Gündüzden döşeği bıraktığı yere doğru yürür.)

KIZ : Bir ayak sesi… Duyuyor musun?

EROL : Suss… Geç şöyle!..

KIZ : Arkadaşındır belki…

EROL : (Kapıya kulağını koyar.) Bu kadar çabuk gelebileceğini sanmam. (MUNİSE : yer döşeğini sırtlanır, samanlık kapısına gelir. Yeniden çevresine bakınır. Usulca kapıyı iki kez vurur. EROL tüfeği doğrultur. Kapının kolunu kaldırır. MUNİSE iter, girerken) Çabuk girin… (Kapıyı hemen örter.)

MUNİSE : Yatak getirdim… (Yatağı yere serer.) Ekmek de…

EROL : Sağ olun…

MUNİSE : Suyunuz var mı?

KIZ : Pek az.

MUNİSE : Bu gece idare edin. Yarın getiririm… Kuyudan çekerim… (Bir an) Yak-mamışsınız lambayı?..

EROL : Erkendi…

MUNİSE : (Gider. Bir kucak ot-sap alır. Ayağıyla tahta sandığı deliğin dibine iter. Deliği

tıkar.) Ben çıkınca kapının altını da tıkarsınız. (Kapıya yürür.) KIZ : (Peşinden bir adım atar.) Kalsanıza

biraz… EROL : (Dipçikle dürter onu) Çekil…

(MUNİSE’ye) Sizinle konuşmak isterdim…

MUNİSE : Konuşacak bir şeyim yok benim. İşte kız. Konuşmak istiyorsan onunla konuşursun… (Yatağı gösterir.) İster konuş, ister… (Döner, önceden kalan sahanı alır.)

EROL : Dinleyin ama… MUNİSE : Vaktim yok. (Kapının önünde durur.) Halil gelirse, uğramasın yanıma. Götürecekse sizi, alıp götürsün… Görünmesin bana. (Bir an) Sabah uğrarım. Hâlâ burdaysanız, suyunuzu getiririm. Süt de getiririm…

EROL : Her şeyimizi düşünüyorsunuz ama. Neden?

(MUNİSE ona bakar, çıkar.)

EROL : (Ezilmiştir. Başı önünde gider, kapının mandalını indirir. Bir an. KIZ’a) Getir samanları!.. (Kapının altını tıkarlar. KIZ acele feneri yakar.)

KIZ : (Feneri kaldırıp samanlık direğinde bir çiviye asarken) Gördün işte. Sevmiyor seni. Artık oğlunu da sevmiyor. (EROL, çıkının başına oturur. Açmaya eli varmaz. Gözünü çıkına diker, öylece durur. KIZ da gelir, yanına diz çöker.) (Ayışığı. Gece kuşları. Kurbağalar. Bir süre evi, samanlığı, bahçeyi, yolu ayışığında donmuş bir tablo gibi seyrederiz. Doğa, ev içi ve samanlık içi sessiz bir oyunu sürdürür: MUNİSE iki kez sahanlığa çıkar. Ayışığında durur, dikkatle dinler. EROL ve KIZ’ın neden sonra çıkını açtıkları, konuşmadan bir iki lokma yedikleri, ibrikten su içtikleri, samanlığın içinde gidip geldikleri, EROL’un saman yığını ardına girip

çıktığı, ordayken başını uzatıp KIZ’ı gözetlediği vb… görülür. Neden sonra evden yansıyan sarı ışık söner. KIZ, EROL’un istekli kaçamak bakışları altında yer yatağına uzanır. Sonra yeniden doğrulur, çantasından bir hap alır, ibrikten su içerek yutar. EROL, elinde tüfekle saman yığınının üstüne oturmadan önce KIZ’ı görmekten kaçarcasına gemici f enerinin fitilini iyice kısar. Çok uzaklardan bir iki el silah sesi duyulur. KIZ uyumuştur. EROL yerinden fırlar. Kapıyı dinler. Çalıların arasında bir kıpırtı olur. JANDARMALAR, karanlıkta yankılanan koşma sesleriyle yolun üstünde görünürler. Bir elfeneriy-le bahçeyi tararlar.)

I. JANDARMA : Herkes uykuda işte… Hem gelecek olsa doğru buraya mı gelir o?

II. JANDARMA : (Yeniden tarar elfeneriyle bahçeyi. Her şey kıpırtısızdır.) Bu yana geldiği görülmüş. (Bir an) Akşamleyin… (Ötelere bakar.) Yol boyu gitti demek? Tarlalara… Yürü bakalım…

I. JANDARMA : Dönelim bence…

II. JANDARMA : Koş be arkadaş, koş hadi… Bırakır

mıyım çavuşa kısmet olsun onu yakalamak? (Uzaklaşırlar.) (EROL, ne olduğunu anlamamıştır. Bir süre kendini sakin olmaya zorlayarak kapıya yapışık durur. Sık sık KIZ’ın uyanıp uyanmadığına bakar.) (MUNİSE, karanlıkta yeniden kapıyı açar, sahanlığa çıkar. Çalılar arasında bir hışırtı olur. Yeniden gergin bir sessizlik)

MUNİSE : (Usulca) Halil?.. (Bekler. Hiçbir

karşılık alamaz.) Halil?.. (Yine sessizlik. Bekler. Bakınır. Kimsenin olmadığına iyice inanınca yeniden içeri girer. Fakat bu kez kapıyı ardına dek açık bırakır. İçerden bir çocuk ağlaması duyulur. MUNİSE’nin az sonra bir ninni

söylediği işitilir.)

Tosunumun babası gelecek Yiğidime mama getirecek Aslanım koca adam olunca Ninesinin yüzü gülecek, ee, ee, e, e…

Tosunum büyük adam olunca

Ninesinin yüzü gülünce

Yiğidim ninesini cennette

Samur kürkler içinde bulacak, ee, ee,

e…

(Çocuk susmuştur. MUNİSE’nin giderek uykulu gelmeye başlayan sesi de yavaş yavaş hiç duyulmaz olur.) (EROL, her tarafın yeniden sessizliğe gömüldüğünü anlayınca, tam kapı önünden uzaklaşmaktayken çalılar arasından HALİL fırlar. Samanlık kapısına gelir.)

HALİL : (Fısıltıyla) Erol… Aç… Çabuk…

(EROL korkunç bir hızla kapının kolunu kaldırır. HALİL’İ içeri alır. Kapıyı kapar.)

EROL : Çabuk geldin…

HALİL : Suss… (KIZ’a bakar.) Uyuyor mu?

EROL : Ölü gibi. Bir uyku hapı yuttu galiba. Uyandıra…

HALİL : (Keser.) Tamam… Tamam… Bırak uyusun. Burdasınız daha.

EROL : Ne oldu? Bulamadın mı yeni bir yer? (HALİL’in çok yorgun olduğunu görür.) Geç biraz, soluk al. Dinlen… Anlat sonra…

HALİL : Burda olmam çok tehlikeli şimdi… Kalamıyacağım.

EROL : Neden? Yeni bir yer bulamadığına göre?. (Bir an) Bulamadın ha?

HALİL : Keşke bulmasaydım. (Öfkeyle yumruğunu yumruğuna vurur.) Bir şeyde yanıldık galiba… Ama inanmak istemiyorum! Hepsinin böyle olduğuna inanmak istemiyorum, Erol!

EROL Anlat, ne var?

HALİL Peşimdeler benim.

EROL Nasıl? Kim?

HALİL Üst köy de… ilkokulu burda, birlikte

okuduğumuz bir arkadaşım vardı… Çok iyi arkadaşımdı… Çok severdi beni… Çok… “Canımı veririm sana” derdi… Ona gittim… Öyle emindim ki, gerekirse aylarca bile saklayacağından seni…

EROL : İstemedi öyle mi?

HALİL : İstemeseydi… yine de severdim onu. Anlardım… İstedi… Sonra da…

EROL : Sakın?..İhbar mı?.. (HALİL başını sallar.) Alçak! (KIZ, EROL’un sesine bir kıpırdanır. Arkasını döner, yeniden uyur.) Dilim varmıyor. Ama alçaklık bu! Bizimle olmaları gerekirken…

HALİL : Bunun tartışmasını sonra yaparız. Sen bilemezsin ama, benim bilmem gerekirdi. İnsan, çıktığı kabuğu da tanımazsa… Neyse, neyse… Eleştiriye zaman yok. Dinle şimdi. Tepe köyünden inerken, daha ormanın çıkışında izlenmeye başladım. (Acı) Bura insanını unutmuşum ama, yolları unutmamışım… Yolları hiç unutmamışım,.. Dört bir yan jandarma. Yine de… şaşırttım izimi… Buraya öyle gelebildim. Bir saniye daha kalmam hepimizin kıstırılması olur.

EROL : Arkadaşına… Söylemiş miydin burda olduğumu?..

HALİL : (Yaralanmış gibi bakar ona) Arkadaşıma… söylemedim elbet nerde olduğunu… (Bir an.) Söylenir mi eşek?..

EROL : Kafam karışınca salak salak

konuşurum bilirsin… Özür dilerim. (Sarılır ona) Özür dilerim Halil.

HALİL : Yalnız seni düşündüğüm için sanma. (Utançla) Yalnız seni düşünmedim elbet. Anamı, ailemi, oğlumu… oğlumu düşündüm ben.

EROL : Öyle ya. Tabii…

HALİL : Şimdi gideceğim. Jandarmayı bu

yöreden uzaklaştıracağım… Uzaklaştıracağım, görürsün! Kılınıza dokunamayacaklar…

EROL : (Anlamıştır.) Bırakmam seni.

HALİL : Öyle bir bırakırsın ki…

EROL : Bırakmam! Döverim seni, pestilini çıkarırım, yine de bırakmam, anlıyor musun? (HALİL onu şöyle bir iter. EROL sendeler, toparlanır. Tüfeği çevirir ona) Evet, kolların benden güçlü… Ama bende de bu var.

HALİL : Hıh.. .Dedemin domdom tüfeği! Aklın da ancak bu tüfek kadar çalışıyor işte. Beyimiz bununla tutacak beni, yine dinlemezsem üstüme ateş edecek… Ee, sonra? (Onun kolunu sevecenlikle tutar.) Anlıyorum… Burada gergin beklemekten yorgunsun,.. Uykusuzsun… Sapıtman ondan… Dinle beni şimdi: Nerdeyse aydınlanır ortalık. Yarın geceyi bekleyeceksin. Yarın gece… Ben jandarmayı peşime takıp hepsini iyice uzaklaştırmış olacağım buralardan. (Acele bir kâğıt kalem çıkarır.) Ay doğmadan kızı alır çıkarsın… Anneme haber verme. Çıkarsın. Evin arkasından gideceksin… Bak, şurda bir ark var. Onu geçersin… Sonra bir kavaklık gelecek… Sık bir kavaklık. Solundan ince bir patika geçer… Böyle işte… Gördün mü? Bunu izle. Yol kel bir tepenin yamacında bitecek. Bittiği yerde, sağa doğru kayalıklara tırmanacaksınız. Epey tırmanacaksınız. On beş – yirmi dakika kadar. Hep sağı izle. Çık, çık. O zaman şöyle bir düzlüğe varacaksın. Düzlükte eski bir ağıl var. Ağılı birine vermiştim, fakat çekmiş davarlarını öte gün. Gitmiş… Kışı geçirmek için ordaydı… Şimdi yaz başı, boşalmış orası… Ertesi günü orada geçirirsiniz. Ertesi gece ağılın tam alnından dümdüz yürü. İn, in… Tamam mı? Hep ineceksin…

Dümdüz… Hiç eğlenmeden dümdüz yürürseniz gün ağarırken bir köy yoluyla burun buruna gelirsin. Sağa sap yine. Böyle… Sağa, tamam mı? Bu yol seni bir şoseye çıkarır. Artık bu yöreyle hiçbir bağıntısı olmayan bir şoseye… Güneye uzanır yol. Duran ilk vasıtaya binersin… Alırlar. Gezginlere alışıktır ora şoförleri… Sonra? Sonra… Gerisini bilemiyorum şimdi… (Derin bir soluk alır.) Artık kim bilir ne zaman, nerede görüşürüz.

EROL : Çok arkadaş toplamışlar mı? HALİL : Çok. (Birden sözü değiştirir.) Daha doğrusu, o kadar da değil canım… Biraz. O da bazı kentlerde… Sadece kentlerde…

EROL : Seninle gelmek istiyorum Halil… HALİL : Böyle durumlarda birlikte olmamak en doğrusu. Öyle değil mi? (Gülümser. KIZ’ı gösterir.) Yanında bu, gezintiye çıkmış iki umursamaz sanırlar sizi. (Kapıya yürür.) Yarın geceye kadar burda herhalde güven altında… EROL : (Bir adım atar.) Halil… HALİL : Anlamadığın bir şey yok ya? EROL : Yok… Fakat… HALİL : Öyleyse hoşça kal. EROL : (Tüfeği uzatır.) Al bunu. Yanında bulunsun…

HALİL : (Yorgun, güler.) Ulan sen de bunu iyice işe yarar bir şey sandın be! Bir atımlık gücü varsa kendini… ve burayı… burayı koru onunla da. (Hızla çıkar, kapıyı çeker dışardan fısıltıyla) Az bir ışık sızıyor kapı altından… (EROL hemen kapının altına samanları tıkar yeniden. Kapı kolunu indirir. Durur. Dışarısını dinler. Hiçbir ses duymaz. HALİL, bir kedi sessizliği ile süzülüp gitmiştir yıkık duvarın gerisinden. EROL, HALİL’in eline tutuşturduğu kâğıdı fenerin ölü ışığına yaklaştırır bakar. İyice bakar kâğıda.

Gider, ibrikten yüzüne biraz su serper. Samanların üstüne oturur. Tüfeği yanına dayar. Uykuya direnir. Giderek yenilir uykuya. Fenerdeki gaz yanar, dibine erer.) (Karanlık)

(Tan yeri ağarmaktadır. Horoz sesleri. Bir ineğin böğürmesi vb… MUNİSE, evin altındaki ahırdan elinde süt kovasıyla çıkar. Samanlığa doğru bir göz atar. Çevresine bakınır. Merdivenleri tırmanır. Eve girer.) (Samanlıkta: KIZ yer yatağında uyanır. Sıçrar. Korkuyla çevresine bakınır. EROL yoktur. Bir saniye sonra, pantolonun önünü ilikleyerek saman yığınının ardından çıkar. KIZ’a bakar. Kapıya bakar. Gelir. İbriği alır. Fakat boşalmış olduğunu görür. Tüfeği alır, omuzuna takar. KIZ’ın yanı başındaki samanlık direğine yaslanır.)

KIZ : (Gülümsemeye çalışır.) Günaydın. EROL : ……………

KIZ : (.Ayağa kalkar.) Günaydın… (EROL başını sallamakla yetinir.) Derin uyumuşum… Beni öldürsen duymayacakmışım…(Çevresine bakınır.) Saat kaç acaba? (Kol saatine bakar.) Benimki durmuş. (Bir an) Demek hâlâ burdayız? (Bir an.) Gelmedi demek?.. (Fenere bakar.) Işık söndüğüne göre şurayı biraz açabiliriz değil mi? (Kırık tahta sandığın üstüne çıkıp samanları itmek ister.)

EROL : Çekil ordan!

KIZ : Konuştun. Bir ses hiç değil…

EROL : Bırak o sandığı! Geç şöyle!.. (Kendisi gider, tüfeğin ucuyla samanları iter, düşürür.)

KIZ : Sabah oluyor… Bırak, şurdan bir bakayım…

EROL : (KIZ’ı iter.) Çekil, dedim!

KIZ : Bütün görmek istediğim, bir avuç

gökyüzü. (Sandığın üstüne oturur. Kendi kendine konuşur gibi) Güzel bir bahar sabahı… Tek başıma bir parkta dolaşmak… Ya da kırlarda… EROL : Neden kaçmadın demin? KIZ : Kaçmak mı? EROL : Öyle ya. Az önce… Uyandığında…

Ben şey ederken… Yanında değildim… Bir fırlasan kaçabilirdin… KIZ : Doğru ya. EROL : Dün hep bunu kolluyordun. Neden

kaçmadın?

KIZ : Bilmem… Hiç aklıma gelmedi… Tam tersine, uyandığımda, seni burda göremeyince bir an… korktum. Sanki… EROL : Eee, bitirsene sözünü. KIZ : Kendimden söz etmek istemiyorum. Utanıyorum nedense kendimden söz etmeye. (Bir an) Neden uyumuyorsun? Uyusana biraz. (EROL kapıya gider. Kulak verir, dinler.) Bütün gece başımda nöbet tuttuğuna yemin ederim…

(Evde: SEHER pencerede görünür. Sarkar. Sallanmaya başlar.)

SEHER : Gelen kim, giden kim? Gelen kim, giden kim?.

(Sesi sabahın sessizliğinde yankılanır.) (Samanlıkta:)

KIZ : Beni buraya getirdiğinde hiçbir şeyin farkında değildim. Çıldırmış gibiydim. (Bir an) Nasıl bir yer burası acaba? Yeşillik mi? Güzel mi? Güzel bir yer mi dersin? EROL : (Öfkeyle döner.) Susar mısın biraz!

(SEHER aynı şekilde sallanmaya devam eder.) Bir mırıltı işitiyor musun? KIZ : Hayır… Bilmem… Belki… (Dinler.) Sanki biri bir ağıt söylüyor. (İkisi de dinlerler.KIZ doğrulur.) Ne tuhaf… Dün hiçbir sesi ayırd edemiyordum dışarda. EROL : Sus… (Eğilir, kapı altını örten saman-

ları çeker usulca. Kulağını yeniden kapıya dayar.)

(MUNİSE elinde bir süt kabı, bir sahan evden çıkar. Sahanlıkta durur. Önce samanlıktan yana, sonra çevresine bakınır, dinler.)

SEHER : (Birden haykırır.) Anaaa! Ana kız! MUNİSE : (İrkilir. Alçak) Ne var? Ne

bağırıyorsun yine sabah sabah?

SEHER : Gelsene yanıma… Gel bak hele, ne anlatacağım…

MUNİSE : İşim var. Sonra. Ses etme. Uyusun dedenle çocuk daha. Uyanırlarsa hiçbir işime bakamam…

SEHER : (İçten) İçim yanıyor anne… (MUNİSE : dinlemez. Sessizce merdivenleri iner.) Abimi gördüm düşümde… {Gergin bir an. SEHER, bir büyücü gibi anlatır.) Bir alanda kocaman ateşler yanıyor. Şöyle, ev boyu… Kocaman kocaman ateşlerin üstünde kızgın yağ tavaları… Kalabalık. .. Öyle kalabalık ki, iğne atsan yere düşmez. Sanki millet birbirini eziyor. İçimde bir yangın. Bir o yana, bir bu yana koşuyorum. Ateşlerin alafı yüzüme vuruyor. Bir bağırtı, bir bağırtı… Ateş, ateş diye bağırdıklarından… hani olur ya düşünde insanın?. Hayırlar olsun, de. Hayırın karşı gelsin! İşte gördüğünü sanırsın?.. Ben de koca koca ateşleri gördüm sanıyorum… Sonra birden Halil’i gördüm…

MUNİSE : Hayırdır inşallah… SEHER : Yüzü ter içinde. Görüyorum basbayağı. Öyle, bir o yana, bir bu yana koşuyormuş… Beni arıyormuş… Yoo, yo. Seni… Seni arıyormuş… Yüzü ter içinde.. .(Birden haykırır.) Ana kıız! Söylesene, kemikli mi abimin yüzü? Gözleri öyle çukura batık batık mı? An-latsana hele oğlunu bana! (Yine alçak sesle) Sen bir yere gitmişsin… Uzak bir yere… Arıyormuşum seni de

bulamıyormuşum… Abim… (Yeniden bağırır.) Söylesene kız, ne derdi var abi-min? (MUNİSE bir şey söylemek ister. Cayar. Samanlığa doğru yürür. SEHER nerdeyse bir çığlık halinde) Haliiiil!.. (Samanlıkta: KIZ da koşar. Kapıya kulağını dayar.)

MUNİSE : (Yerden bir taş alır. Pencereye atar.) Kız sus!..

KIZ : Ne oluyor dersin?

EROL : Kıs çeneni!

(KIZ gider, yeniden samanlık deliğinin altında durur, bakar.)

MUNİSE : (Çok doğal. Her sabah yaptığı gibi) Geh bili bili bili… Geh geh geh geh… Geh bili bili…

SEHER : Tavukların batsın e mi? İçim yanıyor diyorum sana!.. (MUNİSE samanlık kapısının önüne gelir. SEHER ondan karşılık alamayınca yeniden sallanmaya başlar.) Kocaman kocaman ateşler… Kocaman kocaman ateşlerin üstünde kocaman kocaman kızgın yağ tavaları… (MUNİSE çevresine bakınır. Samanlığın kapısına usulca iki kez vurur. KIZ hemen döner. EROL bir an bekler. Sonra kolu kaldırır, kapıyı açar. SEHER birden durur. Dinler.)

EROL : (MUNİSE girince hemen kapıyı kapar. Kolu indirir.) Günaydın…

KIZ : Günaydın…

(MUNİSE ikisine de karşılık vermez. Gider, yatağın önüne süt kabıyla sahanı koyar. Feneri ve su ibriğini alır.)

EROL : Kim o bağıran? (Karşılık alamaz.) Söylesenize, kimdi?

KIZ : Tuhaf bir ses… Daha doğrusu…

EROL : Halil’in adını bağırdı. Kimdi?

MUNİSE : (Yürür.) Kızım.

EROL : (Önüne geçer.) Durun bir dakika… (Bir an) Neden sözünü etti Halil’in? Neden bağırdı adını? Bir şey mi var?

KIZ : Ağıt söyler gibiydi…

EROL : Bir şey mi oldu? Söylesenize… Halil’e bir şey olduysa…

MUNİSE : ( İlk kez sevecenlikle bakar EROL’a) Kızım… Gözleri görmez. Oğlum söylemedi mi? Yıllardır görmez. Ama çok düş görür. Her sabah yeni bir düşle uyanır. (Bir an. Yeniden dikleşir.) Rahat tutun yüreğinizi hadi. Süt var orda. Ekmek de…

EROL : Bir şey yok değil mi? Yani… Kimse bir şey bilmiyor, değil mi? (Bir an) Size soruyorum..

MUNİSE : (Patlar.) Hey gidi ana kuzuları heey! Hiç güveniniz yoksa hiçbir şeyciklere, ne diye kalkarsınız bizi kurtarmaya? Vatanı kurtarmaya?.. Böyle korkuyorsanız…

EROL : (Yüksek) Korkmak değil, hayır… (Yere bakar, alçak) Üstelik çok da güvenirdik sizlere… (Bir an.) Oğlunuzu tanımaz mısınız? Bilmez misiniz, oğlunuz korkak mı, değil mi?

MUNİSE : Bilmem. Hiç sıkıda görmedim onu ben. Hiç darda komadım. Elimden geldiğince, kıt kanaat…

EROL : Kendinizi de iki kat darda koyarak. Darda kalmadığını sandığınız Halil, okuyabilmek için üç yıldır ne yapar, bilir misiniz?

MUNİSE : (Tedirgin) Ne yaparmış?

EROL : Gece vardiyalarında işçilik.

MUNİSE : Oyy! Demedi bana hiç. Yolladığımın yetmediğini demedi…

EROL : Niye desin? Hem dese ne olacak? (Bir an)

MUNİSE : İyi öyleyse… Siz ortalıkta bağırıp

çığırınca ne olacak? Benim kesem altın mı dolacak? Boşuna ne diye kaçırırsınız elalemin huzurunu öyleyse?..

KIZ : Siz de? Son ay evde en çok bu sözü duydum… Huzur… annem yeni köpeğine bile bu adı taktı: Huzur… Huzur aşağı, Huzur yukarı… Yarın

birçok yeni apartmanın adı da bu olur: Huzur…

MUNİSE : Huzur ya… Milletin derdi başından aşkın, birde…

EROL : Millet ne zamandan beri açlığın adını huzur koydu anacığım? (Bir an) Ne zamandan beri, çirkeflerin üstünü yalanla, silah zoruyla örten örtünün adı huzur?.

MUNİSE : Anan yok mu senin? Baban? Bir

kardeşin? Bak, aslan gibi delikanlısın. Onlar ne bekler senden? Bir iş sahibi olasın… Çoluk çocuğa karışasın… Ama şimdi bilirler mi, ölü müsün, sağ mı? Kimin izini sürüyorsun? Kim senin izini sürüyor?.. Bakalım uyku girer mi gözlerine uğursuz geceler boyu? (Bir an) Radyoyu dinledim dün gece. Karanlıkta. Herkes yattığınan, kısıp sesini dinledim. Dikkatlice kulak verdim. Anlamıyor muşum, bari anlayayım dedim.

EROL : Ne öğrendiniz? Ne diyorlar?

MUNİSE : Bilir miyim işin aslı astarı ne? Haberimiz mi var? Büyüklere baş kaldırmışsınız… Onların kurduğu bir güzel düzeni bozmaya kalkmışsınız… Tedirginlik salmışsınız ortalığa… Eşkiyalık etmişsiniz. Vatan hayınlığı…

EROL : Yaa? Şimdi böyle diyorlar demek?

(Alçak) Dün o radyoda… Dün omuzlardaydık nerdeyse… Alkışlanıyorduk… (Yüksek) Demek şimdi böyle diyorlar? Demek biz öyle durup dururken… (KIZ’a) Demedik mi işin başı unutturulacak? (MUNİSE’ye) Demedi mi oğlunuz, başlangıç unutulmamalı diye?..

KIZ : (Usulca MUNİSE’ye yaklaşır.) Bu

işlerden anlamam anacığım. Ama şunu iyi biliyorum: Büyüklerin her yaptığı, her söylediği her zaman en doğru olan değil… Büyükler hep haklı değil… Dünya durmadan değişiyor. Daha hızla… Anlamalısınız…

MUNİSE : Halil’e bir şey olursa, torunuma bir şey

olursa gerisini anlamam ben! Hiç çocuk doğurdun mu? Hiç boyu boyuna erene büyüttün mü onu sen?

KIZ : (Başını eğer.) Hayır, fakat… Bir gün doğurursam… (Kaldırır başını) Öyle sanıyorum ki… artık yalnız kendi çocuğumu düşünemem ben… Ne de yalnız kendimi… (EROL’a bakar. Yürür gider, samanlık deliğinin altında durur.) Rahat bir evi tepip çıkmak bile, yine o evin, o evdeki her şeyin bana verdiği bir özgürlükmüş… (Sandığın üstüne çöker. Karnı ağrıyormuş gibi oturur.)

MUNİSE : Sakın… Hasta mı?

EROL : Bırakın onu. Şurasında ince bir sızı başlamıştır olsa olsa…

MUNİSE : Bu sabah uyandığımda… Belki, diyordum, gittiler… Oğlum gelip götürdü onları belki, diyordum… (KIZ’ı gösterir.) Yazık şuna da be… Soldu bir günde…

EROL : Kime yazık? Sizin hiç, rahat bir yatakta öğlenlere dek gerine gerine yattığınız oldu mu? Halil’i sütbeyaz bir hastanede mi doğurdunuz? İşte, Halil bile anlatamadıysa size eğer…

MUNİSE : (Keser.) Sen uğruyor musun ananın yanına? Koyuyor musun başını dizine? Derdini soruyor musun onun, ana yerine koyup, adam yerine koyup? (Yeniden öfkeli) Fikrimizi mi aldınız bizim?..

EROL : Ben benimkilerin almam! Babam köpeğin biri!

MUNİSE :Töbe de!

EROL : Demiyorum! Demiyeceğim!.. Oturduğu koltuktan olmamak için, bir üstüne kim gelirse, onun arkasını yalayan köpeğin biri işte!

MUNİSE : Senin için etmiştir belki… Hem ayıp… ayıp… Bir babaya…

EROL : Ne baba ya! Hak etmediği yeri kaybetmekten korkan bir sülük o… Bir gün ayılırsınız da koltuğunu elinden

alıverirsiniz diye… MUNİSE : Boşuna korku ay oğul! Biz nasıl

alırmışız?

EROL : Alın! Alın be alın! Nasıl alacaksanız öyle alın işte! Bizi de utançtan kurtarın!..

MUNİSE : Sus bağırma, suss… (Omzunu okşar onun.) Sizi saklamam gerekiyormuş madem, saklıyorum işte… (KIZ’a) Nesi olursun bunun? KIZ : Hiç.

MUNİSE : Hiç ha? (Bir an) Ya Halil’in? KIZ : Onu da ilk, önceki gece gördüm…

Burda…

MUNİSE : Onun da bir karısı vardı. Senin gibi. Sıskacık… Severdi oğlumu. Bir kez gördüm. Sevdiğini bildim. (Bir an) Doğumda ölmüş. (EROL’a) Seherde… Sütbeyaz bir hastanede ay oğul… EROL : Sütbeyaz bir hastanede ha? Hiçbir şeyden haberiniz yok sizin. Halil gece vardiyasındayken… Birlikte didinip başlarını soktukları o tek göz evi bastılar… Kadını dipçiklediler. Gelininizi… Doğum sancılarındaymış o gece… MUNİSE : Boyları devrilsin! (Toparlanır.) Öyle de, neden demedi oğlum işin doğrusunu bana? (Düşünür, bulur.) Öyle ya, dese, hep diken üstünde olurdum ben gayri… Dünden beri nasılsam, düne kadar da hep öyle olurdum… (Bir an. Süt kabını gösterir.) Süt getirdim size… Taze sağdım… Acık da bal vardı… (Kapıya gider.) Sonra da bir bakraç su getiririm kuyudan çekip. Yüzünüzü yursunuz. (Çıkar. İbriği ve feneri ahıra bırakıp, elinde bir kovayla evin arkasında kaybolur. EROL ardından kapıyı hemen kapamıştır. Fakat kolu indirmeyi unutur.)

(Samanlıkta: Bir an sessizlikten sonra)

KIZ : Duydun söylediklerini …(Bir an.) Kurtulmak istemiyorlar işte.

EROL : Ne diyorsun sen be? Ne diye

karıştırıyorsun kafamı durmadan?

KIZ : Babandan söz ettin… Onu

yadsıdığından… Ona benzemek istemiyorsun, tamam. (Bir an) Başkalarını kurtarmakla aynı şey mi bu? Başkaları böyle kurtarılabilir mi?

EROL : (Yüzünü buruşturur.) Gözlerinin boyası akmış. Onu düşün sen.

KIZ : (Usulca güler.) Peki… Onu yıkarım, geçer. Bir kova su gelecek nasıl olsa. Yıkarım… (Bir an.) Sonra ne yapacağım? Sonsuza dek burda kalacak değiliz elbet. Arkadaşınla ya da onsuz, elbet burdan çıkacağız bir gün. De ki kurtuldunuz? O zaman, de ki, ben de kurtuldum… Ne yapmak için olacak bu?

EROL : (Alaycı) Güneye gidiyormuşsun ya? Gidersin yine…

KIZ : Bu düşünce şimdi çok gülünç geliyor bana… Burda, böyle…

EROL : (Can sıkıntısıyla) Yeni bir seçim yaparsın o zaman. Yeni bir yer seçersin.

KIZ : Sen seçtin mi yerini?

EROL : Benim yerim belli. Belli değil mi?

KIZ : Bilmem… Seçilen yer önemli tabii… Ama o yer bütün boyutlarıyla kavranarak seçilmişse… Değilse…

EROL : Öff… Çok kitap devirmişsin belli.

Hayatın pratiği yerine, küçükhanımların bol ve rahat zamanlarında…

KIZ : (Keser.) Kapıyı sürgülemedin…

EROL : (Şaşırır. Acele gider, kapının kolunu indirir.) Dikkatlisin.

KIZ : Hayatın pratiği.

EROL : Budala da değilsin.

KIZ : İyi beslendim… (Bir an) Ne zaman gelir dersin?

EROL : Su mu?

KIZ : Arkadaşın.

EROL : (Bir an. Sonra) Gelmiyecek o. Biz gideceğiz.

KIZ : Ne zaman? (Karşılık alamaz.) Nereye? (Yine karşılık alamaz. Süt kabını alır.

EROL’a uzatır.) Al. İç.

EROL : Sen içmiyor musun? (KIZ, “Hayır” anlamında başını sallar. Düşüncelidir. EROL, süt kabını başına diker, içer.) Al sen de… Mis gibi… (KIZ kımıldamaz.) Hale bak… Nerdeyse dost olduk seninle…

KIZ : O kadar da güvenme…

EROL : (KIZ’ın bileğini büker.) Hayır. O kadar da güvenmiyorum elbet!

KIZ : Ben de, eskisi kadar çekinmiyorum senden… (Evde:)

SEHER : (Pencerede) Anaaa! Bunalıyorum kıız! Hangi cehennemin dibindesin yine? Açsana kapımı! Çiğlere dokunmak istiyorum. Sabahın ıslağına… (Samanlıkta:)

KIZ : Dinle bak… Bu ses daha çok

ürkütüyor beni şimdi. Sadece bu. (Dışarısı:)

MUNİSE : (Elinde iki kova suyla evin arkasından gelir.) Bekle anam sen. Bekle kuzum. Su çekiyorum. Şimdi gelirim. Açarım kapını sırma saçlım… (Kovanın birini yere bırakır. Ötekiyle samanlık kapısına yönelir.) (Çocuk ağlaması)

SEHER : Abim dün, sevdi oğlunu değil mi? (Bir an) Ağlıyor!.. Duymuyor musun? (Karşılık alamaz.) Anaaa! Ne diye gidip geliyorsun samanlığa sen? (MUNİSE : olduğu yerde kalır.) (Samanlıkta:)

KIZ : Duydun değil mi? (EROL başını sallar.) Ürkmüyor musun?

EROL : Sus şimdi… (Dışarda:)

SEHER : Sana diyorum kız! Ne işin var samanlıkta dünden beri?

MUNİSE : Deliye bak! Ne işim olurmuş? Darı

çuvallarını taşıdım işte… SEHER : Kaç çuval ki durmadan taşıyorsun?

İkide bir orda, ikide bir orda?.. Sezmiyorum sanki…

(MUNİSE samanlığa girmekten cayar. Kovayı bırakır, eve çıkar.) (İçerde:)

KIZ : Ne oluyor dersin? EROL : Durmadan konuşuyorsun… Durmadan… Sus da bekle. (İkisi de durur, dinlerler. MUNİSE pencerede görünür. SEHER’i içeri çeker.) KIZ : Su getirecekti hani? Geri geleceğim, demişti… (Çocuk ağlaması daha net işitilir.) Çocuk ağlıyor… (EROL dinler.) Annesi sizinle miydi? (EROL karşılık vermez.) Sizden yana değil miydi? Kocasından yana?.

EROL : Elbet ondan yanaydı. Herhalde… Fabrikada tanışmışlar Halil’le… Yeterince ilgili değildi ama… KIZ : Neden?

EROL : Aklı ermezdi pek. Dinlerdi. Hep dinlerdi. Halil’in heyecanını severdi… Kendisi hiç konuşmazdı… Hep susardı…

KIZ : Yorgundur. Kolay mı bakalım, bir fabrikada, makine gürültüleri, ustabaşları, daha ustabaşları, daha ustabaşları… Bir gün babamın fabrikasına gitmiştim… Orda… (Durur. Şaşkınlaşır.) Ne bakıyorsun öyle?..

EROL : Anlat. Anlat hele… KIZ : O güne dek, doğru, çok kitap devirmiştim ben… Sonuç olarak da kitaplardan öğrendiklerimi dosdoğru fabrikadaki işçilere anlatmaya kalktım. Yaaa, köylüyü bilmem ama, korkunç bir işçi severdim ben… Biri yüzüme güldü… Öteki, gördüm, cırk etti tükürdü ardımdan… (EROL da kendini tutamaz, güler.) Gül ya. Gülünçtü benim durumum da. Orda, terlemiş adamlar ortasında süslü püslü durmuşum, “belli bir sınıf bilincinin doğması için…” falan

deyip duruyorum…

EROL : Seni dövmediklerine şükret… KIZ : Dövülmekten beter oldum. Bakışları önünde birden çok şey… iğreti… evet, iğreti duydum kendimi. Bu türküyü ben çağıramazdım. Bu marşı ben söyleyemizdim. Bak… Nasıl anlatsam? Hani okullarda bir ağızdan marşlar söyletirlerdi bize. Başkalarının yazdığı, başkaları için o bestelenmiş marşlar… Biz o marşları kendimiz yazmış olsaydık. .. Kendimiz bestelemiş olsaydık. .. Yani marşlarda, türkülerde kendi gerçek maceralarımız olsaydı… Şimdi de nasıl hep birlikte ve hâlâ taa yürekten söylenirdi o marşlar.

EROL : Şimdi biz kendimiz yazıyoruz kendi marşlarımızı. Sen değil tabii… Ama biz…

KIZ : Yine Halil’in anasının ve dipçiklenen karısının yerine söylenen bir türkü. (Dışarda: MUNİSE evden çıkar. Acele merdivenleri iner. Su kovasını alır. Samanlığa yönelirken)

EROL : Ama Halil’le birlikte… Ve gür.

Babanın fabrikasındakilerin de hemen duyabilecekleri denli gür.

KIZ : Yeterli mi bu? Asıl onlar… fabrikadakiler… (Kapıya vurulur.)

MUNİSE : (Alçak) Benim… (EROL kolu kaldırır. Kapıyı aralar. MUNİSE girer. Hemen kapar kapıyı. Kovayı yere bırakırken) Bir başıma değilim ki… Eteğime yapışır her biri.

EROL : Suyu hemen getirmeseniz de olurdu…

MUNİSE : Getiririm demiştim bi kez…

EROL : Sık gelmeyin… Kuşkuyu çeker…

MUNİSE : (KIZ’a) Korku bir kez girmeye görsün insanın yüreğine…

EROL : (Baş kaldırır.) Kendim için değil korkum!.. (Bir an) Basılırsak sizi de götürürler.

MUNİSE : Götüremezler beni. Hayır. Neden

götürüceklermiş? Beni götürürlerse parmak kadar çocuğa onlar mı sahap çıkacak?

EROL :Hıh… Onlar…

MUNİSE : Yoksa siz mi bakacaksınız ona? Kör kızıma, kayınbabama?..

EROL : (İçten) Evet biz… İnanın biz… Yine de biz…

MUNİSE : (Tüfeğe bakar.) Bunların ucuyla mı? (Bir an) Benim kocababa bile, öfkesi başına vurdu mu tüfeğim, diye tutturur. Tüfeğim… Tüfeğim… Bu tüfek işte. Ne işi var elinde bu tüfeğin senin? Oğlumun ne işi var bu tüfekle? Ne işe yaradı bu? Ne işe yarayacak?

EROL : Kendimizi nasıl savunacağız? Nasıl korunacağız?

MUNİSE : (Eskisi kadar diklenmeden) Rahat

durun siz de. (Süt kabına yürür. Kabı ve sahanı alır.) Bir şey yememişsiniz. (Kabı çalkalar.) Sütü de içmemişsiniz. İçin. Ziyan etmeyin. (Elindekileri geri bırakır.) Hem günah… (Kapıya yürür. Durur.) Basılırsanız beni de götürürlermiş öyle mi? Şurdan şuraya götüremezler. (Bir an) Haberim yok benim, derim. Haberim yokken girmişler…

KIZ : Nasıl?

EROL : Bırak. Doğru yapar öyle derse. (MUNİSE’ye) Doğru yaparsınız. (MUNİSE ikisine bakar. Bir şey söylemek ister. Cayar. Çıkar.)

KIZ. : Ama haksızlık bu!

EROL : (Kapıyı mandallar.) Ne haksızlığı? Kıçı boyalı mumla mı çağırdı bizi? Konuğu muyuz yoksa? (Bir an) Yüzünü yıkayacaksan yıka. Kovayı başımdan aşağı dökeceğim.

KIZ : Ne dedin?

EROL : Beynimde durmadan yeni sorular beliriyor. Durmadan… Serin bir kafaya ihtiyacım var.

(Dışarda: MUNİSE merdivenlerin alt basamağına oturur. Düşüncelidir. İçerden topallayarak DOMDOM ALİ çıkar.)

DOMDOM ALİ : Ben Yemen’deyken daha ırahattım Çook daha ırahat. Yat saati yat, kalk saati kalk… {Seslenir.) Munise!

MUNİSE : (Fırlar.) Buyur baba!

DOMDOM ALİ : Kız niye çıkarmadın şu piç kurusunu dışarı? Mız mız da mız mız… Uyutmadı beni kız!

MUNİSE : (Çıkar. Onu kolundan tutar. Yeniden eve sokmak ister.) Geç kalmışım ben de… Sütü devirdim üstelik, telaşımdan…

DOMDOM ALİ : Vay! Sütü devirdin ha? Kör müsün? Nasıl devirirsin? Süt bu. Nasıl devirirsin? Çocuk ne içecek şimdi? Ben ne içeceğim? Düşündün müydü hiç?

MUNİSE : Hadi, yatın siz baba. Yatın. Daha erken. Çocuğu dışarı alırım ben.

DOMDOM ALİ : Yatmayacağım! Artık kalktım. Yatmam. Vayyy… Sütü devirdindiydi ha?.. Vaayy… Kötü gelin… (Sızıldanır.) Abdeste bile götürmedin beni. (Merdivenlere yürür.) Kendim yapamaz mıydımdı?.. Koskoca bir Yemen mücahiti, bir kötü gelinin eline mi bakacaktıydımdı?..

MUNİSE : Durun hele! Yuvarlanacaksınız baba!

DOMDOM ALİ : Girerim samanlığa… Orda…

MUNİSE : Aman, kurbanınız oluym… Niye ineceksiniz taa samanlığa?..

DOMDOM ALİ : Gideceğim!.. Ferah fahur…

MUNİSE : Hele gelin bi yol içeri… Bakın ne diyeceğim… (Onu içeri doğru sürükler.) İçerisini tertemiz yudum. Sıcak su da koydum. Elinizi yüzünüzü bir güzel yıkarım hem. Kurulursunuz arka sedirinize. Getiririm kahvenizi… Oh, rahat… Gelin hadi…

(Onu zorla içeri sokarken, samanlıkta; EROL başından aşağı boşalttığı kovayı yere bırakır. Kova büyük bir şangırtıyla

devrilir. MUNİSE irkilir. KIZ da) DOMDOM ALİ : Saya yerimi istiyorum… Bütün gece

uyku girmedi gözüme…

MUNİSE : Üzülmeyin siz. Söylerim Çopurun Süleyman’a. Dedesi razı gelmiyor, derim. Önümüz yaz zaten… DOMDOM ALİ : Söylemelisin… Hem de

söylemelisin… Önümüz yazsa, onun sonu yine kış. Yeniden heveslenmesin hiç… Ben taa Afyon’larda… Ölürüm demediydimdi… Çarpıştıydımdı bi güzel vatanım için… (Girerler.) SEHER : (Pencerede, fakat evin içine doğru)

Anaa! Hani bana ekmek kıız?!..

MUNİSE : (İçerden) Allah canımı alsın da kurtulayım bari, öf! (Bir an sessizlik) (Samanlıkta)

KIZ : Duyuldu mu dersin? EROL : Bilmiyorum!.. (Bir an) Geç şöyle…

(Silahı alır.)

KIZ : Şışşt. Dikkat et. Kovaya çarpacaksın! EROL : Bütün salaklığım üstümde bu sabah…

Hiç böyle olmamıştım… KIZ : Tedirginsin de ondan. EROL : Efendim? KIZ : Tedirginsin de ondan, dedim. EROL : Doğru. (Bir an) Neden biliyor musun tedirginliğim? (Tüfeğin ucunu yere indirir.) Bunu sevmiyorum. (Bir an.) Yanlış yere nişan almaktan korkuyorum. Bir kez ateş alacaksa, en doğru yere ateş almalı, diyorum.

KIZ : (Ürperir. Yatağın ucuna çöker.) Ölmek istemiyorum. (Bir an) Ölmeni de istemiyorum…

EROL : Öldürmek de istemiyoruz. Eee? (Usulca KIZ’ın yanına oturur.) Bazen her şeyi bütün boyutlarıyla kavradığını sanıyorsun ama… yaşanmadan bilinmiyor. (Bir an.) Az önce, Halil’in annesi buradayken düşündüm. Kadın beni ele vermeye kalkarsa, öldürebilir miyim, diye düşündüm.

KIZ : Vermez ele. Vermeyecektir.

EROL : Vermeyecektir… Gece, sen şurda uyurken… bir şey öğrendim… Düşüncemi sarsan bir şey… Sonra, dedim ki kendi kendime: “Seni ele verirse suçlu görebilir misin onu?” Darda kaldı, sıkıştırıldı diyelim…

KIZ : Oğlu var ama… Oğlu olmasa… Geleceğini biliyor… Oğlunu unutma.

EROL : Ben unutmam. Umarım kimse de unutmaz. (KIZ’ı bileğinden tutar.) Her şeyi gördün. Her şeyi. Bir gün… gerekirse eğer… Gördüğün her şeyi olduğu gibi anlat. Başka türlü değil. Olduğu gibi… (Dışarda:)

I. JANDARMA : (Koşarak gelir.) Munise Abla! Munise Abla!

(MUNİSE : kucağında çocukla dışarı çıkar.)

MUNİSE : Ne var Cemal? Ne bu halin?..

I. JANDARMA : Halil…

MUNİSE : (Merdivenlerden iner, gelir.) Ne olmuş Halil’e? (I. JANDARMA birden tıkanır, susar.) Desene Cemal!..

I. JANDARMA : Kaçak saklıyormuş… İhbar varmış… (Bir an) Kaçma demiştim ona… Kaçarsan vurulursun demiştim…

MUNİSE : Yaralı mı?

(SEHER pencerede sallanarak yepyeni bir türküye başlar.)

I. JANDARMA : Sabaha doğru yakalanmıştı… “Kaçarsa vururum” demişti kıdemli çavuş. Kaçma, dedim ona… (SEHER türküyü mırıldanır.)

MUNİSE : (Değişikliği bilinçsizce yadırgamıştır.) Sağ ya Cemal?

I. JANDARMA : (Yere bakar.) Senin başın sağ olsun Munise Abla… Halil’in ömrü oğlunun olsun.

(Yakından silah sesleri. MUNİSE olduğu yerde kalır.) (Samanlıkta: Cemal’i duymuş olan EROL, yıkkınlığından sıyrılır. KIZ’ı

sıkıca yakalar. Tüfeği kapıya doğrultur.) (Evde: DOMDOM ALİ, eski gocuğunun yakasında İstiklâl Madalyasıyla kapıda görünür.)

DOMDOM ALİ : Seferberlik mi? Seferberlik mi Munise? Ben de gideceğim… Beni de alsınlar… Getir tüfeğimi… Beni unutmasınlar. ..

MUNİSE : Demek?.. Bu mu olacaktı bize candar-malığın?.. Bu muydu getireceğin güzel haberler, ay Cemal, Yeşil’in oğlu!.. Can-darma Cemal!

I. JANDARMA : (Bir solukta) Çavuş-mavuş hep geliyorlar… Hepsi… Evi arayacaklar… (Koşarak geri giderken) Ben demiş olmayayım… (Koşar, gider.)

MUNİSE : Geliyorlar… Daha, taa nerelerden,

barut kokusuyla geliyorlar… Yine barut kokusuyla… Hep barut kokusuyla… (Boşluğa bağırır.) Çocuklara dokunmayın! Sonu belli olmaz! Dokunmayın çocuklara!

SEHER : Kocaman kocaman ateşler… Kocaman kocaman ateşlerin üstünde kocaman kocaman kızgın yağ tavaları…

MUNİSE : (Samanlık kapısına atılır.) Açın!.. Açın!..

(JANDARMALAR ve kıdemli bir JANDARMA ÇAVUŞU yolun üstünde görünürler. Silahlarını eve doğrultmuşlardır.)

II. JANDARMA : (Haykırır.) Yerinden kımıldayanı vururum!.. Çıkın dışarı! (Bir ölüm sessizliği)

DOMDOM ALİ : Hani senin madalyan? Benimki, bak işte… Hani senin madalyan?

II. JANDARMA : (l.’ye) Atlasana arkadaş! (I. JANDARMA kımıldamaz.)

ÇAVUŞ : (Haykırır.) Silahınız varsa atın!

(Bahçeye saçılırlar. SEHER, pencerede, koynundan kolonya şişesini çıkarır, fırlatır.)

SEHER : Anaa! HALİL’i iyi sakladın mı? Samanlıkta mı sakladın?

(ÇAVUŞ ve II. JANDARMA, samanlık kapısına atılırlar.)

(içerde)

KIZ : Korkuyorum!

EROL : (Onu sıkıca kavrar. Önüne siper alır. Fısıltıyla) Açıyorum anlaşıldı mı? Kadın bir şey bilmiyor, anlaşıldı mı? Kadını hiçbir şeyden haberi yok, tamam mı? (Kapının kolunu ağır ağır kaldırır. Kapıyı usulca aralayıp tüfeğin namlusunu dışarı doğrulturken) Çekilin! Yanımda kız var!

(II. JANDARMA ürküntüyle bir adım geri gider. Badem ağacını siper alır.)

ÇAVUŞ : At silahını!

EROL : (KIZ’ı öne sürer.) Siz atın!

(Çıkar. KIZ’ı kendine siper yaparak geri geri evin arkasına gitmeye başladığı sırada ÇAVUŞ birden yanında duran, kucağı çocuklu MUNİSE’yi kavrar. II. JANDARMA da koşar, MUNİSE’yi sımsıkı tutar. Çocuklu MUNİSE’yi siper alırlar. //. JANDARMA, ÇAVUŞ’un bir işareti üstüne KIZ’ın bacağına ateş eder. KIZ düşer.)

EROL : (Ateş etmek ister. Çocuk ağlamaktadır. Bağırır.) Alçaklar! (Tüfeğini indirir. Atar. Dimdik durur. Domdam Ali titreyerek gider. Yerden tüfeğini alır.)

DOMDOM ALİ : Tüfeğim… Benim güzel tüfeğim…

(Tüfeği kuşanır. Madalyalı göğsünü ileri çıkarıp durur.)

II. JANDARMA : (EROL’u tutar. l.’ye seslenir.) Tutsana arkadaş!

MUNİSE : (Kucağında çocukla yere çöker.

ÇAVUŞ ve JANDARMALAR EROL’la KIZ’ı götürürlerken) Bize bir tek sen kaldın yavrum, (EROL, başını çevirip ona bakar. Uzaklaşırlar. MUNİSE, bağırmadan, fakat EROL’a seslenirmiş gibi konuşur.) Gelmişin görmedim… Gelmişin tanımadım… Bu olmadı… Hiç olmadı oğlum.

(SEHER pencerede alçak tonla başladığı yeni türküsünü söyleyerek iner gelir, yüksek tonla sürdürür.)

Alanya, Yeşilköy; 1970 Ankara, 1971

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir